Carlo Lorenzini ismini çok az kişi biliyor olabilir. Direk
ismini söylemeden önce bu ismi taşıyan kişinin başından geçenleri anlatmak
lazım. Floransa’da 1826 yılında doğmuş olan Carlo, muhafazakar ve yoksul bir
ailenin içinde büyüdü. Babası aşçı ve uşak olarak çalışıyordu. (Carlo’nun
yaşadığı dönemden dolayı annesi hakkında her hangi bir bilgiyi bulamadım) İlahiyat
okulundan mezun oldu. Bu durumlar milliyetçi ve muhafazakar düşüncelere sahip
olmasına sebebiyet verdi. Başka bir deyişle, hayatını yönlendiren koşuları bu
durumlar oluşturdu.Avustralya’ya karşı yürütülen “yeniden yükseliş” hareketine
destek için gazetecilik yapmaya başladı. 1848 yılında, “Collodi” takma adını,
hükümetin daha sonra kapatacağı kendisine ait “II Lampione (Türkçe’si: sokak
lambası)” gazetesinde yazılarının altında imza olarak kullandı. Bu kapatılma
sonrası tarihler 1853’ü gösterdiği zaman “La Scaramuccia (Didişme)[1]” isminde yeni bir dergi kurdu. 1859’a kadar gazeteciliği tekrar sürdürdü.(Şüphesiz ki tam bu noktada Carlo’nun politik çizgisi değişmediyse, neden ikinci açılan yayının kapattırılmadığı soru işareti olarak durmaktayken, hem İtalyanca bilmememden kaynaklı olarak hem de söz konusu yayınların kapatılmasını desteklemediğim düşüncesini bir kenara bırakıyorum) O dönem Cumhuriyetçi ve Liberal görüşleri savunan, Giuseppe Garibaldi ve Giuseppe Mazzini’nin öncülüğünü yaptığı birleşik İtalya için silahlı mücadeleye girdi. 1861’de İtalya krallığı kurulunca Floransa’ya geri döndü ve bu sefer kendi destek verdiği iktidar için sansür kurulunun da içinde yer aldığı bir dizi kamu görevinde yer aldı. 1875’de çocuk kitaplarının İtalyanca çevirileri için Floransa’lı bir yayın evi ile çalıştı. Bu çalışma edebiyat yönünden onu çok etkileyen bir sürece girmesine sebebiyet verdi. Verdi çünkü çevirdiği kitapların içinde Perrault Masalları’da vardı.
Yeri gelmişken Perrault Masalları’ndan bahsetmekte yarar
var. Söz konusu masalların içinde 1628 ve 1703 yılında yaşamış olan Fransız
yazar, şair ve edebiyat teorisyeni Charles Perrault’un çocuklarına okuyacak
doğru düzgün hikaye bulamamasıyla yazıldığı “iddia edilen” hikayeler var. İddia
diyorum çünkü günümüzde hemen hemen her bir hikayede o dönemde yaşamış
çocukların acılarından kesitler bulunuyor. Bu hikayelerden yararlanan başka
yazarlarla birlikte Charles’da bu acıları direk değil, çeşitli metaforlarla anlattığı
biliniyor. “Kırmızı başlıklı kız, Uyuyan Güzel, Çizmeli Kedi, Külkedisi” bu
hikayelerden en çok bilinen dördü. Konuyu kafamızda canlandırabilmek açısından
ufak bir örnek vermek gerekiyor şüphesiz. İlk akla gelen Kırmızı Başlıklı Kız… Söz konusu hikayenin dönemin taciz ve
tecavüzüne uğrayan kız çocuklarını anlattığı çok açık. Hikaye için seçilmiş
olan kırmızı rengi bile bu göstergelerden bir tanesi. Ancak bunu derken yazıyı
çok uzatmamak adına konun daha fazla detaylarına girmeden direk geçiyorum. Bunun yanında Perrault Masalları’nın Dünya
çocuk öykülerinin babası olduğu kabul edildiği de bir kenara,bu öykülerden bir
çok başka öyküler doğduğunu unutmamak gerekir. Bunlardan bir tanesi de Grimm
masalları…
Grimm masalları denilince akla hemen Almanyalı Grimm
kardeşler gelir [Jacob
Grimm (1785-1863) ve Wilhelm Grimm (1786-1859)], Grimm kardeşlerin köy köy
kasaba kasaba gezip Almanya’da ki sözlü edebiyat ile aktarılan tüm çocuk
hikayelerini kitaplarında topladıkları bilinmekte. Dolayısıyla bu hikayelerinde
o dönemi anlattığı açıkça ortada. Ama bunun yanında unutulmaması gereken
noktalardan bir tanesi de kardeşlerin, Perrault masallarından da beslenmiş
olmaları. Dolayısıyla dönem ve çocukların yaşadığı acılar aynı olunca
hikayelerde aynı oluyor.
İşte Carlo Collodi’de bu sosyo-politik ve edebi dönemin beslendiği bir zamanda çeviriler yapıyordu! Perrault çevirileriyle başlayan çalışmalarının doruk noktasını Pinocchio (Pinokyo) oluşturacaktı. Kronolojik olarak sıralanırsa yapıtlarından Giannettino 1876'da, Minuzzolo 1878'de yayımlandı. Pinocchio'nun (Pinokyo 1944, 1991) ilk bölümleri 1880'de Giornale dei bambini adlı çocuk dergisinde çıktı ve çok beğenildi.
Yazının bu giriş bölümünden sonra asıl konumuz olan
Pinokyo’ya dönecek olursa eğer. başlangıçta yazarı hikayesine güvenmez ve
yayınlaması için gönderdiği gazete sahibi Fernando Martini’ye şu notu
ilettiğini belirtmek gerekir: “sana çocukça bir hikaye gönderiyorum… Ne
istersen öyle yap, ancak yayınlamaya karar verirsen, sürdürme isteğimi motive
etmen için bana iyi para teklif et.”
Bu şekilde başlayan Pinokyo’nun macerası gazetede 15 bölüm
olarak yayınlanır. En sonunda ağaca düşmanları tarafından asılan Pinokyo,
okuyucuların yoğun beğenisi karşısında 3 yıl boyunca maceraya devam eder. Son
noktayı ise kitap olarak koyar. Gazetedeyken Pinokyo’nun çizimini Ugo Fleres
yaparken, daha sonra ki kitap basımında ise Enrico Mazzanti çizer.
Sürrealizm ile birlikte realizmi oldukça güzel harmanlamış
olan yazar, aslında gazete sahibine yazmış olduğu “sana çocukça bir hikaye
gönderiyorum” kısmında ki kendi yazdığını küçümseme haliyle oldukça tezat bir
duruma düşer. İşte bu tezatlık, yazarın kitabının “klasik çocuk edebiyatı”
sınıfından çıkarıp bizi incelemeye götürüyor.
Carlo, Almanyalı ve Fransalı meslektaşları gibi canlılar
üzerinden bir iki tane haricinde çok fazla metafor kullanmamış.Bunun yanında
oldukça fazla liberal öğeler mevcut. Özel mülkiyet ve itaat etme vurgusu
kitabın bir çok yerinde geçiyor. Bu kısmı anlayabilmek açısından fazlaca alıntı
yapmak gerekiyor.
Orman yolundan evine gitmek isterken çok acıkan Pinokyo bir
üzüm bahçesi görür. Açlığını bastırmak için buradan birkaç salkım üzüm almak
ister ama ayağını arazi sahibinin kurmuş olduğu kapana kaptırır. Bu acı durumu
gören Ateşböceği ile Pinokyo arasında ilginç bir diyalog geçer:
Ateşböceği onu görünce acımış ve durup, “zavallı çocuk!” diye yanıt
vermiş.”Bacakların nasıl da o sivri tuzağın içine giriverdi?”
“Şu muskat üzümlerinden iki salkım toplamak için bu tarlaya girdim ve…”
“Ama üzümler senin miydi?”
“Hayır”
“Ee, sana başkalarına ait şeyleri almayı kim öğretti?”
“Açtım”
“Açlık bize ait olmayan şeyleri almak için iyi bir sebep değildir,
oğlum”
Daha sonra Pinokyo’yu arazi sahibi yakalar ve ona ceza
olarak ölmüş olan köpeğinin yerine geçmesi için zorlar. Köpeğin tasmasını
Pinokyo’nun boynuna geçirir ve eğer tavuklarını çalan hırsız görürse aynı ölmüş
olan köpeği gibi “havlamasını” söyler.
“Acıkmış olan bir çocuğa köpek muamelesi yapılması” özel
mülkiyetin savunulması açısından
çarpıcıdır.
Yine kaybolduğu zamanlardan bir tanesinde bir adaya düşer.
Ada’da bulunan bir kasabayı yazar şöyle tanımlar:
Yarım saatten uzun süre yürüdükten sonra Çalışkan Arılar Köyü adındaki
ufak bir köye gelmiş. Sokaklar, işlerine bakarken bir o yana bir bu yana giden
insanlarla dolup taşıyormuş; hepsi çalışıyormuş, hepsinin yapacak bir işi
varmış. Büyüteçle bile bakılsa aylak veya boş gezen bir bulunamazmış.
(…)
Bu sırada açlığı onu kemiyormuş çünkü yirmi dört saatten uzun süredir
hiçbir şey yememiş, bir kase bezelye bile.
Ne yapacakmış?
Orucunu açmak için sadece iki yol görebiliyormuş: Ya biraz iş
isteyecekmiş yada beş kuruş veya bir lokma ekmek için dilenecekmiş.
Dilenmeye utanmış çünkü babası her zaman sadece yaşlıların ve
hastaların dilenmeye hakkı olduğunu söylermiş. Bu dünyadaki gerçek fakirler,
yani yardım ve şefkat hak edenler, yaşlarından veya hastalıktan dolayı
kendilerine kendi ellerinin emeğiyle bakamayanlarmış. Diğer herkesin çalışma
zorunluluğu varmış ve çalışmamayı seçip aç kalırlarsa, onlara vah vah.
Buyurun size çocuk işçilik!
Daha sonra karşılaştığı insanlardan ardı ardına yiyecek bir
şeyler isteyen Pinokyo, hep aynı cevap ile karşılaşıyor: “bana yardım edersen
sana para veririm” Peki bu yardımın konusu nedir? Tabi ki yaşı büyük bir
işçinin yapacağı işi “sadece”
Pinokyo’nun yapması!
Grimm kardeşlerin “Fareli köyün kavalcısı“ hikayesini hemen
hemen herkes bilir. Ancak bu hikayede geçen farelerin tamamen metafor olduğunu
ve dönemin haçlı seferlerine katılan çocuklarını temsil ettiğini kaç kişi
biliyor? Muhtemelen bir elin parmaklarını geçmez.
Aynı
metafor bu sefer Pinokyo tarafından yaşanmış vaziyette. Ama sefer fayton
olarak…
Nihayet fayton gelmiş. Üstelik hiç ses çıkarmadan gelmiş çünkü
tekerlekleri yün ve bezle kaplıymış. Faytonu on iki çift eşek çekiyormuş, hepsi
ufakmış ama renkleri farklı farklıymış. Bazılarının gri tüyleri, bazılarının
beyaz tüyleri, bazılarının kırçıllı benekleri, bazılarının ise kalın sarı ve
mavi çizgileri varmış. Ama en tuhaf şey şuymuş: Bu on iki çift eşek – yirmi
dört eşek- yük taşıyan diğer bütün hayvanlar gibi nal takmak yerine, beyaz
deriden çizmeler giyiyorlarmış.
Peki ya faytoncu?
Minyatür bir adam hayal edin ki en boyundan fazla olsun, bir kalıp
teyerağından daha yumuşak ve yağlı olsun, ufak pembe bir elmayı andıran bir
yüzü, her zaman gülen küçük bir ağzı ve nazik sahibesine yaltaklanan bir
kedininki gibi incecik yağcı bir sesi olsun. Bütün çocuklar görür görmez ona
bayılırlar ve faytona binip haritalarda oyuncak diyarı adıyla geçen o dünyadaki
cennete götürülmek için yarışırlarmış.
Gerçekten de fayton çoktan sekiz ve on iki yaş arasında çocuklarla
dolup taşıyormuş, çocuklar konserve sardalyalar gibi üst üstelermiş(…)
Faytonla gidilen yolculuğun sonunda oyuncak diyarında doya
doya oyun oynayan çocuklar bu seferde önce kulaklarının daha sonra tüm
bedenlerinin eşeğe dönüştüğünü fark ederler. Bu yönüyle Carlo Collodi, mitolojiden de yararlanmış olması muhtemel.
Aksi halde Kral Midas’ın kulakları gibi Pinokyo’nun da kulakları “eşek
kulakları” olmazdı.
Yazının gelişme bölümünde yazarın metaforlardan
yararlandığını belirtmiştim. Bunlardan bir tanesi yine yolunu kaybeden
Pinokyo’nun karşısına çıkan tilki ve kedi. Tilki’nin neyi temsil ettiği
herkesçe malumken bunun yanında kedinin ortaçağ Avrupa’sında şeytanı temsil
ettiği bilinmekte. Pinokyo’nun kedinin patisini ısırıp koparması sırasında
şeytandan üstün geldiğine işaret ediliyor. Bunun yanında Pinokyo’yu tilki ile
birlikte ikinci kere kandırmaya çalıştıklarında her ikisinin de üstünde örtü
bulunması şeytanın kılık değiştirdiğine işaret ediyor.
Ama bunca bilginin yanında bana kalırsa hikayenin en çarpıcı
yanı, Pinokyo’nun eşek olduktan sonra ki başına gelenler. Bunların başında ilk olarak,
eşeğin derisinin yüzülmek için denizde boğmaya çalışılması. Bu şekilde
denildiğinde akılda hiçbir şey canlanmamış olabilir ancak eşeğin at
familyasından geldiği bilinmekle birlikte aynı zamanda inatçılığında temsilcisi
olduğu bir gerçek. Yetmiyor, karşımıza yine mitoloji çıkıyor! Mitoloji de
Poseidon, denizlerin ve atların tanrısı olarak biliniyor. Öyle ki, denizciler
denize açılmadan önce at kurban ettikleri bilinmekte. Tam bu noktada hikayemize devam edersek eğer,
eşeğe dönüşmüş Pinokyo, denize sarkıtıldıktan sonra tekrar eski haline geliyor.
Başka bir deyişle hikayenin devamında bahsedilen peri bu seferde Poseidon
oluyor.
Fakir veya hasta ebeveynlerine şefkatle bakan çocuklar büyük övgü ve
sevgi hak ederler, itaat ve iyi davranış modelleri olarak kabul edilmeseler
bile.
Hikayeler yazılırken isteyerek olsun, istemeyerek olsun fark
etmeksizin yazarın yaşadığı dönemden kalıntılar taşır. İşte bu kalıntılardan
bir tanesi de Pinokyo’ya yansımış. Mitolojisiyle, metaforuyla ama en önemlisi dönemin
çocuk işçiliğini anlatmasıyla! Ki bu son kısım Pinokyo’nun da özeti.
Yorumlar
Yorum Gönder