Mantık bilmeyenin ilmine güvenilmez
İmam Gazâlî
İbn Haldun ismini
hiç duydunuz mu? İsminin başında ki “ibn” ibaresinden dolayı
özellikle laiklik konusunda hassas olduğunu iddia eden kesim için dikkat çekici
olmaya bilir. Hatta itici bile gelebilir. Ama yazının sonuna kadar sabredin.
Neler ile karşılaşacağınıza şaşıracaksınız. Öncelikle tam ismi “
Ebu Zeyd Abdurrahman bin Muhammed bin Haldun el Hadramî” olan İbn
Haldun’un unvanının başında ki İbn kelimesinin karşılığını bilmeyenler için
söylemek gerekirse: arapçada “oğul” anlamına
gelmekte. Dolayısıyla da İbn Haldun’da Haldun’un oğlu anlamı taşımakta. İslam
Ansiklopedisinde ki unvanı
“Meşhur tarihçi, sosyolog, filozof, siyaset ve devlet adamı[1]”olarak geçiyor.Doğum tarihi olan 1332 yılından ölüm tarihi olan 1406 yılına kadar İbn Haldun’un ömrü kuzey Afrika topraklarında.
Aktif politik hayatından (Şu anki yazının konusu olmaması sebebiyle
giremeyeceğim
) sadece birkaç cümle ile
bahsetmek gerekirse: bir çok sultanın emrinde görevler gerçekleştiriyor. Bir
çok defa hapis yatıyor yahut yatmak ile karşı karşıya kalıyor.
Ama tüm bunlardan da önemlisi yaşamış olduğu 14.y.y. (1406
yılında öldüğü için son 7 yılı saymazsak)’ı anlamak İbn Haldun’u anlamak
anlamına gelmekte olduğu için bu yazının başlığını oluşturan Ozan Sağsöz’ün
yazmış olduğu kitabın ilk bölümünden kısa bir alıntı yapalım:
“Geç ortaçağ dünyasının var
ettiği bilgi birikimi, genellikle geç antikçağ ve ortaçağın erken dönemlerinden
itibaren Antik Yunan ve Roma gelenekleri ile İslam medeniyetinin var ettiği
yeni kozmolojik yorumun bir sentezi olarak kabul edilegelmiştir.” Tüme varım yapılırsa
eğer İbn Haldun bu sentezin tam anlamıyla bir meyvesidir diyebiliriz. Ancak bir
çok açıdan yanlış bir varış noktası olur.
Öncelikle bu yanlışın tespiti için İbn Haldun’u daha
yakından tanımamız gerekmekte. İbn Haldun’un günümüze kadar gelebilmiş nadir
ancak en önemli eserlerinden biri
Mukaddime’dir.
(Diğer eserleri şu şekilde: Lubâb'ul-Muhassal, Şifâu's-Sâil
li-Tehzîbi'l-Mesâil, Et-Târif bi ibn Haldun, Kaside-i Bürde şerhi, İbn Rüşd
felsefesi hakkında bir risale, Mantığa dair bir risale (Kitab el-Mantık), Hesap hakkında bir risale (Kitab el-Hisab), Marakeş sultanına
yazılan bir risale, Şiire dair bir risale)
Mukaddime’nin sözlük anlamı takdim, söze giriştir. Yani günümüzde ki kelime karşılığı önsöz olarak bilebiliriz. Peki hangi eserin önsözü bu? Büyük Tarih kitabı’nın 1.cildi. Aslında Mukaddime İslami tarihi eserlerde bir gelenek olan "Tarihe övgü" önsözü olarak yazıldı ve kısa bir bölümdü. Bu kısa bölüm 7 kitaptan oluşan Kitâbu’l-İber'in tamamına bir "Giriş" olarak yazıldı. 7 ciltlik tarih kitabının ilk cildi olan Kitab-ı Evvelise yazarın teorik görüşlerini açıkladığı oldukça kapsamlı bir eser haline geldi (yaklaşık 5 ayda yazılıp bitirilen eser 3 cilt halinde yayınlanıyor) ve daha İbn-i Haldun hayatta iken Mukaddime diye anılmaya başlanmış ve kendisi de bunu benimsedi. İbn-i Haldun, bir önsözde kitabını tanıtır ve tarih ilminin öneminden bahseder. Giriş bölümünde ise tarih ilminde yöntem sorununa değinir ve özellikle İslam tarihçilerinin hatalarını gösterip, yöntemlerini eleştirir. Toplumların gelişim ve hareket süreçlerine dair değerlendirmeleri içeren Mukaddime 6 bölümden oluşur:
1. bölüm: İklimlerin ve beslenmenin insan tabiatı ve uygarlıklar üzerindeki etkileri
2. bölüm: Göçebe ve yerleşik kültürlerin karşılaştırılması ve iki kültür arasındaki çatışmaların sosyal sonuçları
3. bölüm: Devletlerin doğuşu ve çöküşü, saltanat, hilafet ve krallık yapmanın koşulları ve kuralları
4. bölüm: Köy ve kasaba hayatı ile imar faaliyetleri ve bunun İslam devleti ile ilgisi
5. bölüm: Dönemin ana meslekleri, geçim araçları, sanat, ticaret, ziraat, tarım ve inşaat gibi ekonomik faaliyetler
6. bölüm: Bilimlerin sınıflandırılması, eğitim yöntemleri[4]
Tarihçilerin tarihi analiz ederken tarihi düşünce ve
bilginin aktarılmasındaki birtakım yanlışlıkları altı eleştiri başlığı çerçevesinde
inceler. Bunlar:
- Mezheplere
ve görüşlere aşırı derecede taraftarlık. Tarihçinin kendi görüşüne uygun
düşen tarihi bilgiyi hiçbir tenkit ve tetkike tabi tutmadan kabul etmesi.
- Tarihi
bilgiyi nakleden kişilere güvenmesi ve onları mevsuk kabul etmesi.
- Tarihi
bilginin naklediliş maksadını bağlamı dışında değerlendirerek farklı
şekilde yorumlaması
- Vakanın
içinde bulunduğu durumu, ahvali gözden kaçırarak değerlendirmesi ve
yorumunu buna göre yapması.
- Tarihçinin
makam rütbe sahiplerine yaranmak için gerçek olmayan tarihi bilgileri
aktarması
- Umrandaki
ahvalin tabiatını bilmemesi. Meydana gelen her bir vakanın kendine has bir
tabiatı olduğunu hatırda tutmaması ve vakanın tarihi bilgisinin en temel
unsurunun bul olduğunu dikkate almamasıdır.
Bun metotları yerine getirmeden tarihçilik yaptığını sanan
kişilerin tarih içinde çöp olacağından bahseder İbn Haldun. Bununla ilgili de
bir çok örnekler sıralar. Bu durum Mukaddime’nin bir klavuz, bir kitabın hangi
donelerle yazıldığını anlatan yöntem kitabı olduğunu ispatlamaktadır. Bu
yönüyle büsbütün bir çok siyatsetçi, yazar ve tabi ki tarihçiden ayrılır İbn
Haldun.
Evet doğrudur “o da diğer tüm tarihçiler gibi dönemin
çıkartmış olduğu bir tarihçidir” denebilir. Ancak bu o kadar da basit değildir.
Onu diğer tarihçi ve siyaset
bilimcilerden ayıran bir özellik emeğe bakış açısıdır.
Öncelikle toplumu
sınıfsal olarak kategorileştiren İbn Haldun, ağırlıklı olarak üç sınıftan
bahseder: 1) Yabaniler 2) Bedeviler 3) Şehirliler
Hepsinden kısaca bahsetmek gerekirse: Yabaniler, konuşmayı
bilmeyen, medeniyetten uzak, avlanarak yaşayan, yemekleri çiğ yiyen topluluk.
Bedeviler, çölde yaşayan, hayvancılık ile geçinen topluluk.
Şehirliler, rahat yaşamayı seven, korunmak için surları
olan, sultana vergi veren kişiler.
Bedevilerin zor koşullarda yaşamasından dolayı çevik yapılı,
açlık gibi zorluklara daha dayanıklı, dini bütün insanlar olduğunu düşünür İbn
Haldun. Şehirlilerin ise rahat yaşamlarından dolayı bedevilerin tam tersi
olduğunu savunur. Ancak onlarda da zanaat yönünün gelişmiş olduğundan bahseder.
İnsanların bitmek bilmeyen ihtiyaçlarından ve rahat yaşamak istemesinden dolayı
şehirlere gelmek için çabaladıklarını düşünür. Şehirde kurulan pazarlarda ki
fiyatların tamamı emekle yapılmış olan ürünlere, harcanan emekle birlikte o
emek için geçen sürenin karşılığında düşündükleri ücret ile belirlendiğini
savunur. Bu yönüyle yaklaşık 400 yılı geçkin zaman sonra yaşayacak olan Karl Marx’a
benzerlik gösterir. Bununla da yetinmez İbn Haldun, sultanların bu piyasaya
girmemesi hatta karışmaması gerektiğini düşünür. Aksi halde, haksız bir
rekabetin çıkacağı her şekilde bu rekabetten sultanın kazanç sağlayacağını
belirtir. Sadece vergi ile sultanın geçinmesi gerektiğini belirtir.
İbn Haldun’a göre, devlet güçlendikçe başa geçen hükümdarlar
daha çok zenginlik ve refah talebinde bulunur. Bunun sebeplerinden biri
hükümdarın şöhretinin sonraki nesillere kalmasını sağlamak için eserlerini
ölümsüzleştirmeye çalışmasıdır. Diğeri ise genişleyen ve büyüyen topraklarda
daha çok memura ve askere ihtiyaç duyması ve bunun neticesi olarak atan maaş
giderleridir. Artan masrafları karşılamak için halktan tedrici olarak daha çok
vergi almaya başlar. Zaman içinde halk artan vergilere alışır. Fakat artan vergilerin
oranı halkın tahammül seviyesini geçer. Bir noktadan sonra kazandığından daha
çok vergi vermeye başlar. Bundan dolayı insanlar iş yapmaktan uzak durmaya
başlarlar.
Burada sınıf savaşından bahsettiği apaçık ortadadır. Ancak bu
durum elbette ki ismi konulmamış bir sosyalizm değildir. Hayır, o döneme kadar
sosyalizm yaşanmamış olduğu için değil. Yahut İbn Haldun’un sosyalist olup olmamasından
dolayı da değil.Çünkü “ona göre, insanın fıtratında haksızlık yapmak ve
saldırmak mevcuttur.(…) Yabani hayvanlardan korunmak için yaptıkları silahlar
diğer insanlardan gelen saldırılara karşı koymaya yeterli değildir. Çünkü diğer
insanlar da aynı silahlara sahip olduğu için mücadelede eşit duruma gelirler.
Bu duruma topluluk dışından birinin yahut başka bir şeyin müdahil olması mümkün
değildir. Bundan dolayı cemiyet halinde bir arada yaşan insanlar kendi
içlerinden birinin hakimiyetini kabul edeceklerdir. Eğer insanlar arasında
böyle bir hakim olmazsa beşeri hayat anarşi halini alır.”
Açık
olmak gerekirse tam bu noktada kendi içinde tutarsız gibi gözüken bu görüşlerin
ortaçağda düşünüldüğünü unutmamak gerektiğini hatırlatmak gereği duyalım mı
duymalım mı bilemedim(!)
Timur’un Suriye’ye saldırıp Halep’i zaptettiği ve Dımaşk’a yürüdüğü haberi Kahire’ye ulaşınca Sultan Ferec ordusuyla Dımaşk’a geldi; İbn Haldûn da onun yanında bulunuyordu. İki ordu arasında küçük çatışmaların meydana geldiği bir sırada sultan Kahire’de bir ayaklanma teşebbüsü olduğu haberini alınca Mısır’a döndü. Dımaşk valisi, ulemânın barış yoluyla şehrin Timur’a teslim edilmesi teklifini kabul etmeyip şehri savunmaya devam ederken İbn Haldûn ulemâ ile de istişare ederek Timur’la görüşmek için gizlice ordugâha gitti. Timur’a Kuzey Afrika ve asabiyet teorisi konusunda bilgi verdi. Onun isteği üzerine bu bilgileri yazılı olarak da kendisine sundu (803/1401). Bu görüşme sırasında Timur’u uzun uzadıya övmüş, kâhinlerin ve müneccimlerin gelmesini bekledikleri ulu hakanın kendisi olduğunu söylemiştir (a.g.e., s. 370-373; İbn Arabşah, s. 353-356).[8]
Timur’un göçebe bir hayat sürdüğü düşünülünce bir önce ki paragrafta yazan “anarşi” ibaresinden İbn Haldun’un ne anladığı ortaya çıkıyor.
İbn Haldun’un hikayesi burada da bitmiyor. Ömrünün geri kalan kısmını geçireceği Memlüklüler’in hakimiyetinde olan Mısır’a geldiği aynı gün Şeyh Bedreddin’de şehre giriyordu. Bu bir tesadüf mü? Hayır. Bunun birkaç sebebi mevcut olabilir şüphesiz. Ancak bilinen en önemlisini söyleyeyim:1400'de
Berkuk'un oğlu ve tahtın yeni sahibi Farac,
Şam'a saldırıya
geçen Timur'a karşı askerî bir sefer hazırlığına giriştiğinde, bu sefere İbn-i
Haldun da katıldı. Neredeyse 70 yaşına gelmiş olan bu devlet adamı aslında
Mısır'dan ayrılmayı istemiyordu ve aynı zamanda bu seferin tehlikeli bir
girişim olacağını düşünüyordu. Şüpheleri doğru çıktı ve ordu Şam önlerine
geldiği sırada genç ve deneyimsiz Farac (10 yaşında tahta çıkmıştı ve sefer
sırasında 12 yaşında idi) geride bıraktığı Mısır'da kölemen emirlerinin
isyan çıkardığı haberini aldı. Ordusunu Şam önünde bırakarak Kahire'ye
döndü. İbn-i Haldun diğerleriyle birlikte kuşatılmış Şam'da kaldı.
Sultan Farac’ın babası yaşadığı zaman Farac’a kim özel hocalık yapması için
görevlendirildi dersiniz? Şeyh Bedreddin! İkilinin karşılaşma ihtimalleri çok
yüksek. Ancak maalesef İbn Haldun’a yeni araştırmaya başlamış biri olarak“en
azından şimdilik” her hangi bir kaynağa rastlamadım. Ayrıca ortak kaderi
paylaşmışlar gibi bu kez de Ankara savaşında Timur’un aynı İbn Haldun gibi
Bedreddin’i de yanına çağırdığı biliniyor.
Peki İbn Haldun ile Şeyh Bedreddin arasında nasıl bir fark
mevcut?
İbn Haldun’u sınıfsız sınırsız bir Dünya için atılmış bir
tohum olarak görebiliriz. Ama bu sadece tohum. Yani daha filizlenmemiş, fidan
olmamış, ağaç olmamış hatta meyve vermemiş. Dolayısıyla hatası da olabilir. Emeğin
ne kadar kutsal olduğundan bahsetmiş aslında İbn Haldun. Her ne kadar bu yazıda
anlatmasam da ticaretin ne kadar kötü bir yapı olduğundan da bahsediyor. “Kurtuluş
varsa emekle var” demek istiyor İbn Haldun. Ama pratik olarak bir liderin
kurtarmasını bekliyor. Dolayısıyla da Timur ile görüşmek istiyor. Şeyh
Bedreddin ise kitlelere güveniyor. Bir çok defa strateji yapıyor. Özel
mülkiyete karşı mücadele veriyor. Osmanlı’ya üç defa ayaklanıyor.Üçü birleşipbir defa ihtilal oluyor!
İkisinin vardığı nokta ortak: Emek ve onun mutlaka kazanacağı!
Vakıfbank Kültür Yayınlarından 2019 yılı Ocak ayında 2. baskısı çıkmış olan Ozan Sağsöz’ün yüksek lisans tezinin kitaplaşmış hali bana önce İbn Haldun’u tanıttı daha sonra da bu düşünceleri yazdırdı. Teşekkürler Ozan Sağsöz![10]
Yorumlar
Yorum Gönder