CAN SIKINTISI ÜZERINE FELSEFI VE MODERN YAKLAŞIMLAR

 Can sıkıntısı, insanlık tarihi boyunca bireysel ve toplumsal bir mesele olarak tartışılmıştır. Bu duygu, yalnızca basit bir ruh hali değil, insanın varoluşsal sorularını ve anlam arayışını yansıtan derin bir olgudur. Tarihten modern zamana kadar uzanan bu kavram, felsefi analizlerle zenginleşmiş ve modern yaşamın etkileriyle dönüşüme uğramıştır. Makalenin Amacı   Bu makalede, can sıkıntısının tanımından başlayarak, felsefi yaklaşımlar, modern toplum üzerindeki etkileri ve çözüm önerileri detaylı bir şekilde ele alınacaktır. Can Sıkıntısının Tanımı ve Doğası Can Sıkıntısı Nedir? Can sıkıntısı, genellikle bir şey yapma isteksizliği, yaşamın monotonluğu ya da bir amaçsızlık hissi olarak tanımlanır. Bu duygu, bireyin içinde bulunduğu çevresel koşullardan kaynaklanabilir ya da içsel bir huzursuzluğun dışavurumu olabilir. - Seneca ve Antik Dönem: Antik Yunan ve Roma döneminde düşünürler, insanın günlük yaşamının rutinlerinden kaynaklanan monotonluğa dikkat çekmişlerdir. Özellikl

Kırkpınarlar şehri Edirne, başkent Edirne, isyan şehri Edirne, Güzel Edirne

Klişe bir giriş olacak ama “İstanbul’un dibinde çok güzel bir şehir var: Edirne” 

Osmanlı’nın kısada olsa başkenti olmuş, fetret devrinde önemli bir bölge olan, Balkan savaşlarında ağır bedeller ödemiş, sınır şehri olmanın bedelini de her zaman çekmekte olan Edirne’ye, Osmanlı’nın kuruluş dönemini “yaşayıp, görmek” üzere Edirne’ye, Kurtuluş savaşında Yunanistan askerlerinin isyan ettiği Edirne’ye gitmeye karar verdik. Çorlu otogarından araba ile 1,5 saat gibi bir mesafede burası.

Buradan sadece iki üç firma Edirne’ye götürüyor. Bunların başında Bulgar arabaları yer alıyor. Bu yüzden sabahın erken saatlerinde ama saat başı kalkan otobüslerden birine binebildik. Kişi başı 25 lira tutuyor. Lüleburgaz’a da uğrayan otobüs, buradan yolculara fırından yeni çıkmış poğaçaları veriyor. Sıcak sıcak yediğimiz poğaçaların yanında dileyen içecek bir şeyler içebiliyor. Trakya’nın nasıl sanayileştiğini yol boyunca net bir şekilde görürken 7’de bindiğimiz ve içi muhacirler ile dolu olan otobüs sekiz buçukta bizi Edirne otogarının yanında bırakıp Bulgaristan’a devam ediyor.Otogar’dan Edirne’nin merkezi olan Selimiye’ye gitmek üzere 3 numaralı otobüs ile kişi başı 3 lira vererek biniyoruz. Selimiye’ye doğru yaklaştıkça kervansaraylar,camiler, çeşmeler artmaya başlıyor. Otobüsün tekerleği döndükçe sanki tarih kitaplarında birkaç sayfa ile anlatılan Osmanlı’nın kuruluş dönemine gidiyoruz. Zamanda yolculuk gibi. Zaman makinesi keşfedilmiş sanki.              

Nihayet Kırkpınarşehri Edirne’ye ayak bastık.  Şehir hakkında ufakta olsa bir giriş yapmak gerekirse eğer: İstanbul’un hemen yanı başında… Antik Yunanca’da Anadolu: Yunanistan’ın doğusu Fırat’ın batısı anlamına gelmekte. Bu sebeple Anadolu’nun ilk şehri de sayılabilir burası. Ama bununla da kalmaz Trakya’nın Türkiye toprakları üzerinde ki ilk şehri olması anlamında da önem taşır. Yunanistan ve Bulgaristan ile kapı komşudur. Bu sebeple Yunanistanlı ve Bulgaristanlı kişileri buralarda çokça görebilirsiniz. Öyle ki pazar alışverişine bile geldikleri olur. Zaten üç bölgenin de Trakya üzerinde yer alması  kültürlerinde bir biriyle etkileşim içinde olmasına sebep veriyor. Burada bulunan bir çok dükkanının camekanında Bulgarca ve Rumca yazılar
görebilirsiniz.


Öncelikle söylemek gerekir belli bir plan yaparak gelmedik buraya. Tek kuralımız var: “Edirne’nin sokaklarında kaybolmak!” Kale içi denilen bölge İstanbul’un eski İstanbul denilen sur içi denilen bölgesine oldukça benziyor. Ancak Edirne’nin bu surlarından hiçbir şey ayakta kalmamış. Kırkpınar güreşleri bu, şimdi var olmayan surların içinde yapılıyor. Kanunu Sultan Süleyman tarafından yapılan Edirne Sarayının ek binasının önünde. Adalet kasrının önünde…

550 yıllık bir gelenekten bahsediyorum burada. Osmanlı’nın savaşların hemen öncesinde bir birleriyle güreş tutmaları bir gelenekti. Bu gelenek, askeri güçlü kılıyor, pratik yapmasına sebebiyet veriyordu. Efsaneye göre, Osmanlının kurucusu Osman’ın kardeşi Orhan zamanında Bizans’dan topraklar alınırken ordu yeşil bir alanda dinlenir. Bu sırada iki kardeş bir biriyle hiç durmadan, yemeden içmeden güreşe dururlar. Hiç durmadan bunu yaptıkları için en sonunda takatleri kalmayıp düşer ve ölürler. Bu duruma üzülen askerler cenazeyi kaldırırlar ancak tören yapmazlar. Seferden dönüşte mezarlığa tekrar bakmak isteyen askerler gözlerine inanamayıp mezarın oradan kırk tane pınarın çıktığını görürler. O günden bugüne kırkpınarın devam ettiği söylene gelir.

İşte bu geleneği devam ettirmek için Saraçlar caddesini kesen balıkçılar sokağında ki Kırkpınar kültürünü tanıtma ve yaşatma derneği’nin aile çay bahçesi ve mini müzesini gezdik. Bahçenin içinde baş pehlivanların büstleri bulunmakta. Bizde baş pehlivan Adalı’nın yanında çayımızı yudumladık. J




Osmanlı ve Anadolu kültürünün Türkiye İslam anlayışı ile harmanlanmasının yanında aynı zamanda Osmanlı’nın kuruluş zamında ki iç karışıklığını iyi bir şekilde gözlemlemek amacıyla gezimize üç cami ile başlıyoruz. Üçgen şeklinde karşılıklı bulunan üç camiden bahsediyorum. Üç şerefli cami, Eski cami, Selimiye cami.

Üç şerefli Cami         



1443 – 1447 yılları arasında Mimarı Hacı Alaaddin olan ve 2.Murat tarafından yaptırılmış bir yapı karşımızda duruyor. Cami bir çok ilki taşımasının yanında Mimar Sinan’a esin kaynağı olması sebebiyle de ayrı bir önem taşıyor. Selimiye Cami’ne geldiğimiz zaman bu durumu çok iyi bir şekilde görebileceğiz. Hadi gezmeye devam edelim…

Dört minaresinden hiç biri bir birine benzemiyor. Burada ki benzememezlik halinin İslam felsefesine güzel bir şekilde oturtulduğunu görebiliyoruz. Minarelerden bir tanesinin burmalı olmasından dolayı da halk arasında “Burmalı cami” olarak da bilinir. Cami içinde ki kubbe çizimlerinin hiç birisinin bir diğerine benzememesi de caminin bir diğer özelliği. Avlu pencerelerinden ikisinin alınlıkları çini ile boyanmış halde. Yanımda ki fotoğraf teknolojisinin o kadar gelişmiş olmaması sebebiyle ışıkların caminin içine nasılda güzel süzüldüğünü çekemedim. Ancak gelip görülmesi gereken bir güzellik. Pencerede kullanılan sanatın oldukça benzerini Eski cami ve Selimiye cami’de görebiliyoruz.


Camiye ilklerin camisi demiştim. Şimdi onlardan biraz bahsedelim. Osmanlı camilerinde harem taşlığı bulunan ilk deneme Üç Şerefeli'de gerçekleştirilmiştir. Cami'ye girer girmez ana kubbenin altına gelinir ve bu Üç Şerefeli'ye ait bir özelliktir. Kubbelerdeki orjinal kalem işleri Osmanlı Camilerinde görülen en eski örneklerdir.Kubbede çeşitli meyvelerden oluşan "Meyve Sofrası" görülür.

Üç Şerefeli Cami, Osmanlı Sanatında Erken ile Klasik Dönem arasında yer alır.Burada ilk kez uygulanan bir planla karşılaşılır. 24 m. çapındaki büyük merkezi kubbe, ikisi paye, dördü duvar payesi olmaküzere 6 dayağa oturur. Yanlarda daha küçük ikişer kubbe ile örtülü Kare bölümler vardır. Yapı, bir yenilik olarak, enine dikdörtgen planlıdır. Böylece enine gelişen mekana ulaşılmak istenmiştir.

İstanbul'daki bir çok ünlü caminin kubbesinden daha büyük olan Üç Şerefeli'nin ana kubbesi (24 m.) kendi çapından daha büyük bir dikdörtgen alanı örter. Bu geometrik tasarımıyla Mimar Sinan'ın bir çok altıgen çardaklı yapısı için prototip oluşturmuştur.
Diğer yandan, Üç Şerefeli Cami'nden esinlenerek, altıgen çardak üzerine inşa edilen camiler, dünya mekan mimarisinde özgün bir konuma sahip yapılardır.
Mihrabın iki yanında, caminin denge durumunu kontrol için iki silindir bulunur. Bunlar ayar terazileridir ve dönüyor oluşları caminin dengede olduğunun göstergesidir.
Ses düzeninde eko özelliği belirgindir.
          
Kuzeybatıdaki tek şerefeli olan minare 1610 yılında Sultan I.Ahmet tarafından; Burmalı minare ise Sultan II.Mustafa tarafından yaptırılmıştır.

Caminin ilk ve asıl minaresi Üç Şerefeli'dir.

Üç Şerefeli Caminin kapısı özgün durumuyla neredeyse cami kadar ün yapmıştır.

Hadi şimdi Ulu Cami’ye diğer adı Eski Cami olan cami’ye geçelim…

 Eski Cami (Ulu Cami)

Öncelikle Osmanlı’dan günümüze kalmış olan en eski anıtsal yapı olduğunu belirtmekte yarar var. Aynı zamanda devletin büyümesinin de simgesidir. Bana kalırsa, Fetret devrinin Trakya bölgesine yayılmış, Çerkezköy’de bitmiş olan bir hikayenin ilk temeli bu camide yatıyor. Her ne kadar cami kapısında Süleyman Çelebi’yi yerden yere vurup Mehmet Çelebi’yi öve öve bitiremese de taht kavgalarını da hatta Şeyh Bedreddin, Börklüce ve Torlak Kemal’in öncülüğünü yaptığı isyanı bile içeren bir dönemin simgesel olarak ilk temeli bu camii ile başlar. Şimdi konumuz bu olmadığı için lafı fazla uzatmadan camiden içeri gerelim.

Üç Şerefli Cami’nin mimarını burada da görebiliyoruz: Mimar Hacı Alaaddin. Kafamızı kubbeye kaldırmadan önce yerin fazlaca soğuk olması sebebiyle eklem hastası olan kişilerin camiye girerken dikkatli olmasında yarar olduğunu bilmek gerekiyor. Cami oldukça soğuk. Rutubetten ötürü de bir çok yazı yok olmaya yüz tutmuş. Ancak caminin içinde ki ahşap işçiliği oldukça güzel. Bu yönüyle Üç Şerefli Camiden ayrılıyor. O dönemden bu döneme cemaatin devlet kadar savaşçı olması gerektiği düşüncesiyle Cuma namazlarında kılıç ile hutbe okunur. Caminin pencereleri ve kapısı da aynı Üç Şerefli Camiye benzemekte. Burada kapının İslam felsefesi ve Şamanlık inancında çok önemli olduğunu belirtmekte yarar var. (Hatta bu konu hakkında ufakta olsa bir yazı yazmayı düşünüyorum J )










                                                                    (Selimiye'nin kapısı)


        

     (Büyük Edirne Sinagogu kapısı)

Erken Dönem Camileri başlığı altında çok birimli veya çok kubbeli Camiler grubuna girer.Merkezi kubbeyi taşıyan dört Paye ile dört duvar üzerine dokuz Kubbelidir. Bir yanının dış ölçüsü 13 m. olan kare planlıdır. 13 m. çapında ve tümüyle yarım kubbe Biçiminde olan kubbeler, yan neflerle Pandantiflere, ortada çeşitli geçiş öğelerine oturur. Orta kubbenin Trompları mukarnas dolgusudur. Taç Kapı, son cemaat yeri girişi ve minber Ak mermerdendir. Kuzey ve batı Yüzleri daha süslüdür. Son cemaat yeri girişindeki kemer çevresinde bulunan rozetler ve sipiralli Süsleme, onarımda yapılmıştır.
İç mekanda yalnızca dört paye oluşu yapıya ferah bir görünüm verir. Bu özelliğiyle Osmanlı mimarisinde Mekanın birleştirilmesi yönünden yeni bir aşamayı oluşturur. Paye ve duvarlarda yer alan iri ak yazılar ve Barok Süsleme, mekan etkisini zayıflatır. Camide süsleme yönünden en önemli bölüm minberdir.
         
Kapı üzerindeki yazıtta Çelebi Sultan Mehmet'in adı vardır. Doğu ve batı yüzeylerindeki geçme yıldızlar ve Rumiler ilginçtir. 5 kemerli son cemaat yeri ve biri tek öbürü iki şerefeli, iki minaresi vardır. Cami, çevrede ki kervansaraylar ile birlikte 1748'de yangından, 1752'de depremden zarar görmüştür. Eski Cami, 1754'te Sultan I.Mahmut Döneminde, 1924 ve 1934'te onarılmıştır.

II. Murat döneminde Edirne'ye gelen ve Camiye girerek vaaz verdiği Söylenen Hacı Bayram Veli'nin anısına duyulan saygı nedeniyle vaaz Kürsüsü imamlarca kullanılmaz.
Fatih'in tarihçilerinden Beşir Çelebi'nin naklettiğine göre; Hacı Bayram Veli Edirne'ye II.Murat tarafından getirildikten sonra; bir gün, Eski Cami'ye gider. Camiye girdiğinde, orta kubbenin altında ibadete meşgul olan Hz.Muhammet'i görür. Orada ne yaptığını sorduğunda Peygamber kendisine:
"Bu cami benimdir, ümmetimle bile olurum. Ya Şeyh! Zinhar bu makamı hali görmesinler. Daim gelüp bunda hacet dilesinler." der.

Şimdi yolun karşısına geçiyoruz. Rotamız Selimiye camii.






Selimiye Cami

Selimiye Cami’ne gelmeden hemen önce Mimar Sinan’ın gösterişli heykeli dikkatimizi çekiyor. Heykel sanki, arkasında bulunan Selimiye Cami için “eserimle gurur duyuyorum” der gibi duruyor. Heykelin sağ tarafında ise başka bir heykel mevcut. İstanbul’un fethinde kullanılan döküm topların birer minyatürü. Macar bir döküm ustasının ustabaşılığı ile yaptırılan bu toplar, yaklaşık olarak yedi sekiz kişilik bir ekiple şekil buluyor. Topların deneme atışı için Edirne ahalisinin önceden uyarıldığı hatta fazlaca abartıyla “deneme için top atışları yapılırken çıkan sesten Edirne’de kırılmadık cam çerçeve kalmadığı” söylenir. Topların İstanbul’a getirilmesinin iki ay kadar sürdüğü, bunun için yüzlerce yeniçerinin görevlendirildiği söylenir.

Nihayet Selimiye Cami’ne geldik. Anadolu’da kapıya çok önem verilir. Mesela Muğla’nın köylerinde ki her evin kapısının farklı şekillerde olduğu ve açıkça buna önem verildiği görülür. Kiliselerde ve camilerde de aynı gösterişi görebiliyoruz. Cemaatin girmesi için enlemesine değil boylamasına olarak büyük olan ana cami kapısı, Eski cami ve Üç şerefli Cami’den farklı şekilde işlenmiş. 2.Selim tarafından yaptırılan caminin arka kapıları ise oldukça sade yapılmış. Burada ki kapılarda yukarıdan kapının yanına doğru bir zincir asılı. Bu zincir, “dışarıda ki tüm kötülüklerden, seni bu hayata bağlı tutan zincirleri dışarıda bırak ve öyle gir içeri” anlamını taşımakta. Buradan içeri girdiğimiz an hemen sağ tarafta din alimlerinin mezarları dikkatimizi çekiyor. Özellikle bu kapıdan içerisi oldukça gösterişli gözükmekte. Dış bahçeden iç bahçeye girdiğimiz an abdest alanı dikkatimizi çekiyor. Gözlerimizi 180 derece çevirdiğimizde çevremizde  küçük kubbeler göreceğiz. Şimdi yavaş yavaş caminin içine doğru ilerleyelim. Caminin girişinde ki kapıda iki tane hat yazısı dikkatimizi çekiyor.İçeri girer girmez, ana kubbe ile karşılaşırız. Osmanlı’nın kuruluş döneminde Selçuklu mimarisinin etkileri görülürken, camiden içeri girer girmez ana kubbe ile karşılaşıyoruz. Bu durum üç şerefli camiden de tanıdık gelecek size. Bu tanıdıklık sadece bununla da kalmıyor. Üç şerefli camiyi gezerken söylediğimiz gibi bir çok ortak nokta mevcut. Bunlardan bir tanesi de minarelerin iç yapısı. Müezzinler aynı minarenin üç yerinden girmiş oldukları halde bir birleriyle karşılaşmazlar. Bu durum da Üç şerefli camide ikidir.Müezzin Mahfili caminin orta yerinde ahşap yapısıyla durmakta. Müezzinlerin cemaate seslenip, imam ile de sürekli temasta bulunması açısından yüksek yapılmıştır. Mahfilin hemen altında ufak bir abdest tazelemek için yer yapılmıştır. Mihber, tek parça mermerden yapılmıştır. Hünkar mahfili ise, padişahla birlikte bürokratların namaz esnasında suikast ile öldürülmesini engellemek için yapılmış olan bir alandır. Caminin yan tarafında cami külliyesi bulunmakta. İçeri girmek için caminin bir etkinliğine katılmak gerekli. Aksi halde içeri girilemediği için dışarıdan bakabiliyoruz sadece. 

Karnımız acıktı. Meşhur Edirne Ciğercisi Aydın usta için yola koyuluyoruz. Sur içinde ki balık pazarı sokağının sonunda yer alıyor dükkanı. Ancak maalesef hafta sonu kapalı oluyormuş. O yüzden onun yerine Edirneli Ali Usta’nın yerine gidiyoruz. Oldukça kalabalık bir yer burası. Girenler çıkanlar belli değil. Onun vermiş olduğu ilgisizlikle karşılıyorlar bizi. Ciğeri çok güzel değil. Orta ölçekte. Fiyatı da kişi başı porsiyon 22 lira. Karnımızı iyice doyurduktan sonra Rüstempaşa kervansarayı’na giriyoruz. 1700’li yıllarda çıkan büyük yangından her taraf gibi burası da nasibini almış. Kanuni Sultan Süleyman’ın Sadrazamı Rüstem Paşa tarafından yaptırılan bu yapı iki katlıdır. Aşağısında dönemin alış veriş merkezi mevcut. Buradan Edirne’ye has hediyelik eşyalar alabilirsiniz. Biz gelin süpürgesini aldık J Edirne’ye ait olan bu süpürge, gelinin kaynanayı gözetlemek için süpürgesine ayna taktırması, nazar deymesin diye de nazar boncuğu taktırması ile meşhurdur J
Şimdi son durağımız, Edirne Büyük Sinagogu. Kale içinin sonlarına doğru adımlarımızı atarken ahşap konakların çokluğu ile büyülenmiş gibi gidiyoruz. Anlatmaya başlarken söylemiştik “buranın sokaklarında kaybolmak bir başka güzel!” Saraçlar Caddesi başta olmak üzere konaklarla ve hareketli çarşısıyla dikkat çeken bir cadde burası. Buranın yan sokaklarından kıvrılıp sinagoga doğru ilerlemeye devam ediyoruz. Öncelikle sinagogun arka tarafında yer alan ibadethanenin yönetim binasından içeri giriyoruz. Burada Edirne’yi tanıtım için bir sergi mevcut. Ama ondan da önce Kıspet ustasının (pehlivanların gerçek deriden yapılmış olan şortlarına verilmiş ad) standı ile karşılaşıyoruz: Adem Kayın. Usta olduğu ilk kıspeti sergiliyor gururla. Fiyatlar yüksek gibi gelse de gerçek el yapımı olduğu için az bile diyebileceğimiz şekilde ürünlerini müşterilerine sergiliyor. Yukarıda ki katta Edirne Kadınları hakkında bir sergi mevcut. Bir çok Edirneli kadını Edirne tarihi ile birlikte görebiliyoruz. Buradan çıkıp, sinagoga gidiyoruz şimdide.

Büyük Edirne Sinagogu 




2 Eylül 1905’deEdirne’de çıkan büyük yangın sonrası Kaleiçi Metropolit mahallesinde boş bir evde çıkan yangın büyür. Su yokluğundan dolayı itfaiye yangını18 saatte söndürebildi. Yangının hasarı oldukça büyüktü. 1430 bina tamamen yanar. Yardıma muhtaç insan sayısı 4072 kişidir. Bunlardan 3378’i Yahudi. Bölge bu olaydan sonra yangınlık olarak anılmaya başlandı. Yangınlıkta 13 sinagogda yok olmuştu. 20 bin Yahudi’nin ibadethanesi artık yoktu. Artık yeni bir sinagog inşası gerekliydi. Avrupa’dan toplanan paralarla yeni büyük bir inşa başlaması ön görüldü. 2.Abdülhamid ‘in izniyle daha önce Mayor ve Pulya sinagoglarının olduğu yerde bir inşaat başladı. Zaman içerisinde cemaatini kaybeden Edirne Büyük Sinagogu 2007 yılında Edirne Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından yardım programına alındı. 2010 yılında restorasyon başladı. İlk haline sadık kalınarak yapılan sinagog 2014 yılında bitirildi. Günümüzde Edirne’de az sayıda kalan Yahudi cemaatinin olması sebebiyle sadece özel günlerde ibadet yapılan bir yer olmasına sebep verdi. Başka ibadethanelerle kıyaslandığında oldukça sadece bir yapı olan sinagog, kapı işlemeleriyle ayrıca dikkatimizi çekiyor.

Saatin epey ilerlemesinden günübirlik olan gezimizi bitirirken Edirne’nin eserleri, güzellikleri ve tarihi halen bitmiyor. Bir tarih halen Edirne’de yaşıyor.

Bizim ancak başka bir gün gidebileceğimiz yerleri sıralayalım yinede:

·        Osmanlı’nın ilk tıp merkezlerinden biri: 2. Beyezıd külliyesi ve Şifahane
·        Edirne’nin arka bahçesi, ormanla kaplı, tertemiz havası olan: Karaağaç
·        Kahvaltı yapmak, manzaranın tadını çıkarmak için ideal bir yer:  Meriç
·        Edirne tarihinin detaylarını öğrenmek isteyenler müzeye: Edirne arkeoloji müzesi, Edirne Türk ve İslam eserleri müzesi
·        Balkan savaşlarının Edirne’ye büyük bir etkisi bulunmakta. Bunun detayları için: Balkan müzesi, Balkan şehitliği
·        Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu Dünya’ya kabul ettirdiği antlaşmanın anıtı: Lozan Anıtı
·        Edirne denilince akla ilk gelen yer: Kırkpınar er meydanı
·        Vedalaşmaların ve buluşmaların yeri: Karaağaç tren garı
·        Dinlerin şehrinde bir kilise: Sweti George Bulgar kilisesi

---

Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için Patreon linki üzerinden bize bir kahve ısmarlamanız size hiçbir şey kaybettirmeyecekken bize çok şey kazandıracak.  

https://www.patreon.com/kitapdedektifiyiz

Yorumlar

  1. Harika bir gezi yazısı olmuş. Kalemine sağlık değerli kardeşim.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme