20 y.y. Felsefesi

Varoluşçuluk ve Önemli Temsilcileri Varoluşçuluk, bireyin kendi varlığını ve anlamını yaratma sorumluluğunu vurgulayan bir felsefi akımdır. Varoluşçulara göre, insan varlığı, önceden belirlenmiş bir öz veya anlam taşımaz. İnsan, kendi seçimleri ve eylemleriyle anlam yaratır. Bu nedenle, varoluşçuluk, bireysel özgürlük ve sorumluluğu ön plana çıkarır. Önemli Temsilciler: Søren Kierkegaard: Varoluşçuluğun öncülerinden biri olarak kabul edilir. İnanç, kaygı ve bireysellik üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Friedrich Nietzsche: Güç iradesi, Üstinsan ve Tanrı'nın ölümü gibi kavramlarla varoluşçuluğa önemli katkılar sağlamıştır. Jean-Paul Sartre: Varoluşçuluğun en tanınmış temsilcilerinden biridir. "Varoluş özden önce gelir" sözüyle varoluşçuluğun temel tezini özetler. Simone de Beauvoir: Kadınların varoluşsal durumunu ve cinsiyetçiliği ele alarak varoluşçuluğa yeni bir boyut kazandırmıştır. Postmodernizm: Eleştir

Seksen Günde Devr-i Alem 150 yaşında! / Çevirmen Ayşe Meral'in satırlarıyla

 Yazan : 

 Ayşe Meral (Alfa kitap çevirmeni)


Seksen Günde Devr-i Alem ve yazarı Jules Verne’den bahsetmeden önce biraz tarihsel bağlamı oturtturmak istiyorum. Yazarın klasik biyografisini vermenin çok faydalı olacağını düşünmediğim için Jules Verne’i kendi dönemine yerleştirmekle başlamak sanırım daha anlamlı olacaktır. Bu dönem, Fransız tarihinin en hareketli ve çalkantılı dönemidir. Hızlı bir kronoloji verecek olursak: Jules Verne (1828-1905) Restauration döneminde doğmuş, yirmili yaşlarında yani 1848’de meydana gelen ayaklanmaların düşüşünü hızlandırdığı Temmuz Monarşisi’ne, bu kısa monarşiden sonra kurulan II. Cumhuriyete ve cumhurbaşkanı seçilen Louis-Napoléon’un (III. Napoléon) görev süresinin sonunda 2 Aralık 1851’de gerçekleştirdiği darbeyle kurulan II. İmparatorluk dönemine ve ardından III. Napoléon’un askerî yenilgisi ve tutsak edilmesiyle 2 Aralık 1870’de kurulan ve 1940’ta Vichy Régime’yle son bulacak olan III.  Cumhuriyete tanık olmuştur; kısacası yazarımız, bir kraliyet dönemi, iki cumhuriyet, bir imparatorluk, 1870 Savaşını, Paris’in kuşatılmasını ve Komünü yaşamıştır.



Siyasi olayların yanı sıra asıl büyük devrim tüm dünyayı değiştirecek olan sanayi devrimidir. Jules Verne’in doğduğu dünyada yolculuk etmek için hâlâ at arabaları kullanılıyordu. O dönemde Paris’e 130 km mesafede bulunan Rouen kentine gitmek 12 saat sürüyordu. Fransa’da henüz demir yolu yoktu, hattâ bazı bilginler insan organizmasının saatte 50 km hıza dayanamayacağını savunuyorlardı. Böyle bir hızda akciğerlerimiz normal şekilde soluk alıp veremeyeceği için insan boğularak ölürmüş. Fizik ise bunun aksini kanıtladı. Böylece demiryolları ilk Temmuz Monarşisi döneminde ortaya çıkacak ve asıl III. Napoléon döneminde gelişecekti: 1847’de 1.800 km demiryolu yapılırken 1870’te 18.000 km’e yani on katına ulaşmıştı. Jules Verne’nin yaşadığı (Nantes) liman kenti de bu teknolojik gelişmelere tanık olmuştur: Tahtadan yapılmış yelkenli gemilerin yerini demir gövdeli buharlı gemiler alacaktı; balon ile hava yolculukları başlayacaktı; coğrafyada, jeolojide büyük keşifler yapılacaktı.

Elbette bu hızlı sosyal ve siyasal değişim ve dönüşümlerin yanı sıra edebiyat alanında yeni akımlar ortaya çıkmıştır: Romantizm, Realizm, Natüralizm, Sembolizm. Romanlarda bu değişimlerden payını alacaktı: Chateaubriand (Mezar Ötesinden Hatıralar - 1848), Madame de Staël (Corinne – 1807) vb. ile otobiyografiler; Hugo (Notre-Dame’ın Kamburu – 1831, Doksan Üç – 1874), Alexandre Dumas (Üç Silahlaşörler – 1844), vb. ile tarihî romanlar; Balzac (İnsanlık Komedyası – 1829-1850), Alphonse Daudet (Küçük Şeyler – 1868), Jules Vallès (L’Enfant – 1879) vb. ile realist romanlar; Victor Hugo (Sefiller – 1862), George Sand (Consuelo – 1842, La Mare au diable -1846, La Petite Fadette – 1849) ile sosyal romanlar; Émile Zola (Rougon-Macquart – 1870-1893) ile natüralist romanlar. Jules Verne’nin romanlarına (68 başlıktan oluşan Olağanüstü Yolculuklar dizisi) gelince, o dönemin eleştirmenleri bu türe farklı adlar vermişlerdir: “Bilimsel romanlar”, “coğrafya romanları”, “bilimsel macera romanları”, “bilimsel varsayım romanları”; oysa Wells Verne’nin romanlarını “öngörü romanları” olarak adlandırmıştır. Günümüzde ise bilim-kurgunun kurucusu olarak ondan bahsedilir.

Burada Jules Verne’in başarısında katkısı olan editöründen de bahsetmek yerinde olacaktır. Jules Verne bu Pierre-Jules Hetzel ile tanıştığında, Bulvar tiyatrosu ya da eğlence tiyatrosu için kaleme aldığı komedi ve lirik komediler, coğrafik, fantastik ve bilimsel özellikler taşıyan birkaç öykü yazmış on yıllık bir yazardı. Jules Verne’den on beş yaş büyük olan Hetzel, Lamartine’i ünlü Cumhuriyet çağrısında bulunmaya ikna eden ve II. Cumhuriyet döneminde Dışişleri Bakanlığı’nda kabine şefi olmuş birisidir. III. Napoléon döneminde Victor Hugo gibi sürgün edilince Brüksel’de sürgün edilmiş cumhuriyetçilerin yayımcısı olmuştur. 1859’da ateşkesin ilan edilmesiyle Paris’e dönmüş ve o sürgündeyken Lorraine ve Alsace bölgelerinde halk kütüphaneleri ağı kurmuş eski dostu Jean Macé ile yeniden iletişime geçmiş ve böylece birinin editörlük bilgisi diğerinin dağıtım bilgisiyle birleşmişti. Hetzel ve Macé, Louis Hachette ya da Pierre Larousse gibi başka yayımcıların da paylaştığı ve bilgiyi eğlenceli şekilde aktarma ve yayma amacıyla laik ilkeler üzerinde bir yayımcılık kurma projesini geliştirmişlerdi. Eğitim ve ahlak alanında neredeyse tekel oluşturmuş olan dinsel yayımcılığın rakibi haline gelerek bu genel hareket toplumun çağdaş demokrasiye doğru ilerlemesine eşlik edecek ve bunu destekleyecekti.

Aslında Hetzel ve Macé’nin bu güdümlülüğünden çok uzak olsa da Jules Verne bu projeleri için bilgi birikimi sayesinde ve sürükleyici serüven tarzında bu bilgiyi aktarma şekliyle aradıkları kişiydi. 1861’de Jules Verne, Hetzel’e İngiltere ve İskoçya’ya yaptığı gezisini anlatan [Voyage en Angleterre et en Écosse, İngiltere’ye ve İskoçya’ya Yolculuk] bir romanı teklif edecek ancak bu çalışması kabul edilmeyecekti, böylece Jules Verne Havada Yolculuk başlıklı bir metinle yayımcısına döndü. Ancak Hetzel bilimi vülgerleştiren bir edebiyat yaratma projesi dahilinde bu metni daha bilimsel hale getirerek yeniden üzerinde çalışmasını istedi. Birkaç hafta sonra Jules Verne Balonla Beş Hafta adını alacak bir metin teslim etti. 15 Ocak 1863’te yayımlanan kitap Fransız sınırlarını bile aşan bir başarı elde edecekti. Kitabın ilk baskısı 2.000 olup yazarı hayattayken toplam 76.000 adet satılacaktı. Ayrıca 4.751 kez çevrilmiş olan bu eser, en çok çevrilen eserler sıralamasında Agatha Christie’in arkasında ve Shakespeare’in önünde yer alır. Bu ilk eseriyle Jules Verne 35 yaşında Hetzel ile yirmi yıllık bir anlaşma imzalamış ve o güne kadar benzeri görülmemiş bir edebî tür başlatmıştı: Olağanüstü Yolculuklar. Bu dizinin amacı, Balzac’ın İnsanlık Komedyası ya da Zola’nın Rougon-Macarlar ile toplumsal düzlemde yapmak istediğini bilim alanında yapmaktı yani “Modern bilimin topladığı coğrafi, jeolojik, fizik ve astronotik alanlardaki tüm bilgileri özetlemek ve yazara özgü olan çekici ve pitoresk bir tarzda evrenin tarihini yeniden yazmak”. Jules Verne’in hayal gücünün besleyeceği bu uçsuz bucaksız proje yine de gerçekle iç içe kalmayı başarmıştır.

Doymak bilmeyen merakıyla Jules Verne çok sayıda bilimsel eser okuyarak, notlar alarak ve böylece romanlarında kullanabileceği devasa bir bilgi birikimi oluşturmuştur. Pek yolculuk etmemiş olsa da -sadece İngiltere, İskoçya ve Norveç’e gitmiştir- okuduğu coğrafya kitaplarından ve Humboldt ve Arago gibi büyük kaşiflerin seyahatnamelerinden ilham alarak Jules Verne’in kurgu ile gerçeği birleştirerek kendi coğrafyasını kurduğunu söyleyebiliriz. Jules Verne’de yazmak kadar okumak da yazarlığın bir parçasıydı.

Elbette böyle muazzam bir projeyi yerine getirmek için yöntemli bir çalışma kaçınılmazdı. Bu kadar farklı yerleri ve maceraları hayal eden birinden beklenenin tersine Jules Verne “hücreye benzetilecek kadar ufacık bir oda”da, titiz bir şekilde kesilmiş ve masanın köşesine konmuş kağıt destesi ve kalem dışında hiçbir şeyin yer almadığı bu yalın odada, sabahın beşinden öğlen on bire kadar çalışıp bir şeyler yiyip saat üçe kadar biraz kestirdikten sonra bir bardak süt içip akşam sekize kadar tekrar işe koyulurdu. Hetzel ile yaptığın anlaşmaya uymak için -yılda iki ya da üç roman teslim etmesi gerekiyordu- yazarlık işini elbette düzenli yapması şarttı.

Yaptığı mülakatlardan ortaya çıkan çalışma yöntemini ise şöyle özetleyebiliriz: İlk aşamada öykülendirilecek olayın “başını, ortasını ve sonunu” belirtecek bir sinopsisin belirlenmesi; eğer olay örgüsünün bu bölümleri belirlenemiyorsa projeden vazgeçiliyordu; ikinci aşamada genel plan belirlendikten sonra hikâyenin bölümlendirilmesi ve bölüm planının oluşturulması gerçekleştiriliyordu; üçüncü aşamada ise kitabın müsvedde hali yazıya dökülüyordu. Bu hazırlık metni sayfanın yarısında yer alıyordu diğer yarısı ise kenara not düşmek ve düzeltmeler için boş bırakılıyordu; asıl yazı işi dördüncü aşamada başlıyordu; hazırlanan metin “sekiz ya da dokuz” kez okunduktan ve gerekli düzeltmeler getirildikten sonra yayımlanacak metin tamamlanmış oluyordu. Victor Hugo ya da Sand gibi bazı yazarlar eserlerine müdahale edilmemesini anlaşmalarında belirtirken, Jules Verne Hetzel’in rehberliğini kabul etmiş ve hikâyelerinin gelişim ve sonuçlarını ona takdim ederek hikayelere yön vermesine karşı çıkmamıştır. Ancak birazdan göreceğimiz gibi Hetzel’in müdahaleleri tavsiyeyi aşıp denetimci olabilmiştir.




