CAN SIKINTISI ÜZERINE FELSEFI VE MODERN YAKLAŞIMLAR

 Can sıkıntısı, insanlık tarihi boyunca bireysel ve toplumsal bir mesele olarak tartışılmıştır. Bu duygu, yalnızca basit bir ruh hali değil, insanın varoluşsal sorularını ve anlam arayışını yansıtan derin bir olgudur. Tarihten modern zamana kadar uzanan bu kavram, felsefi analizlerle zenginleşmiş ve modern yaşamın etkileriyle dönüşüme uğramıştır. Makalenin Amacı   Bu makalede, can sıkıntısının tanımından başlayarak, felsefi yaklaşımlar, modern toplum üzerindeki etkileri ve çözüm önerileri detaylı bir şekilde ele alınacaktır. Can Sıkıntısının Tanımı ve Doğası Can Sıkıntısı Nedir? Can sıkıntısı, genellikle bir şey yapma isteksizliği, yaşamın monotonluğu ya da bir amaçsızlık hissi olarak tanımlanır. Bu duygu, bireyin içinde bulunduğu çevresel koşullardan kaynaklanabilir ya da içsel bir huzursuzluğun dışavurumu olabilir. - Seneca ve Antik Dönem: Antik Yunan ve Roma döneminde düşünürler, insanın günlük yaşamının rutinlerinden kaynaklanan monotonluğa dikkat çekmişlerdir. Özellikl

Güneş, Smryna’dan doğar...

Kadife Kale'den İzmir

Osmanlı yıkılmanın eşiğine geldiği zamanlar, fetret devrine henüz gelmeden önce Moğollar’ın Anadolu’ya akınları devam ederken türkler Sakarya ile bu şehrin arasına sıkışmıştı. Bunu fırsat bilen Şeyh Bedreddin bu şehrin kasabalarında örgütlenme yaptı. Tüm bunlardan da önce Doğu Roma’nın başkenti İstanbul’un haçlı seferleri ile işgal edilmesi ve 100 yıl kadar burada kalmaları sebebiyle Roma imparatoronun İznik ve bu şehirde gücünü topladı. Odysseia destanı bu şehirde yazıldı. İzmir’in sokaklarında kaybolacağız.   




Öncelikle Trakya’dan İzmir’e gitmek istendiğinizde fiyatların cep yaktığını unutmamak gerekir. Öyle ki Çorlu’da bir havaalanı olmasına rağmen sürekli seferlerin olmaması şehirler arası otobüs firmalarının fahiş fiyatlar çıkarmasına sebebiyet veriyor. Bu yüzden İstanbul Esenler otogarına gitme ücreti de dahil olmak üzere İzmir’e İstanbul üzerinden gitmek daha uyguna mal oluyor. Buraya kadar bahsettiğim tabi ki kara yolu ile olan taraf. Uçak ile gitmek isterseniz Atatürk havaalanı bilet fiyatları pahalı olmakla birlikte İstanbul’un başka bir ucunda bulunan Sabiha Gökçen’in ücretleri oldukça makul. Ama hayır ben hem avrupa yakasından binmek, hemde ucuz olsun uçak diyorsanız o takdirde yeni açılan İstanbul havalanı ile uçağa binebilirsiniz. Ancak unutmamanız gereken bir konu var ki o da bu havaalanı ile ilgili güvenlik zafiyetleri had safada olması. Adnan Menderes  havaalanına iniş yaptığınız zaman gitmek istediğiniz çoğu yere gerek belediyenin işlettiği ESHOT otobüsleri ile gerekse Havaş ile varabilirsiniz. Ben otobüs firmalarından Kamil Koç’u seçtim. Esenler’den İstanbul’a internet üzerinden sadece gidiş ücreti 64 lira olmakla birlikte bu ücrete Kamil Koç kartınız olduğu zaman %20 indirim daha yapmakta. Normal şartlarda arabayla İstanbul’dan  en fazla 8 saat süren yol Kamil Koç firmasının ortalama her 1 saat içinde 2 defa her hangi bir yerde durması yetmiyormuş gibi birde üstüne 4 saatte İstanbul içinden çıkmaması ve 3 saatte bir mola veriyoruz diye yarım saat durması sinirleri zorlamakta. Bornova girişinde ki kolluk kuvvetlerinin rutin  olarak otobüs durdurmasınıda tüm bunların yanına eklediğimiz zaman İzmir terminaline varmamız 11 saati geçti. Servisin hemen kalkması sinirlerimizi biraz yumuşatmışken istenilen yerde aracın durmaması yine sinirlerimizi geriyor. Bizim gibi otobüs ile gelenler için uyuyup toparlanmak şart artık. Gezimize ertesi gün başlayacağız.    
Kadife Kale'den yeşil dere'ye bakış 


Kadife Kale'nin kapısı


Kadife Kale'de yer alan Sarnıç 





İlkgün Buca’da güzel bir serpme kahvaltı yapıp kendimize geliyoruz.Fiyatlar İstanbul’a göre makul düzeyde. Buradan çıkışta daha önce büfelerde satılan  İzmirim otobüs kartlarıyla bir aktarma yapıp toplamda iki otobüs değiştiriyoruz. Kadife Kale’ye çıkarken İstanbul’un Tarlabaşı mahallesinde ki gibi kent yoksullarının yoğunluklu bulunduğu sokaklardan tırmana tırmana Hava şehitliğinin önünde iniyoruz. Ama şansımıza şehitlik kapalı. Burada 18 Mart kutlamalarının yanında özel günlerde anmalar yapılıyor. Kaleye doğru yürümeye devam ettiğimiz zaman  İzmir’in oldukça yukarısında kurulan bu alan şehre tamamen hakim panoramik bir gösteri sunuyor bize.  Nerelere gideceğimizi kuş bakışı olarak görmek, birde üstüne İzmir’in tüm ihtişamına şahit olmak çok mutlu ediyor insanı.  Biraz daha yukarı çıkıp nihayet kaleye ulaşıyoruz. Bu yer hakkında bir çok rivayetler mevcut olmakla birlikte yayıngın inanca göre, Büyük İskender’in doğu seferleri sırasında birkaç saatlik dinlenmek amacıyla avlanmak için gittiği ormanda ki yanından su kaynağı akan ağacın önünde uyurken  rüyasında gördüğü iki tanrının burada şehir kurması gerektiğine dair söyledikleri üzerine dönemin ünlü kahinlerinden birisine sorup,rüyanın onayını almasıyla birikte şehirin ilk tohumları burada atılır. Ancak bu anlatılanlar hakkında Büyük İskender’in İzmir’e geldiğine dair resmi bir kaynak mevcut olmamakla birlikte söz konusu durum daha sonra Roma sikkelerinin arkasında resmedilir.  Yapı bittikten hemen sonra Kadife Kale’nin dışında şehrin kurulmasına izin verilmez. Ceneviz’liler dahil bir çok devlete ev sahipliği yapar. Şehirin belli bir dönem sadece kadınlar tarafından yönetildiğine dair rivayetler mevcuttur.  Öyle ki bu rivayetlerden birisi Kadife kalenin günümüze kadar olan Kadife ismine kadar gider.  Evliya Çelebi  Seyehatname’sinde dahi bahsedilen bu sürece göre günümüzde Kadifekale olarak bilinen tepeye Türk döneminde Kadifekale adının verilmesi İzmir’in içinde bulunduğu bölgeye hükmeden Kraliçe Kaydafe’den kaynaklandığı ve zaman içinde bugünkü haline dönüştüğü genel kabul görülür. Kaleyi Türkler elegeçirdiği zaman bir daha savunma yapılmaması için Mehmet Çelebi, kalenin surlarını yıktırır. Yıktırır çünkü kale öyle güçlüdür ki, şehrin tüm kale dışı kasabaları ele geçirilse bile kalenin içi asla ele geçirelemez. Buna rağmen onun torunlarından biri olan Fatih Sultan Mehmet kalenin surlarını tekrar onartır. Kalenin içine girdiğimiz zaman daha önce klise olan ama daha sonra cami olarak 18.y.y’a kadar kullanıldığı tahmin edilen bir cami kalıntısı bulunur.  Caminin hemen yanında su deposu için kullanılmak üzere sarnıçlar mevcut.  Sarnıçların biraz ilerisinde su taksimleri mevcut. Şu anda bu taksimlerin üstünde İzmir Su var. Kalenin iç tarafında yapılaşmalar dikkatimizi çekiyor. Bu yönüyle diğer gezilerimizde de karşımıza çıkan sur içi yapılaşma geleneğinin burada da devam ettiğini görebiliyoruz. Kentsel dönüşüm, tarihi koruyoruz adı altında yıkımlara devam ederken kaleye doğru çıkmış. Ancak buralarda alış veriş merkezi yapılacağının herkes bilincinde. Surlardan bir tanesinin üstüne çıkıyoruz şimdi de. Manzara nefes kesici.  İşin ironik tarafı bunca tarihe rağmen burada ziyaretlere gelen çoğu kişi bura hakkında kısıtlı bilgilerden haberi olmamakla birlikte sadece manzarayı izlemeye geliyorlar. Şeyh Bedreddin’in örgütlenme merkezi gibi olan Karaburun ufukta gözüküyor.  Kentin tamamı ayakların altında. Önümüzde körfez, arkamızda dağın eteklerine yapılmış olan İzmir. Sınıfsal farklılıkları yapılaşmaların şeklinden hemen anlayabiliyoruz burada.   Şimdi gözlerimizi kalenin eteklerinden birine kurulmuş olan Agora’ya çeviriyoruz.  Oraya bakarken aklımıza kazıların devam ettiği bir çok yazıda belirtildiği geliyor. Acaba durum böyle mi? Şimdi güzergahımızı o tarafa çeviriyoruz.  Aşağa inme vakti… Tekrar kent yoksullarının evleri arasından belediye otobüsü kıvrıla kıvrıla aşağıya iniyor. Şimdi Eşrefpaşa caddesindeyiz. Bu caddenin kabadayıları meşhurmuş. Hani ayakkabısının topuğuna basanından. Şimdilerde spotçular sokakları zincir gibi kaplamış. İstanbul’un Tahtakale semtine oldukça benzeyen bu cadde Agora’ya kadar dayanıyor.  Caddenin sonlarına doğru Agora hamamı bizi karşılıyor. Onu görür görmez sağa sapıyoruz. Artık dönemin çarşısındayız. Giriş ücretli. Müze kartı olanlar ücretsiz girebilir ama. 12 liraya içeri giriyoruz. Alanda uzun zamandır kazı yapılmıyor. Kadife Kale’de ki kentsel dönüşüm gibi burada da kazıların şehrin tamamına yayılacağından korkulduğu belli. Alanın sağ tarafında  Eşrefpaşa mezarlığının kalıntıları mevcut. Öyle ki, Helenislik dönemden günümüz Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar burası mezarlık olarak kullanılmış. Burada ki yapılardan çarşının meydanı olduğunu anlıyoruz. Sütunlardan bir çok kalıntı parçaları ortada toplanmış. Sağlam sütunlar ayakta dimdik duruyor hala. Aşağıya iniyoruz. Burasının 4 katlı olduğu tahmin edilmesine rağmen 2. Kat’dan daha aşağıya inilmemiş durumda. Su kaynakları bizi karşılıyor. Kaynağın nereden geldiği belli olmamakla birlikte o dönemden günümüze halen su borularının sağlam kalması bizleri şaşırtıyor. Sarnıç kalıntılarını görünce çarşının aşağı tarafının su deposu olarak kullanıldığını anlıyoruz. Öyle ki, halen az da olsa su kanallarından sular akmaya devam ediyor.  Agora’nın üst tarafı yine İstanbul Tahtakale gibi borsacılar ve halk mahkemelerinin kurulduğu bilinmekte. Yeri gelmişken söylemekte yarar var: Roma’nın şehir planlamacılığında diğer şehirlerden farklı bir yapılaşma yapmadığı için Osmanlı’dan da daha ilerde mimari yapılaşma yapabildiğini anlayabiliyoruz. Ancak Roma’nın da Helenislik dönemden çok şey öğrendiği, öyle ki Agora’yı asıl kuranların Helenler olduğu bilinmekte. Tüm bu dönemlerden de Osmanlı mimarisinin etkilendiği yapılaşmalardan çok açık bir şekilde ortada. Agora’da bu örneklerden bir tanesi. 

Agora’nın şehrin çarşısı olduğu düşünüldüğünde halen bu geleneğin devam ettiğini bilmek hoşumuza gidiyor. Caddenin hemen hemen sonunda bulunan Agora’ya sapmadan önce yol üstünde irili ufaklı bir çok sinegogdan yahut kiliseden camiiye çevrildiği belli olan ibadethaneler dikkatimizi çekiyor. Kimisi yaşlı, kimisi genç olan bu yapıların içinde ibadet saati olmadığı sıralarda gezilebilir elbette.

Agora’dan çıkıyoruz şimdi. Yine Eşrefpaşa caddesinin az ilerisinden tarihi bir Pazar karşılıyor bizi: Havra sokağı. Sokak bir nevi İstanbul Kadıköy’de ki balıkçılar çarşısına benziyor. Pazarcılar çeşitli şekillerde şovlarını yapıyorlar.

 Manav bağırıyor: “domatezlerimizi tazeeee…. Buyruuuunnn” Kasap’da ona benzer şeyler söylüyor. Balıkçı zaten buranın en eskilerinden.   Sokak bitince Kemeraltı’na resmi olarak giriş yapıyoruz. Resmi olarak diyorum çünkü çok geniş bir bölge Kemeraltı olarak anılıyor burada. Bunun içinde Havra Sokağı’da dahil. Bu çarşıya bizim gibi gezmek için geliyorsanız eğer, sokaklarda kaybolmak tarih içinde yüzmek gibi gelebilir size. Bu yönüyle de Edirne’yi anımsatıyor bize. Resmen bir dönemi dondurmuşlar gibi. Kızlarağası’da kum pişmiş Türk Kahvesi içmek bu kadar uzun yolun tüm yorgunluğunu alır.Kızlarağası hanı, İzmir’deki hanların en büyüğü ve en görkemlisidir. Anıtsal bir özelliğe sahip olduğu gibi, mimari özelliği bakımından tek örnek olması Osmanlı hanları arasında ona özgünlük kazandırmakta. Yakup Bey tarafından, 1598 yılında yaptırılan ve günümüzde İzmir'in en büyük camisi olan Hisar Camisi'nin batı yanının birkaç metre yakınına inşa edildi. Vaktiyle deniz kenarında inşa edilen han zamanla denizin dolması sebebiyle sahilden 200 metre kadar uzak kaldı. “Ben buraya girmeden bir yemek yesem iyi olacak” diyorsanız eğer, az ileride bulunan Bergama Köftecisinden köfte yemenizi tavsiye ederim. Porsiyonu azdır ama acılı köftesi gerçekten güzeldir. Buradan çıkıp yol boyunca ara sokaklarda seprilmiş bir çok Osmanli camiisini görebilirsiniz. Bunların içinde de aynı Eşrefpaşa’da ki gibi sinegogdan çevrilmiş bir çokları da mevcut.

Pasaport iskelesine gelmeden önce Konak Pier isminde şimdilerde alışveriş merkezi olarak kullanılan bu yer Fransız gümrüğü olarak 19. yüzyılda yapılan, ardından kılavuz kaptan köşkü, balık hali,otobüs hareket amirliği, bir bölümü deniz kuvvetleri tesisi gibi birçok alanda kullanıldı.
Alsancak iskelesinin hemen üstünde alış verişlik yahut da gezebilecek her hangi bir şey olmayan Kıbrıs şehitleri caddesinde öğlen saatlerinde sadece kalabalık ile birlikte gezmek ayrı bir keyif. Ancak bizim pek de vaktimiz yok buna. Sizin varsa tavsiye sebebi.  
Caddenin hemen yanında yer alan Can yücel sokak öğrencilerin ucuz mekanlar olması sebebiyle uğrak yerlerinden bir tanesi. Burada yer alan dilimi 4 liraya butik Vegas Pizza’da birkaç dilim pizzaları midenize indirebilirsiniz.


Kemar Altı'da bulunan Sinegogdan çevrilmiş Cami


Yeri gelmişken şunu da belirtmekte yarar var: çok kere İstanbul ile İzmir’i karşılaştırdığımız düşünebilinir ancak kültürü korumak anlamında yanlış ne yapılırsa yapılsın bu kültürü en az İstanbul kadar koruduğunu görebildiğim ve İstanbul’a en yakın şehirlerden bir tanesi İzmir. Dolayısıyla bir yarış gibi değil ancak güzellik olarak karşılaştırma yapmaya çalışıyoruz.
Bir çok şehirde tarihi yapı üzerinde bilgilendirme yazıları mevcutken İzmir’de bunun hiçbir şekilde söz konusu olmadığını görüyoruz. Bu kadar güzel bir şehirde nasıl bunun yapılmadığına anlam veremeden yolumuza devam ediyoruz.

Şimdi ki yönümüz Asansör. İzmir dergisi’nde yazan bilgilere göre Asansör hakkında şu bilgilere ulaşabiliyoruz: “yapının tarihsel süreçteki durumu incelendiğinde (…) işadamı Şerif Remzi Reyent’e satıldığı, daha sonra yeğeni Ayla Öktem’e miras kaldığı, 1983 yılında Öktem’in binayı İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağışladığı, 1985’de elektrikli sisteme dönüştürüldüğü, 1992-1994 yılları arasında ise İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edildiği öğrenilmektedir. Söz konusu tarihlerde, ana yaklaşım aksı ile birlikte değerlendirilerek onarımı gerçekleştirilen yapı, halen İzmir Büyükşehir Belediyesi mülkiyetinde ve işletmesindedir.” Bunların yanında Asansör için kabaca söylemek gerekirse iki semt arasında merdiven çıkmadan bağı kurmak için kurulmuş.  


Tarihi İzmir Asansör 


Asansör ile üst kata çıktığımız zaman Kadife kale kadar olmasa da İzmir’i bu sefer güney batı açısından görüyoruz. Asansör’ün yanında ki dar iki alanın açısı rahat rahat gözlemlenmeye izin vermese de Asansör’ün hemen yanında kurulmuş olan belediye lokantasında atıştırmalık yemekleri uygun ücretlere önümüzde yer alan manzara ile birlikte yiyebiliriz.   
Asansör’den tekrar Milli Kütüphane caddesine indiğimiz zaman, dilerseniz soğuk içeceklerimizi ahşap veya taş bir konağın içinde içebiliriz. İçeceklerimizi de içip güzel bir sohbetten sonra cadde de ilerlemeye devam edebiliriz. Şimdilerde caddeye ismini veren Milli kütüphane yıkılmış ve yerine yeni bir kütüphane inşaatı yapılırken tiyatro salonlarının caddeye serpilmesi  caddeye güzellik katıyor.


Yolun sağ tarafını başka bir cadde kesiyor. Bu caddeden yukarı doğru çıkıp Arkeoloji müzesine giriyoruz. Ama ondan önce aynı bahçeyi kullanan etnografya müzesine gidiyoruz. Müze 3 katlı olmasına rağmen sadece bir katı kullanılıyor. Pek özen gösterilmemiş ege bölgesinde ki giyim kuşamlar sergileniyor burada.  Binadan çıkıp, hemen karşısında ki arkeoloji binasına giriyoruz. Burası kültür bakanlığında yer aldığı için müze kart ile ücretsiz giriş yapabilirken aynı zamanda müze kartınız yoksa 12 lira bilet ücreti verip de giriş sağlanabiliyor. Üç katlı müzenin iki katına ziyaret gerçekleştirilebiliniyor. İlk kısım insanlık tarihi ile başlarken daha sonra Anadolu’nun tarihi ile devam edip en sonunda Ege ve İzmir bölgesinin arkeolojik kalıntıları yer alıyor. Müzede yönlendirme tabelalarının olmaması karışıklığa sebebiyet verdiğini de söylemek gerek.

Normalde müzenin hemen altında oyuncak müzesi yer alıyor ancak bizim ona uğrayacak vaktimiz pek yok. O yüzden oraya uğramadan Konak iskelesine geçiyoruz. İskelede bisiklet kiralamak için bisim kartlarımızı 5 liraya alıp 10 liralık dolduruyoruz. Saati 3 lira olan bisikletlerimize atlıyoruz. Şimdi ki hedefimiz körfezi gezmek. 2.Abdülhamid’in saltanatının yıl dönümü anısına kendi tarafından yaptırılan, Alman kraliyeti tarafından da saati armağan edilen Konak saat kulesinden başlayıp, karşı yakaya varmaya çalışacağız pedallara basarak. Ama unutmayın kordon boyu bittiği zaman bisiklet yolu da bitiyor. Dolayısıyla TEM ile bazen yan yana gidiyoruz. Dikkatli olmakta yarar var.  Ama birde işin güzel bir yanı olarak bisikletlilere İzmir’lilerin saygı göstermesi diğer şehirler açısından artı puanları da oluşturuyor.



Hazır konu ulaşıma gelmişken, ufak bir tavsiyede de bulunmakta yarar var: İzmir, İstanbul’dan gelmiş kişiler için oldukça kısa mesafelerden oluşmasına rağmen sürekli tranvay, otobüs, tren  ve vapur çilesi çeken bir yer.O yüzden internetten sürekli olarak saatleri kontrol etmemiz şart. Aksi halde beklemekten ayaklarınızda derman kalmayabilir.

Şimdi Bostanlı pazarı (Bospa)’ya uğrayalım. Oldukça revaçta olan bu Pazar, İzmir pazarlarına göre pahalı olmakla birlikte İstanbul’a göre makul düzeyde.  
İsterseniz yine karşı yaka çarşı da kumrucu şevki’de kumru yiyebilir, akşam da bira patates yapabilirsiniz.

İzmir’in büyük yangınları söndüğü zaman tarihini de yanında götürdü. O yüzden o günden bu güne fazla kaynak kalmadı. 

Birkaç günde İzmir’i geze geze bitirmek mümkün değil. Bu ancak 80 günde devri alem ile olabilir bu. Her sokakta her caddede bir tarihin olduğu bu şehirin Helenistlik ismi Smryna. Smryna’nın günümüzde ki anlamı güneşin doğdu yer.

Güneş her akşam batarken son ışıklarıyla Smryna’a veda eder ertesi sabaha kadar…

---

Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için Patreon linki üzerinden bize bir kahve ısmarlamanız size hiçbir şey kaybettirmeyecekken bize çok şey kazandıracak.  

https://www.patreon.com/kitapdedektifiyiz



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme