Geçen bölümde anlattığım Homo Habilis, genetik mutasyonlar
sonuçunda yaşam sahnesindeki yerini yaklaşık bir buçuk-iki milyon yıl önce Homo
Erektus’a bıraktı. Yani namı değer dik durup dik yürüyene. Homo Erektus, insan
türleri arasında en dikkat çeken türlerden biriydi. Ona ait günümüze kadar
gelen en güzel ve en eski örneklerinden biri 1,5 milyon yıl önce yaşamış olan ‘’Turkana
Çocuk’’ olarak da adlandırılan, insan atasına ait kemikler.
Homo Erectus’un sahneye girişi, yeni bir taş alet
teknolojisinin gelişmesini de sağladı. Bu yeni taş alet teknolojisi arasında tatbiki
en başta yer alan aletlerden ilki ’’baltaydı’’. Daha sonra bunları kesici araçlar,
oklar ve mızraklar izledi. Benim için bu durumu asıl ilginç kılan, tüm bunları
yaparken, bir erken dönem Homo Erectus’un, oturup kararlar verebildiğini hayal
etmek oldu. Düşünsenize yaptıkları aletlerin eskidiğini, işe yaramaz olduğunu
veya alet yapacakları taşın kullanışlı olup olmadığını oturup karar
verebiliyorlardı. Aklıma Fransız heykeltıraş Auguste Rodin’in, 1900’lü yıllarda
yaptığı Düşünen Adam heykeli geldi. Tabi, Düşünen adam heykelindeki gibi oturup
uzun uzun mu düşünüyorlardı bilmiyorum ama günümüzü düşününce tüm bu ilginç
süreçlerden bu çıkmazlara kadar gelebilmek gerçekten hayret verici görünüyor.
Hem de yetenekli bir işçi olan Homo Erectus'un beyninin, el becerilerinin zamana
göre gelişmiş olduğunu, yeni bir taş alet oluşturmak için gereken karar alma
biçimiyle yeni bir zeka türü geliştirdiğini bizlere gösteriyorken. Tüm bu
gelişmelerle birlikte balta olurda avcılık olmaz mı diye düşünmeden de
edemiyorum. Ve sahneye çokta şaşırmayacağımız bir şekilde Homo Erectus’la
birlikte ilk bilinçli ve bizim sürek avı dediğimiz düzenli av faaliyetleri
girdi. Sürek avının gelişimini sağlayan ve hızlı koşmamızı devamlı kılan olaylardan
biri de tüylerimizin zamanla dökülmeye başlamasıydı.
Homo Erectus’u artık tutabilene aşk olsun. Sürek avında çoğunlukla
mamutların avlandığı algısı var. Ama durum pek de öyle değil. Homo Erektus’un
avladığı avlar arasında en fazla gergedan, timsah, su aygırları ve çoğunlukla kolay
avlanan av yiyecekleriyle birlikte su kuşları yer alıyordu. Leylek, tavşan ve
ceylan gibi daha basit avlanan hayvanları bunlara örnek verebiliriz. Tabi bunun
yanında bitkisel yiyecekler tükettiklerini de unutmamak gerekli.
MÖ. 10.000 filmini izleyenler bilir, bu filmin bir
sahnesinde insanlar avlarını tuzakların hazırlandığı bir yere sürüyordu. Ya da
uçurum kenarlarına sürerek orada sıkıştırıp uçurumdan aşağıya atlamaya
zorluyorlardı. Elbette tarihsel açıdan ve bir çok yönden eleştirilecek türde bir
film. Fakat bu filmde de olduğu gibi tüm bu süreçleri ilginç kılan Homo
Erectus’un aralarındaki iletişim yeteneklerinin gelişmesiydi. Bu avcı-toplayıcı
bir hayat tarzının yürütülmesini kolaylaştırmak için önemliydi. Bölünme işleri,
sosyal organizasyon ve yiyecek paylaşımı, üyeler arasında sosyal bağları
kuvvetlendirdiği gibi hayatta kalmak için gerekli olan kaynakların daha etkili
bir şekilde kullanılmasını sağladı. Bir de tabii bu sosyal bağları
kuvvetlendiren en önemli unsurlardan olan kahramanlık hikayelerinin gruba
anlatılması olayı da var.
Tüm bunlar ve bu kahramanlık hikayelerinin de ortaya çıkması
bize şunu da gösteriyordu. Homo türü için taş aletlerle bir hayvanı öldürmek,
tam anlamıyla kanlı bir ritüel olmalıydı. Ya da Şiddet ritüelinin ilk ortaya
çıkışı da diyebiliriz biz buna. Doğayla insan arasındaki belki de en büyük
uçurumun olmasının sebebi, doğaya yabancılaşmamız ve doğayla savaşımızın en
büyük kırılma noktası alet teknolojisiyle birlikte şiddet ritüelinin doğmasıydı.
Kültürün erilleşmesine de katkı sağlayan bu gelişim ileride düşüncelerimizi de biçimlendirmeye
başlayacaktı. Bu durum anlatılardan, mitlere, masallara, Edebiyattan sinemaya
kadar her alana yansıdı. Hatta o kadarki ilerleyen zamanlarda evcilleştirdiğimiz
hayvanların genetiğinin bile değişmesine yol açtı. Çünkü evcilleşen hayvanların
ilk maruz kaldıkları uygarlık yasası, dolaşım alanlarını sınırlandırmak oldu.
Zaman içinde buna besin kısıtlanması da eklendi. Doğada sınırsız şekilde
beslenen hayvanlar birkaç bin yılın ardından insan ne verirse artık onunla
beslenmek zorunda kaldı. Yani bir nevi buna mahkum oldu. Böylelikle doğal
seçilimle genetiği değişmesi gereken hayvanların yerini, insan elinin değmesi sonucunda
yapay seçilimle genetiği değişen evcilleşmiş hayvanlar aldı. Buna en acı örneklerden
biri de ahırda beslenen koyunların daha atak olanı, ahırın kapısı açılır
açılmaz ahırdaki diğer uysal koyunlardan daha önce kaçmaya çalışıyordu. Bundan
dolayı da uysal olan koyunlardan önce bu atak olan, kaçmaya çalışan hayvanın kesimi
yapılıyordu. Geriye kalan uysal koyunlar çiftleştirilip çoğaltılıyordu. Ki bu
durum hala diğer tüm evcilleştirilmeye çalışılan hayvanlar üzerinde uygulanan
bir yapay seçilim süreci olarak devam ediyor. Ve dikkat ederseniz tüm hayvan
hikayelerinde hayvanlar insanlara baş eğmiş, bedenlerini ve emeklerini onun
çıkarları için seferber etmek zorunda kalıyordu. Homo Erectus’u bu kadar sosyal hale getiren, benim
de asıl ilgilendiğim kısım olan anlatıları ortaya çıkaran olguların da ta
kendisi bu durum.
Bu gelişmelerle birlikte benzer bir kırılma noktası olan
ateşten bahsetmeden de olmaz. Çünkü biraz önce anlattıklarımızın genel
itibariyle kurgulandığı yer ateşin etrafında gerçekleşiyordu. Homo Erektus, ateşi
artık kontrol altına almış ve pişirme eylemine girişmişti. Düşünsenize belkide Homo
Erektus, ilk bilimsel devrimini, keşfini pişirme eylemiyle yaptı. Ateşin
kontrolüyle insan yaşamındaki birçok şey de değişime uğradı. Artık insan ateşi
üretebiliyor ve besinini pişirebiliyordu. Artık silah gibi kullanmaya başladığı
ateşle birlikte, o güne kadar yaşamış en vahşi avcıda diyebiliriz ona. Doğayla
insan arasına nasıl alet yapımı girdiyse besinle yemek arasına da ateş girdi.
Bu durum aşçılıkla uğraştıklarını da kanıtlar nitelikteydi. Tüm bu değişim ve
dönüşümlerle birlikte dilde gelişmeye devam ediyordu. Böylelikle artık zamanın
ve sosyalleşmenin büyük bir bölümü kamp ateşi etrafında gerçekleşirken, iletişim
boyutu gelişen ve guruplar halinde yaşayan insanların sayısı da zamanla
artıyordu. Bu noktada dikkat çekmek istediğim bir durum daha var. Kültürel
yaşamın hemen her alanında et yemenin erkeklik ve şiddetle özdeş algılandığını
görüyoruz. Bu davranışın erkek baskısının, zorbalığının ayrılmaz bir parçası
olduğuna da işaret eder. Özellikle anlatılardan masallara kadar yer alan,
sembol dünyasında da eril yüklemeler taşıyan et yemek, kuvvetle, güçle eşdeğer
tutulmuş ve gündelik yaşamın içine güçlü bir şekilde yerleşmişti. Görüyoruz ki
bu durum bir çok eril durumun da oluşumuna aslında vesile.
‘‘Masalların Arkeolojisi 1’’de Homo Habilis’in Ateşi
keşfetme olayını metaforik bir benzetme yaparak anlatmıştım. Artık Homo Erektus,
Homo Habilis’ten miras aldığı ateşi taşıyan ve bilgiye hükmeden kişiydi. Buna
göre bahsettiğim Prometheus’un ateşi aslında bilginin ateşiydi. Milyonlarca yıl
güvenli saydıkları mağaradan çıkmayan insan bir noktadan sonra o bilginin
ışığıyla karşılaşılışınca geri dönüşü olmayan bir merak onları etkisi altına
almaya başlamıştı. Böylelikle artık mağaradan çıkmaya cesaret edebildi. Sonuçta
gölgeler ve aklı arasında aklını tercih eden Homo Erectus, artık ateşin ne
olduğunu, ne işe yaradığını öğrenmeye başlamıştı. Prometheus, Mağaranın zor
koşullarında kalmak istemeyen Homo Erectus’un eline dışarı çıkar çıkmaz, bu
ateşi sıkıştırdı. Ve aslında dışarı çıkar çıkmaz elindeki ateşle ormanı yakması
ve onu şekillendirmeye başlaması da bir oldu. Böylelikle ilk atalarımızın
doğayla savaşı anlatılara yine bin bir türlü şekilde yansımaya başladı. Ve bu
süreç hiç hız kesmeden hala devam ediyor.
Bu sahne bana ‘’yüzüklerin efendisin’’de ve ‘’Hobbit’’te
‘’Gollum’’u canlandıran Andy Serkis’in yönetmenliğini yaptığı Orman Çocuğu: Mogli
(Mowgli Legend of the Jungle) filmdeki bir sahneyi anımsattı. O sahnede Mogli’nin
kurt ailesi, kaplan ve çakal sürüsü ile bir kavgaya tutuşuyordu. Bu sırada Mogli’de bu kaplan ve çakal sürüsünü
korkutmak için, daha önce ormanın dışında insanların yaşadığı bir yerleşim
yerinde gördüğü ateşi alıp geldi. Amacı, kaplanı ve çakal sürüsünü korkutup
kaçırmaktı. E öyle de oldu. Aslında burada hayvanlara korku salan ateş, medeniyetten
gelen bir bilgiyi, bir aleti temsil ediyordu. Bu durumun sonuçlarını bilen
Moglinin hayvan ailesi bunu kabul etmedi. Çünkü medeniyetten gelen ateş, ormanı
yakıp yıkabilirdi. Ve bir çok mitte olduğu gibi doğa, ateşi getiren Mogli’yi
yani kendine ait olmayanı kabul etmedi. Film zaten bu detaylar ışığında
ilerliyor. Masalların arkelojisi’nin 1. kısmında anlattığım Gılgamış destanını yine
buna örnek verebilirim. Enkidu’nun başına gelenleri hatırlarsanız tamda Mogli’nin
başına gelenlere denk bir şekilde ilerliyordu. Tabi modern film ve mitimiz
arasındaki ufak detayları çıkarırsak eğer.
Erich Fromm’un
İtaatsizlik üzerine adlı kitabını okuyanlar bilir. Bu kitapta da Fromm’un belirttiği
gibi Yunanlıların Prometheus miti de, tüm insan uygarlığının bir itaatsizlik
eylemine dayandığını kabul ediyordu. Buna Adem ve Havva mitinide dahil
ediyordu. Ki bu koşullar altında öylede. Fromm, burada doğayı cennet, ilk
aletin bulunuşunu ilk günah, cenneti terk etmemizle yani doğayı terk edip ilk
aletin bulunduğu andan itibaren oluşturulan dünyaya geçtiğimiz yeri de kıyamet
olarak belirtiyordu. Tanrılardan ateşi çalan Prometheus, aslında insanın evrimine
zemin hazırlamış oldu. Yani Prometheus’un suçu olmasaydı, İnsanlık tarihi de
olmayacaktı. Ve elbette tarih, adamın insan haline geldiği yerdi. Tüm mitlerin,
kutsal kitapların bize anlattığı, kıyametin olgunlaştığı yerdi. Düşünsenize insan, birkaç kırılma noktasıyla
birlikte bir trajedi oluşturdu.
İlginç olan bir durum ise iklim değişikliklerinin evrimimize
sebep olan unsurlar arasında yer almasıydı. Çünkü ilk atalarımız iklim
değişikliğinden dolayı devamlı göç halindeydi. Ve bu durum yeni yerler
keşfetmelerine ya da yerleştikleri yerlerde hayatta kalabilmek için iletişim
yeteneklerinin gelişmesi anlamına gelmekteydi. Ya da göç etmek zorunda olmasalardı,
yeni gelen iklim koşullarına ayak uydurmak durumunda kalacaklardı. İşte
nerdeyse her 1000 yılda bir iklim değişimlerinden dolayı düşünme yeteneklerini
daha fazla zorlamak durumunda kalıyorlardı. Böylelikle devamlı göç halinde olan
Homo Erektus, kıtalar arası yolculuk yapan ilk insan türü olmaktan da geri
kalmadı. 1,8 milyon yıl önce Afrika sınırlarının dışına Asya ve Avrupa’ya ve
daha sonra Avrasya’ya yayılan ilk insan türüydü. Fakat çok yakın zamanlarda Endonezya’nın
Flores adasında yapılan araştırmalar bu düşünceyi değiştirdi. Homo Erectus’u
tahtından edecek yeni bir hikaye yazılmak üzereydi. Çünkü bugüne kadar kabul
gören görüşlere ters bir şeyler gün yüzüne çıkıyordu. Flores adasında bulunan
30 yaşında bir kadın iskeleti bizi Homo Erektus’dan daha da geriye götürüyordu.
Bu yeni Hominid’in adı Homo Floresiensisleri’ydi. Biz ona kısaca Hobbit diyelim.
Zaten Tolkien’in kitaplarında anlattığı küçük
kahramanlarından ilham alınarak verilen bir isimdi. Bu arada Flores adasında
yaşayan halk hala bu Hobbitler’e benzer yaratıkların yaşadığını söylemekte. Bu
sözlü halk hikayesinin kahramanının halk arasındaki ismi Ebu Gogo. Bu Hobbitimiz
belki de Homo soy çizgisinin başlangıcındaki bir döneme aitti. Belki de Hobbitler’in
ilk ataları Afrika dışına göçün ilk dalgasıydı. Araştırmacılara göre Hobbitler’i
bu göçe iten şey bir iklim değişimiydi. Bu iklim değişimiyle hayvanlar, Afrika
dışına taşınınca Hobbitler de bu hayvanlarla birlikte Afrika dışına adım atmışlardı.
Bu yolculuklarda, yaşam alanlarında ateş yaktıklarına dair göstergelerde
mevcut. Birde Bilim insanlarını şaşırtan bir durum daha vardı. Olay daha da
ilginçleşmeye başladı. Çünkü biz Afrika Bozkırlarının insan türünün beşiği
olduğunu düşünüyorduk. Ama Hobbitler’in bulunması bize Afrika’yı terk eden ilk
insanların ‘Turkana Çocuğu’ndan çok önce Afrika’yı terk etmiş olduğu ve daha
ilkel olduğunu gösteriyordu. Aslında belli bir dönem boyunca bilim insanları ve
araştırmacılar Hobbitler’in, Homo Erectus’un ilkel bir biçimi olarak görüyordu.
Fakat Flores adasında bulunan buluntulara göre bu Hobbitler daha kısa ve daha
ilkeldiler. 2 milyon yıl önce Dmanisi Gürcistan’da bulunan ve 91 cm boyundaki
fosillerinden daha da kısaydı. Daha sonra ilerletilen araştırmalar sonuçunda anlaşıldı
ki bizim Hobbitimiz aslında Güney maymunlarından olan Lusy’le aynı türden
olabilirdi. Fakat burada başka bir sorun ortaya çıkıyordu. Lusy, Asya’yı hiç
terk etmemişti. O zaman Hobbitimiz Asya’ya nasıl geldi? Tabi ki baş döndürücü
bir durum var burada. Çünkü jurassic park 1’de bir bölümde başrol oyuncularından
Dr. Lan gördükleri karşısında şaşkınlığını gizleyemez ve şöyle bir cümle kurmuştu.
“Yaşam yolunu bulur”. Burada da Doğa kendi yaşam döngüsünde yolunu bulurken
bizim Hobbitimiz de o yolu takip etmekten geri kalmamıştı. Yani buna göre eskiden
var olduğu düşünülen ve Afrika’dan Çin’e kadar uzanan savanistan adını
verdikleri geniş bir yerden geçtiği düşünülüyordu. Tabi Olay bunlarla bitmiyor.
Bilim insanlarını şaşırtan, diğer bir durum ise insanları diğer hayvanlardan
ayıranın daha büyük bir beyne sahip olma görüşüydü. Çünkü Hobbitimiz küçüktü bu
denge göz önüne alınınca beyni de küçüktü. Hem Homo Erectus’tan daha ilkeldi
ama ateşle ilişkisi vardı. Hem de Afrika’yı Homo Erectus’tan daha önce terk
etmişti. Sonuçta Hobbit’in bulunmasıyla aslında
bu görüşler ters düz oldu.
Peki Hobbit’in bu kadar küçük olmasının sebebi neydi?
Bununla ilgili bir çok görüş var ama en çok dikkatimi çeken ve üzerinde durulan
Hobbit’in Ada cüceliği denilen bir durumdan etkilenmiş olabileceği. Sınırlı
besin kaynaklarına sahip izole adalarda, büyük memeliler bazen enerji
tasarrufundan dolayı zamanla küçülebilirlerdi. Ya da tam tersi bir duruma göre
büyüyebilirlerdi. Ada cüceliği veya devliğinde başka bir yazının konusu. Bu
durumu destekler nitelikte bizim Hobbitimizin bulunduğu yerde küçük fil
kemiklerinin bulunması da aslında ada cüceliğini destekler nitelikte.
Bu durum aklıma bilim kurgunun babası Jules Verne’in ‘’Esrarlı Ada’’ kitabını hatırlattı. Hatta ‘’Gizemli
Adaya Yolculuk’’ filmi Jules Verne’in bu kitabından esinlenerek yapılan bir
film. Bu gizemli adada kahramanlarımız Evrimleşme sürecinin tersine işlediği bir
dünyada kendilerini buluyordu. Yani fillerin küçük, kertenkelelerin büyük
olduğu bir dünyada. Aynı durum Hobbitler içinde geçerli olabilirdi. E o zaman Güney
maymunlarından Hobbitler’e fantastik Tolkien hikayeleri boşuna çıkmadı gibi
gözüyor. Belki de Lucy’le birlikte başlayan Kahramanın yolculuğu, Hobbitimizide
aynı duygularla çok uzaklara götürmüş olabilir. Cüce fillerin, iri sıçanların,
dev Komodo ejderhalarının, hatta devasa kertenkelelerin, ufak insanlar tarafından
avlandığı tuhaf, esrarengiz tarihöncesi bir dünyaya götürmüş olabilir.
Tarih öncesi bu dünyada Homo Erectus’un sosyalleşmesini
sağlayan en önemli unsurlardan bir diğeri ise Ritüellerdi. İnsan yaşamına ait
ilk ritüellere yine Homo Erektus türünde rastlanıldı. Fakat bu konuda bir
kesinlik yok. Çünkü Homo Erectus’un bazı kafataslarından beyinlerinin
çıkarıldığına dair bulgulara da rastlanıldı. Bu durumun bir tür yamyamlık
olabileceğini doğurduğu gibi bir tür ritüel olabileceği de düşünülüyordu. eğer
böyleyse insanın zihinsel ve dilsel faaliyetlerinde inanılmaz bir yükselme
mevcuttu. Bu tür ritüeller arasında, mezarlara ait bulgular, kaya oyma sanatı,
yerleşim yerlerinde bulunan kültürel malzemeler ile insanlar ve hayvanlara ait
kemikler bulunuyordu. Bu ritüeller aklımıza ölüm korkusunun insan olanda ne
kadar etkili olduğunu da gösteriyor.
Arthur Schopenhauer’ın ‘’Ölüm ve İçsel Doğamızın Yok
Edilemezliği ile Olan İlişkisi’’ adlı kitabında, yazısında, buna dair söylenmiş
birçok şey var. Schopenhauer’ın da dediği gibi hayvanlar ölüme dair bir bilgiye
sahip olmaksızın yaşarlar. Bu hep merak ettiğim bir şeydi. Belki de doğru
cevabı şimdilik buldum mu bilmiyorum ama Schopenhauer şöyle devamını getirir:
“Bu yüzden, herhangi bir hayvan, kendi kendisini ancak sonsuz
olarak idrak ettiği için türünün mutlak yok olmazlığı ve ölümsüzlüğünden
yararlanırdı. İnsanlara ise ölümün o dehşetengiz kesinliği, zorunlu olarak
mantık yetisiyle beraber ortaya çıktı. Fakat tabiatta her kötülük için bir çare
veya en azından telafi edici bir şeyin verilmiş olması gibi ölüm bilgisini sunmuş
olan o aynı düşünce, o aynı mantık, insana, metafizik bakış açılarının, elde
edilmesinde yardımcı oldu. Ama bu tür görüşlere bir hayvanın ne gereksinimi ne de
onlar için bir yetisi vardı.”
Düşünsenize insan
kendini sonsuz olarak idrak edemeyeceğinin farkına vardı. Yani türünün mutlak
yok oluşunun farkında. İnsana ait ilk ritüellerin hız kesmeden filizlenip,
serpilmeye ve gelişmeye devam etmesinin en büyük nedenlerinden biriydi bu durum.
Yani İlkel bir varoluş sancısı etrafımızı sarmış durumdaydı. Ve sancılı
varoluşumuzun sonunda geldiğimiz nokta bu kadar teknoloji var ama yoksulluğu
yenemiyordu. Taşta kendini bulan insan, başka bir aydınlanmayla ilerleyen
serüvenlerinden birinde parayı da buldu. Ama insanlığın 4,5 milyon yılda
geldiği nokta paran yoksa ısınamıyor, paran yoksa yemek yiyemiyor, paran yoksa
su içemiyor, paran yoksa konaklayamıyor ve paran yoksa giyinemiyordu. En vahim
olanı ise deprem oluyor, bina çöküyor, binaya izin vermesi vermemesi ayrı
konuyken, deprem sonrası krizleri yönetemiyordu. Birde üstüne depremden
haftalar haftalar geçiyor ve halen cenazelerle sağ olanları bulup çıkaramıyordu.
Kaç kişinin hayatını kaybettiği uzun zaman geçse bile bilinemiyordu. Ama bu
durumda anormal derecede normaldi. Şimdi tablo böyleyken bilgiyi keşfeden Homo Erectus
bu bilgiyle ne yapacaktı? İlerleyen bölümlerde bunu beraber keşfedeceğiz.
Kaynaklar:
1. https://www.youtube.com/watch?v=DJ1smm89cN8&t=131s
2. https://www.youtube.com/watch?v=nZB54jcADPY
3. https://turuz.com/storage/her_konu-2019-7/7969-Ademden_Once-Jack_London-H.Pinar_Kur-1971-172s.pdf
4. https://www.youtube.com/watch?v=9vowMrzHz0k&t=125s
5. https://www.youtube.com/watch?v=y27vOmvkWkk
6. https://evrimagaci.org/homo-erectus-dunyanin-en-eski-karalama-cizimlerini-yapti-4987#
7. 2001:
A Space Odyssey (1968, Stanley Kubrick)
8. Rise
of the Planet of the Apes (2011, Rupert Wyatt)
9. I
Origins (2014, Mike Cahill)(güney maymunlara örnek.)
10. Planet of
the Apes (1968, Franklin J. Schaffner)
11. Planet of
the Apes 2001
12. The Time
Machine (2002, Simon Wells)
13. Le Guerre
de Feu (1981, Jean-Jacques Annaud)
14. Cave of
Forgotten Dreams (Belgesel)
15. Homo
Erektus 2007
16. İnsan Olmak
2 | İnsanlığın Doğuşu [Becoming Human - Birth of Humanity]
17. İnsan Olmak
1 | İlk Adımlar [Becoming Human - First Steps]
18. Eriçh
Fromm- İtaatsizlik üzerine
19. Sçhopenhauer-
Ölüm ve İçsel Doğamısın Yok Edilemezliği ile Olan İlişkisi
20. İsmail
gezgin- homo narras
21. İsmail
gezgin- uygarlaşan insan
22. İsmail
gezgin- sanatın mitolojisi
23. Türlerin
Odyssey'i | Belgesel
24. Creation
(2009, Jon Amiel)
25. TRILOGY OF
LIFE - Walking with Beasts & Walking with Cavemen - "Neanderthal"
(Homo neanderthalensis
Yorumlar
Yorum Gönder