Az çok herkesin okumuş olduğu Seksen Günde Devr-i Alem’i özetlemek yerine eserle ilgili pek bilinmeyen bazı bilgiler aktarmak sanırım daha ilgi çekici olacaktır. Seksen Günde Devr-i Alem’de aslında kosmografik[1] bir şakayı temel alır: Sürekli doğuya doğru yolculuk eden bir yolcunun bir gün kazanması. Tracey Greaves ile yaptığı bir söyleşide Jules Vernes asıl bu olayın Seksen Günde Devr-i Alem’i yazmasına neden olduğunu açıklamıştır: “Elimde böyle bir son olunca romanı yazmaya karar verdim. Bu son olmasaydı muhtemelen bu kitabı yazmış olmazdım.” (The World, 8 Aralık 1889)

Jules Verne bu fikri Edgar Poe ve eserleri [Edgar Poe et ses oeuvres] adlı denemesini hazırlarken fark ettiği Edgar A. Poe’nun Bir Haftada Üç Pazar adlı öyküsünden ilham almıştır. Olayı şöyle özetler:

“Bir Haftada Üç Pazar adlı öyküyü belirterek [Edgar Poe’nun] eserlerinin dizinini hazırlıyordum. Bu öykü diğerlerine göre biraz tuhaf olsa da daha az hüzünlüydü. Üç pazarın yer aldığı bir hafta nasıl olabilirdi? Aslında üç kişi açısından olabilir ve Poe de bunu kanıtladı. Gerçekten de dünyanın çevresi yirmi beş bin mil kadardır ve Dünya doğudan batıya doğru yirmi dört saatte ekseni etrafında bir tur atmış oluyor; bu da saatte yaklaşık bin millik bir hız eder. Diyelim ki üç kişiden biri Londra’dan yola çıktı ve batıya doğru bin mil yol aldı; Londra’da kalan kişiye göre güneşi bir saat önceden görecektir. Bin mil daha giderse iki saat önce görecektir; tüm dünyayı katedip başlangıç noktaya döndüğünde diğer kişi üzerinde bir gün önde olacaktır. Üçüncü bir kişinin aynı yolculuğu aynı koşullarda ama ters yönde yaptığını varsayalım; doğuya doğru ilerleyerek dünyanın etrafını dolaştıktan sonra ikinci kişiye göre bir gün geride olacaktır; bu durumda bir pazar günü başlangıç noktasında bir araya gelen bu üç kişiye ne olacak? Birinci kişi için Pazar dün, ikincisi için bugün ve üçüncüsü için yarındır. Gördüğünüz gibi bu olay tuhaf terimlerle anlatılan kozmografik bir şakadır.”

Burada Jules Verne’in Edgar Poe’nun ifadesini tersten söylediğini fark ederiz, çünkü batıya doğru ilerleyen kişi Güneşi Londra’da kalan kişiden önce değil sonra görecektir. Buradaki hata da William L. Hugues’un yaptığı çevirideki yanlıştan ileri geliyor. Aynı şekilde Dünya’nın çevresi 25.000 mil ve hattâ Edgar Poe’nun söylediği gibi 24.000 mil de değil, tam olarak 21.600 deniz milidir.

Macellan’ın günlüklerinde yer alan bu hayalet günü Jean Cocteau’da tecrübe etmiştir. Seksen Günde Devr-i Alem’den 60 yıl sonra kendisi de 80 günde dünya turunu tamamladığında -ki uçak kullanmamaya karar verdiği için bu süreyi tutturmakta o da zorlanmıştı- “28 Mayıs Salı günü akşamı yolcular yattılar ve … salı sabahı uyandılar. 28 anonim bir gün olacak şekilde uzamıştı” diye anlatır Jean Cocteau.

Kitabın bu konuyu kullanan son bölümü, Jules Verne ile Hetzel arasında Philippe Scheinhardt’ın araştırmaları sırasında açığa çıkardığı bir görüş ayrılığına neden olmuştur. Olayı kısaca burada açıklayalım. Jules Verne, editörüne “hayalet gün” fikrinin mekanizmasını birkaç kez açıklamıştır:

“Aklımda bir sürü bilimsel bilgi var. Böylece, Paris’te bir cafedeyken bir gün Siecle gazetesini bir yolcunun yirmi dört günde dünya turu yapabileceğini okurken meridyen farkıyla yolcuma yolculuğu sırasında bir gün kazandırıp kaybettirebileceğim aklıma geldi. Kitabımın sonunu bulmuştum. Hikâye ise çok sonra yazıldı. Bazen şekil vermeden bir fikri zihnimde yıllarca -bazen on ya da on beş yıl- tutuyorum.”

 Jules Verne’in yazım yöntemini hatırlarız (“Başını, ortasını ve sonunu bilmeden asla bir kitaba başlamıyorum”). Bu doğrultuda Jules Verne için kitabı hazırdı. Ancak editörünün kendisine yol göstermesini o ana kadar kabul eden Jules Verne Hetzel’in bu noktadaki değişikliklerde sorun yaşamıştır. Oğlunun tavsiyesi üzerine Hetzel 8 Kasım 1872’de yazara şöyle bir mektup göndermişti:

“Jules’ün [oğlu] Devr-i Alem’in sonuna ilişkin iyi bir fikri var. Günleri gösteren bir saatten bahsetmiştiniz. [Kahraman] geldiğinde bu saat durmuş olmayabilir. Asıl bahse katılanlar fark etmeliler; sanırım Fogg’u bulmak onlara düşüyor, döndüğünde evini basmalılar. Evi gözetliyor olmalılar – kısacası, baştaki bahis duygusuna geri dönüşün uyandırdığı duygu karşılık gelmeli. Bu da olmazsa olmaz, mantıklı, gerekli bir karşı kuvvet olacak. Jules’ün bu noktada çok iyi bir fikri var, bence onu gazete içinde kullanmalıyız. Bunu bir saat düşünün ve metne nasıl şekil vermem gerektiğini bildirin.”

Ancak baba ve oğul Hetzel’in bu tavsiyesinin buyurgan tavrına karşı Jules Verne gene de olayların örgüsüne daha iyi hâkim olduğu için itiraz etmiştir:

“Fogg evine döndüğünde duvar saatini durmuş bulduğu doğrudur ve zaten olay da böyle olmalı, çünkü bu saat günleri de gösterdiği için Fogg bir gün kazandığını görecektir, oysa bunu bilmemeli. Jules’ün Fogg’u evinde arattırma fikri ise benim hazırladığım sonu mahvedecektir. Fogg o beklenen tarihte kulüpte bekleniyor olmalı. Bahsettiğiniz o duygu dönüşte var zaten; o dönmeden üç gün önce, çünkü hatırlarsanız yaptığım değişikliklere göre tüm İngiltere Fix ile birlikte yanılıp Fogg’u hırsız sanıyor. Fogg’un İngiltere’ye varmasından üç gün önce gerçek hırsız tutuklandığı için tüm dikkatler tekrar bahse yöneldi ve bu yüzden Fogg’u da herkes büyük bir heyecanla bekliyor. Ancak hiç kimse Fogg’un Londra’ya dönmüş olduğundan kuşkulanmamalı. Hiç kimsenin, hattâ komşularının da bundan habersiz olduğunu iyice belirtmek için bir iki şey eklerim. Ev kapalı kalacak. Fogg’un muhalifleri -muhtemelen hatırlamıyorsunuzdur- Fogg’un dönmek üzere olup olmadığını öğrenmek için her şey yapmışlardı; Amerika’ya telgraf çektiler; son gemiyle gelen yolcuların listelerini araştırdılar. Bunu tekrarlıyorum, her şeyi yaptılar, hatta son gün Fogg’un evine bakılması için birilerini bile gönderdiler, ama hiçbir şey Fogg’un döndüğünü haber vermemeli. Onu kulüpte bekliyor olmalılar ve Fogg’un beklenmedik gelişi ancak kulüpte etki yaratacaktır.”

Burada aslında iki farklı yaklaşım karşı karşıya gelir: Hetzel’in savunduğu kurgunun retorik yorumu kitabın başı ile sonu arasında paralellik kurarak metnin hazırladığı okurun duygusal katılımının karşısında yazarın kazanılmış/kaybedilmiş günün yarattığı merakı temel alan stratejisi yer alır. Bu da Fogg’un saatinin durmuş olmasından kaynaklı bilgi eksikliği ile Fogg’un dönüşünden üç gün önce hırsızın tutuklanmasıyla yanılgıya düşen Fix ve İngiltere açısından da bilgi eksikliği ile belirsizliğin oluşması sonuca sürükleyicilik kazandırmıştır. Bu belirsizlik de böylece tüm dikkatlerin bahse tekrar odaklanmasını sağlar. Seksen Günde Devr-i Alem kitap halinde çıkmadan önce Le Temps gazetesinde bölüm bölüm yayınlanıyordu ve zamanın kısıtlı olmasını fırsat bilerek Jules Verne metnin son halini Hetzel’e göndermeden gazeteye iletmişti. Böylece Jules Verne, kolay kolay pes etmeyen Hetzel’in eserine müdahaleler getirmesinin önüne geçmeyi ve bu kitabı yazmasına neden olan o “hayalet gün” esrarını daha vurucu şekilde kullanmayı başarmış oldu.  Kitabın başarısı ise Jules Verne’in haklı çıkarmıştır.

Hayalet günün dışında belli bir sürede dünya turu yapma düşüncesi o dönemde var olan ve kitabın yayımlanmasından önce bile popüler bir konuydu. Hattâ Seksen Günde Devr-i Alem başlığı bile Jules Verne’in bulduğu bir başlık değildi.  Giovanni Francesco Gemelli Careri gerçekleştirdiği bir dünya turundan sonra 1699’da Giro Del Mondo adında bir kitap yayımlamıştı; Yunan seyyah Pausanias (M.S. II. yüzyıl) Voyage autour du monde [dünya turu] başlığıyla 1797’de Fransızcaya çevrilen bir kitabın yazarıydı. Jules Verne’in dostu Jacques Arago 1853’te yayımlanan Voyage autour du monde adlı bir kitap yazmıştı. Jules Verne’e ilham vermiş olabilecek bir başka kaynak ise Amerikalı iş adamı ve seyyah George Francis Train de olabilir. Train dört kez dünya turu yapmış, 1870’te yaptığı yolculuk seksen gün sürmüş ve kitaptaki gibi o da bir tren kiralamış ve tutsak edilmiştir. Hattâ 1890’da bir konferansında “Dört kez dünya turu yaptım. Hızlı yolculuğun kralıyım, Argonotlarlardan biriyim. Jules Verne’in Phileas Fogg’uyum: Seksen günde dünya turunu Jules Verne’in bunu başaran kahramanı icat etmesinden iki yıl önce başardım.” diye övünmüştü. Gene de seksen günden daha kısa süren ilk dünya turu romandan sonra 1889’da iki gazetecinin başlattığı yarışta gerçekleşti: Amerikalı Elisabeth Bisland dünya turunu yermiş üç günde gerçekleştirirken, başka bir Amerikalı Nellie Bly yetmiş iki gün ile rekoru kırmıştır. Nellie Bly bu yolculuğunu Around the World in Seventy-Two Days adlı eserinde anlatmıştır ve 1890’da bu yolculuk sırasında Jules Verne ile tanışmıştır. Aynı yıl George Francis Train altmış yedi gün ile son rekoru kırmıştır. Bunun dışında kitapta Henrietta buharlı geminin kömür kalmadığı için direğini ve tahtalarını yakması olayı 1838’de buhar ile Atlantik Okyanusu’nu ilk geçen Sirius gemisinin başına gelmiştir.




Aslında ilham kaynağı ne olursa olsun Jules Verne’in kitaplarında bizi cezbeden şey yazarın üslubu, anlattığı olayların sürükleyiciliği, kitabı ilginçleştiren kahramanlardır. Phileas Fogg’un soğuk, saat gibi ayarlı, neredeyse makineyi andıran o mesafeliliğini ve pimpirikliliğini Prenses Aouda’nın hassasiyeti, düşünceliliği, zarafeti dengeler. Başına illa bir şeyler gelen Passepartout ise serüvenleri salt dram ve olaylar zinciri olmaktan kurtararak esere keyif katan bir karakterdir. Maalesef Jules Verne’in kitaplarının sanki çocuklar için yazılmış kitaplar olarak akılda kalması üzücü bir durumdur. Kendisi de bu durumdan mustaripti ve iki kez Fransız Akademisi’ne başvurmasına rağmen kabul edilmemesi karşısında “Hayatımda beni en çok üzen şey, Fransız edebiyatında hiç yerim olmamış olmasıdır” diye yazmıştır. Ben de herkes gibi Jules Verne’in eserlerini çocukken okudum. Ancak büyüdükten sonra Jules Verne’i çevirme fırsatını bulduğumda, aslında bu konuda hepimizin yanıldığını fark ettim. İnsanın üzerine ağırlık çöktüğünde ve oturduğumuz yerde uzaklara kaçmak istediğimizde Jules Verne okumak gerçekten de iyi geliyor. Ve zaman makinesi icat edilene kadar, herkesi Jules Verne’in kitaplarıyla zamanda yolculuk etmeye davet ediyorum.



[1] Astronominin basit matematik ve fizik kavramları kullanan betimsel bölümü.

Katkılarından dolayı Alfa Kitap'a teşekkürler 

---

Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için Patreon linki üzerinden bize bir kahve ısmarlamanız size hiçbir şey kaybettirmeyecekken bize çok şey kazandıracak.  

https://www.patreon.com/kitapdedektifiyiz

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme