20 y.y. Felsefesi

Varoluşçuluk ve Önemli Temsilcileri Varoluşçuluk, bireyin kendi varlığını ve anlamını yaratma sorumluluğunu vurgulayan bir felsefi akımdır. Varoluşçulara göre, insan varlığı, önceden belirlenmiş bir öz veya anlam taşımaz. İnsan, kendi seçimleri ve eylemleriyle anlam yaratır. Bu nedenle, varoluşçuluk, bireysel özgürlük ve sorumluluğu ön plana çıkarır. Önemli Temsilciler: Søren Kierkegaard: Varoluşçuluğun öncülerinden biri olarak kabul edilir. İnanç, kaygı ve bireysellik üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Friedrich Nietzsche: Güç iradesi, Üstinsan ve Tanrı'nın ölümü gibi kavramlarla varoluşçuluğa önemli katkılar sağlamıştır. Jean-Paul Sartre: Varoluşçuluğun en tanınmış temsilcilerinden biridir. "Varoluş özden önce gelir" sözüyle varoluşçuluğun temel tezini özetler. Simone de Beauvoir: Kadınların varoluşsal durumunu ve cinsiyetçiliği ele alarak varoluşçuluğa yeni bir boyut kazandırmıştır. Postmodernizm: Eleştir

Şeyh Bedreddin ve İbn Haldun ile emeğin yolları / bir kitabın anımsattıkları

Mantık bilmeyenin ilmine güvenilmez


İmam Gazâlî

İbn Haldun ismini hiç duydunuz mu?  İsminin başında ki “ibn” ibaresinden dolayı özellikle laiklik konusunda hassas olduğunu iddia eden kesim için dikkat çekici olmaya bilir. Hatta itici bile gelebilir. Ama yazının sonuna kadar sabredin. Neler ile karşılaşacağınıza şaşıracaksınız. Öncelikle tam ismi “Ebu Zeyd Abdurrahman bin Muhammed bin Haldun el Hadramî” olan İbn Haldun’un unvanının başında ki İbn kelimesinin karşılığını bilmeyenler için söylemek gerekirse: arapçada  “oğul” anlamına gelmekte. Dolayısıyla da İbn Haldun’da Haldun’un oğlu anlamı taşımakta. İslam Ansiklopedisinde ki unvanı “Meşhur tarihçi, sosyolog, filozof, siyaset ve devlet adamı[1]”olarak geçiyor.Doğum tarihi olan 1332 yılından  ölüm tarihi olan 1406 yılına kadar İbn Haldun’un ömrü kuzey Afrika topraklarında. Aktif politik hayatından (Şu anki yazının konusu olmaması sebebiyle giremeyeceğim[2]) sadece birkaç cümle ile bahsetmek gerekirse: bir çok sultanın emrinde görevler gerçekleştiriyor. Bir çok defa hapis yatıyor yahut yatmak ile karşı karşıya kalıyor.



Ama tüm bunlardan da önemlisi yaşamış olduğu 14.y.y. (1406 yılında öldüğü için son 7 yılı saymazsak)’ı anlamak İbn Haldun’u anlamak anlamına gelmekte olduğu için bu yazının başlığını oluşturan Ozan Sağsöz’ün yazmış olduğu  kitabın ilk bölümünden  kısa bir alıntı yapalım: “Geç ortaçağ dünyasının var ettiği bilgi birikimi, genellikle geç antikçağ ve ortaçağın erken dönemlerinden itibaren Antik Yunan ve Roma gelenekleri ile İslam medeniyetinin var ettiği yeni kozmolojik yorumun bir sentezi olarak kabul edilegelmiştir.”[3] Tüme varım yapılırsa eğer İbn Haldun bu sentezin tam anlamıyla bir meyvesidir diyebiliriz. Ancak bir çok açıdan yanlış bir varış noktası olur.

Öncelikle bu yanlışın tespiti için İbn Haldun’u daha yakından tanımamız gerekmekte. İbn Haldun’un günümüze kadar gelebilmiş nadir ancak en önemli eserlerinden biri Mukaddime’dir. (Diğer eserleri şu şekilde: Lubâb'ul-Muhassal, Şifâu's-Sâil li-Tehzîbi'l-Mesâil, Et-Târif bi ibn Haldun, Kaside-i Bürde şerhi, İbn Rüşd felsefesi hakkında bir risale, Mantığa dair bir risale (Kitab el-Mantık), Hesap hakkında bir risale (Kitab el-Hisab), Marakeş sultanına yazılan bir risale, Şiire dair bir risale)



Mukaddime’nin sözlük anlamı takdim, söze giriştir. Yani günümüzde ki kelime karşılığı önsöz olarak bilebiliriz. Peki hangi eserin önsözü bu? Büyük Tarih kitabı’nın 1.cildi. Aslında Mukaddime İslami tarihi eserlerde bir gelenek olan "Tarihe övgü" önsözü olarak yazıldı ve kısa bir bölümdü. Bu kısa bölüm 7 kitaptan oluşan Kitâbu’l-İber'in tamamına bir "Giriş" olarak yazıldı. 7 ciltlik tarih kitabının ilk cildi olan Kitab-ı Evvelise yazarın teorik görüşlerini açıkladığı oldukça kapsamlı bir eser haline geldi (yaklaşık 5 ayda yazılıp bitirilen eser 3 cilt halinde yayınlanıyor) ve daha İbn-i Haldun hayatta iken Mukaddime diye anılmaya başlanmış ve kendisi de bunu benimsedi. İbn-i Haldun, bir önsözde kitabını tanıtır ve tarih ilminin öneminden bahseder. Giriş bölümünde ise tarih ilminde yöntem sorununa değinir ve özellikle İslam tarihçilerinin hatalarını gösterip, yöntemlerini eleştirir. Toplumların gelişim ve hareket süreçlerine dair değerlendirmeleri içeren Mukaddime 6 bölümden oluşur:

1. bölüm: İklimlerin ve beslenmenin insan tabiatı ve uygarlıklar üzerindeki etkileri
2. bölüm: Göçebe ve yerleşik kültürlerin karşılaştırılması ve iki kültür arasındaki çatışmaların sosyal sonuçları
3. bölüm: Devletlerin doğuşu ve çöküşü, saltanat, hilafet ve krallık yapmanın koşulları ve kuralları
4. bölüm: Köy ve kasaba hayatı ile imar faaliyetleri ve bunun İslam devleti ile ilgisi
5. bölüm: Dönemin ana meslekleri, geçim araçları, sanat, ticaret, ziraat, tarım ve inşaat gibi ekonomik faaliyetler
6. bölüm: Bilimlerin sınıflandırılması, eğitim yöntemleri[4]


Tarihçilerin tarihi analiz ederken tarihi düşünce ve bilginin aktarılmasındaki birtakım yanlışlıkları altı eleştiri başlığı çerçevesinde inceler. Bunlar:[5]

  1. Mezheplere ve görüşlere aşırı derecede taraftarlık. Tarihçinin kendi görüşüne uygun düşen tarihi bilgiyi hiçbir tenkit ve tetkike tabi tutmadan kabul etmesi.
  2. Tarihi bilgiyi nakleden kişilere güvenmesi ve onları mevsuk kabul etmesi.
  3. Tarihi bilginin naklediliş maksadını bağlamı dışında değerlendirerek farklı şekilde yorumlaması
  4. Vakanın içinde bulunduğu durumu, ahvali gözden kaçırarak değerlendirmesi ve yorumunu buna göre yapması.
  5. Tarihçinin makam rütbe sahiplerine yaranmak için gerçek olmayan tarihi bilgileri aktarması
  6. Umrandaki ahvalin tabiatını bilmemesi. Meydana gelen her bir vakanın kendine has bir tabiatı olduğunu hatırda tutmaması ve vakanın tarihi bilgisinin en temel unsurunun bul olduğunu dikkate almamasıdır.

Bun metotları yerine getirmeden tarihçilik yaptığını sanan kişilerin tarih içinde çöp olacağından bahseder İbn Haldun. Bununla ilgili de bir çok örnekler sıralar. Bu durum Mukaddime’nin bir klavuz, bir kitabın hangi donelerle yazıldığını anlatan yöntem kitabı olduğunu ispatlamaktadır. Bu yönüyle büsbütün bir çok siyatsetçi, yazar ve tabi ki tarihçiden ayrılır İbn Haldun.

Evet doğrudur “o da diğer tüm tarihçiler gibi dönemin çıkartmış olduğu bir tarihçidir” denebilir. Ancak bu o kadar da basit değildir. Onu diğer tarihçi ve siyaset bilimcilerden ayıran bir özellik emeğe bakış açısıdır.

Öncelikle toplumu sınıfsal olarak kategorileştiren İbn Haldun, ağırlıklı olarak üç sınıftan bahseder: 1) Yabaniler 2) Bedeviler 3) Şehirliler

Hepsinden kısaca bahsetmek gerekirse: Yabaniler, konuşmayı bilmeyen, medeniyetten uzak, avlanarak yaşayan, yemekleri çiğ yiyen topluluk.
Bedeviler, çölde yaşayan, hayvancılık ile geçinen topluluk.
Şehirliler, rahat yaşamayı seven, korunmak için surları olan, sultana vergi veren kişiler.

Bedevilerin zor koşullarda yaşamasından dolayı çevik yapılı, açlık gibi zorluklara daha dayanıklı, dini bütün insanlar olduğunu düşünür İbn Haldun. Şehirlilerin ise rahat yaşamlarından dolayı bedevilerin tam tersi olduğunu savunur. Ancak onlarda da zanaat yönünün gelişmiş olduğundan bahseder. İnsanların bitmek bilmeyen ihtiyaçlarından ve rahat yaşamak istemesinden dolayı şehirlere gelmek için çabaladıklarını düşünür. Şehirde kurulan pazarlarda ki fiyatların tamamı emekle yapılmış olan ürünlere, harcanan emekle birlikte o emek için geçen sürenin karşılığında düşündükleri ücret ile belirlendiğini savunur. Bu yönüyle yaklaşık 400 yılı geçkin zaman sonra yaşayacak olan Karl Marx’a benzerlik gösterir. Bununla da yetinmez İbn Haldun, sultanların bu piyasaya girmemesi hatta karışmaması gerektiğini düşünür. Aksi halde, haksız bir rekabetin çıkacağı her şekilde bu rekabetten sultanın kazanç sağlayacağını belirtir. Sadece vergi ile sultanın geçinmesi gerektiğini belirtir.

İbn Haldun’a göre, devlet güçlendikçe başa geçen hükümdarlar daha çok zenginlik ve refah talebinde bulunur. Bunun sebeplerinden biri hükümdarın şöhretinin sonraki nesillere kalmasını sağlamak için eserlerini ölümsüzleştirmeye çalışmasıdır. Diğeri ise genişleyen ve büyüyen topraklarda daha çok memura ve askere ihtiyaç duyması ve bunun neticesi olarak atan maaş giderleridir. Artan masrafları karşılamak için halktan tedrici olarak daha çok vergi almaya başlar. Zaman içinde halk artan vergilere alışır. Fakat artan vergilerin oranı halkın tahammül seviyesini geçer. Bir noktadan sonra kazandığından daha çok vergi vermeye başlar. Bundan dolayı insanlar iş yapmaktan uzak durmaya başlarlar.[6]                          

Burada sınıf savaşından bahsettiği apaçık ortadadır. Ancak bu durum elbette ki ismi konulmamış bir sosyalizm değildir. Hayır, o döneme kadar sosyalizm yaşanmamış olduğu için değil. Yahut İbn Haldun’un sosyalist olup olmamasından dolayı da değil.Çünkü “ona göre, insanın fıtratında haksızlık yapmak ve saldırmak mevcuttur.(…) Yabani hayvanlardan korunmak için yaptıkları silahlar diğer insanlardan gelen saldırılara karşı koymaya yeterli değildir. Çünkü diğer insanlar da aynı silahlara sahip olduğu için mücadelede eşit duruma gelirler. Bu duruma topluluk dışından birinin yahut başka bir şeyin müdahil olması mümkün değildir. Bundan dolayı cemiyet halinde bir arada yaşan insanlar kendi içlerinden birinin hakimiyetini kabul edeceklerdir. Eğer insanlar arasında böyle bir hakim olmazsa beşeri hayat anarşi halini alır.”[7] Açık olmak gerekirse tam bu noktada kendi içinde tutarsız gibi gözüken bu görüşlerin ortaçağda düşünüldüğünü unutmamak gerektiğini hatırlatmak gereği duyalım mı duymalım mı bilemedim(!)

Timur’un Suriye’ye saldırıp Halep’i zaptettiği ve Dımaşk’a yürüdüğü haberi Kahire’ye ulaşınca Sultan Ferec ordusuyla Dımaşk’a geldi; İbn Haldûn da onun yanında bulunuyordu. İki ordu arasında küçük çatışmaların meydana geldiği bir sırada sultan Kahire’de bir ayaklanma teşebbüsü olduğu haberini alınca Mısır’a döndü. Dımaşk valisi, ulemânın barış yoluyla şehrin Timur’a teslim edilmesi teklifini kabul etmeyip şehri savunmaya devam ederken İbn Haldûn ulemâ ile de istişare ederek Timur’la görüşmek için gizlice ordugâha gitti. Timur’a Kuzey Afrika ve asabiyet teorisi konusunda bilgi verdi. Onun isteği üzerine bu bilgileri yazılı olarak da kendisine sundu (803/1401). Bu görüşme sırasında Timur’u uzun uzadıya övmüş, kâhinlerin ve müneccimlerin gelmesini bekledikleri ulu hakanın kendisi olduğunu söylemiştir (a.g.e., s. 370-373; İbn Arabşah, s. 353-356).[8] 

Timur’un göçebe bir hayat sürdüğü düşünülünce bir önce ki paragrafta yazan “anarşi” ibaresinden İbn Haldun’un ne anladığı ortaya çıkıyor.



İbn Haldun’un hikayesi burada da bitmiyor. Ömrünün geri kalan kısmını geçireceği Memlüklüler’in hakimiyetinde olan Mısır’a geldiği aynı gün Şeyh Bedreddin’de şehre giriyordu. Bu bir tesadüf mü? Hayır. Bunun birkaç sebebi mevcut olabilir şüphesiz. Ancak bilinen en önemlisini söyleyeyim:1400'de Berkuk'un oğlu ve tahtın yeni sahibi Farac, Şam'a saldırıya geçen Timur'a karşı askerî bir sefer hazırlığına giriştiğinde, bu sefere İbn-i Haldun da katıldı. Neredeyse 70 yaşına gelmiş olan bu devlet adamı aslında Mısır'dan ayrılmayı istemiyordu ve aynı zamanda bu seferin tehlikeli bir girişim olacağını düşünüyordu. Şüpheleri doğru çıktı ve ordu Şam önlerine geldiği sırada genç ve deneyimsiz Farac (10 yaşında tahta çıkmıştı ve sefer sırasında 12 yaşında idi) geride bıraktığı Mısır'da kölemen emirlerinin isyan çıkardığı haberini aldı. Ordusunu Şam önünde bırakarak Kahire'ye döndü. İbn-i Haldun diğerleriyle birlikte kuşatılmış Şam'da kaldı.[9] Sultan Farac’ın babası yaşadığı zaman Farac’a kim özel hocalık yapması için görevlendirildi dersiniz? Şeyh Bedreddin! İkilinin karşılaşma ihtimalleri çok yüksek. Ancak maalesef İbn Haldun’a yeni araştırmaya başlamış biri olarak“en azından şimdilik” her hangi bir kaynağa rastlamadım. Ayrıca ortak kaderi paylaşmışlar gibi bu kez de Ankara savaşında Timur’un aynı İbn Haldun gibi Bedreddin’i de yanına çağırdığı biliniyor.

Peki İbn Haldun ile Şeyh Bedreddin arasında nasıl bir fark mevcut?

İbn Haldun’u sınıfsız sınırsız bir Dünya için atılmış bir tohum olarak görebiliriz. Ama bu sadece tohum. Yani daha filizlenmemiş, fidan olmamış, ağaç olmamış hatta meyve vermemiş. Dolayısıyla hatası da olabilir. Emeğin ne kadar kutsal olduğundan bahsetmiş aslında İbn Haldun. Her ne kadar bu yazıda anlatmasam da ticaretin ne kadar kötü bir yapı olduğundan da bahsediyor. “Kurtuluş varsa emekle var” demek istiyor İbn Haldun. Ama pratik olarak bir liderin kurtarmasını bekliyor. Dolayısıyla da Timur ile görüşmek istiyor. Şeyh Bedreddin ise kitlelere güveniyor. Bir çok defa strateji yapıyor. Özel mülkiyete karşı mücadele veriyor. Osmanlı’ya üç defa ayaklanıyor.Üçü birleşipbir defa ihtilal oluyor!         

İkisinin vardığı nokta ortak: Emek ve onun mutlaka kazanacağı!
Vakıfbank Kültür Yayınlarından 2019 yılı Ocak ayında 2. baskısı çıkmış olan Ozan Sağsöz’ün yüksek lisans tezinin kitaplaşmış hali bana önce İbn Haldun’u tanıttı daha sonra da bu düşünceleri yazdırdı. Teşekkürler Ozan Sağsöz![10]
        




[1] https://islamansiklopedisi.org.tr/ibn-haldun
[2] Elbette ki bir kişiyi tanımak için onun yaşadığı sosyoekonomik koşulları detaylıca anlatmak ve anlamak gerekir ancak bunu yaptığımız takdirde yazı bir hayli uzayacağı için bu yönteme girmemeye çalıştım. 
[3] İbn Haldun’un Mukaddime’sinde Maişet Yolları/VB./Ozan Sağsöz, syf 18
[4] https://tr.wikipedia.org/wiki/İbn-i_Haldun
[5] A.g.e. syf 53.54
[6] A.g.e. syf 120
[7] A.g.e. syf 63
[8] https://islamansiklopedisi.org.tr/ibn-haldun
[9] https://tr.wikipedia.org/wiki/İbn-i_Haldun#Mısır_yılları
[10] Youtube’den Kültür tarihi isimli kanal ile tanıştığım Ozan Sağsöz ve Cengiz Özdemir’in her pazartesi takip edilesi programı entelektüelliği artıran bir program. Tavsiye sebebi. 

---

Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için Patreon linki üzerinden bize bir kahve ısmarlamanız size hiçbir şey kaybettirmeyecekken bize çok şey kazandıracak.  

https://www.patreon.com/kitapdedektifiyiz

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme