20 y.y. Felsefesi

Varoluşçuluk ve Önemli Temsilcileri Varoluşçuluk, bireyin kendi varlığını ve anlamını yaratma sorumluluğunu vurgulayan bir felsefi akımdır. Varoluşçulara göre, insan varlığı, önceden belirlenmiş bir öz veya anlam taşımaz. İnsan, kendi seçimleri ve eylemleriyle anlam yaratır. Bu nedenle, varoluşçuluk, bireysel özgürlük ve sorumluluğu ön plana çıkarır. Önemli Temsilciler: Søren Kierkegaard: Varoluşçuluğun öncülerinden biri olarak kabul edilir. İnanç, kaygı ve bireysellik üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Friedrich Nietzsche: Güç iradesi, Üstinsan ve Tanrı'nın ölümü gibi kavramlarla varoluşçuluğa önemli katkılar sağlamıştır. Jean-Paul Sartre: Varoluşçuluğun en tanınmış temsilcilerinden biridir. "Varoluş özden önce gelir" sözüyle varoluşçuluğun temel tezini özetler. Simone de Beauvoir: Kadınların varoluşsal durumunu ve cinsiyetçiliği ele alarak varoluşçuluğa yeni bir boyut kazandırmıştır. Postmodernizm: Eleştir

KÜRK MANTOLU MADONNA: KÜRK MÜ KABUK MU? / Gülsen Akar


 

 Develer tellal pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken 20. yy'ın ilk çeyreğinde sosyal psikoloji, ayakları henüz yere basan, kavramsal olarak yeni yeni olgunlaşan bir disiplin imiş. Sosyal psikoloji, psikolojinin alt disiplinlerinden biri olarak toplumun içinde faal olan bireyi, özellikleri ve kendiliği bağlamında araştırır. Salt toplumla ilişkisi bakımından değil daha geniş bir perspektiften bakarsak her bir öteki ile olan münasebetini ve hatta öteki olmadan gerçekleştirdiği eylemleri merak eder. Sabahattin Ali’yi ve sosyal psikolojiyi bu bağlamda birlikte ele almamın sebeplerinden biri yazarın “toplum”cu bir zemin üzerinde eserlerini oluşturmasıdır. Sabahattin Ali eserlerinde kişisel deneyim ve duygulardan bahsetse dahi bunu bir şekilde toplumsal bir zemine oturtmayı veya topluma ve işleyişine dair bir eleştiri ile göz kırpmayı ihmal etmemiştir. Kürk Mantolu Madonna adlı eseri ise her ne kadar akla ilk olarak aşk temasını getirse de bundan çok daha fazlasını okuyabilmeyi sağlayan bir alt metin taşır.

 

 Eser II. Dünya Savaşı’nı önceleyen yıllarda yaşanan hazin bir aşk hikayesini konu almakta, ayrıca arka planda dönemin zihniyetine ve toplumun yapısına ayna tutmaktadır. Hem Sabahattin Ali'nin kalemini etkilemiş karamsar, soğuk ve yalnız Rus edebiyatından izler taşıyan hem de iki dünya savaşı arasında ilerleyen süreçteki karanlık atmosferi ve insanlığın üstüne çöken “anlamsızlık” girdabını yansıtan eser, en yakın ilişkilere sahip olsalar dahi insanların birbirine ne denli yabancılaşabileceklerini göstermektedir. Bu kurulu düzenin içerisinde bize biçilen rollerden birini oynayan karakterlerden olan Raif de bu yabancılaşmayı ruhunun en derinlerine dek hisseden belki en çok da bunun sancısını çeken anakarakter olarak karşımıza çıkmakta. Ali, karakterini oluştururken Amerikanvari bireycilik anlayışıyla aslında topluma karşı sessiz bir isyan dalgası başlatarak bireyi var etmeye çalışmakta. Bu anlayışın ne kadar işlevsel ve kullanışlı olduğu tartışılır pek tabii... Zira Batı insanın doğasının hedonik olduğunu yani acıdan kaçıp hazlarının peşinde koştuğunu iddia eder. Bir anlığına çenenizi avcunuzun içine alın ve düşünün: dünya yepyeni bir savaştan çıkmış ve yaralarını sarmaya çalışırken aslında utançlarla dolu yeni bir savaşa doğru koşar adım ilerliyorken siz bu alacakaranlığın içerisinde hem toplumun nezdinde hem kişisel ilişkilerinizde en önemlisi de kendinizle olan ilişkinizde var olmaya ve bir anlam bulmaya çalışıyorsunuz. Ne kadar da iç bunaltıcı, insanın kalbini ellerinin arasında sıkmışçasına acıtan bir imgelem... İşte bu atmosfer içerisinde nefes almaya çalışan birey elbette acıdan kaçmak ve haz elde etmek isteyecektir. Raif’in ise bir türlü kaçamadığı acısı yalnızca bir kadına duyduğu aşktan ve kavuşamamaktan ötürü duyduğu bir acı değil; onunki aslında var oluşuyla ilgili, bu dünyaya geldiği ilk andan itibaren kurduğu veya kuramadığı tüm ilişkilerle ve kendiliği ile ilgili bir acı... Ve bu acı hiçbir acıya benzemez dersek abartmış olmayız.

 

 Kitabın ilk kısmında ismini bütün kitap boyunca öğrenemeyeceğimiz anlatıcı, bir iş arayışında iken karşımıza çıkar. İşsiz kaldığı için oldukça bunalmış ve kaygılı hisseden anlatıcı, iş bulamaması tamamen kendi kabahati ve beceriksizliğiymişçesine utana sıkıla yürürken çocukluk arkadaşı Hamdi ile karşılaşır. Hamdi, bizim anlatıcının aksine iyi bir yerlerde koltuk sahibi, “müdür” unvanını çoktan eline almış dolayısıyla maddi hiçbir kaygısı bulunmayan bir karakterdir. Hamdi’nin üzerine konuşulacak çok şey var aslında fakat önce sosyal psikolojinin bize bu yazıda ışık tutacak en önemli konularından birinin üzerinde durmakta fayda var: Benlik. Freud’a göre oldukça kişisel, özel ve ulaşılması zor olan benlik, biriciktir. Fakat sosyal psikolojinin de bizlere önermesiyle biliyoruz ki benlik kolektif de olabilmektedir çünkü dünyadaki milyarlarca insanı tanımlayan ortak kavramlar ve terimler bulunabilmektedir. Benliğini yani kendiliğini algılama yoluyla kendini araştırabilen insan


 

ötekilerle olan ilişkilerinde de benlik kavramı üzerinden yeni bağlantılar kurabilmektedir. Aynı zamanda sosyal psikoloji kendimizi başkalarıyla karşılaştırarak aslında kendimiz hakkında bir şeyler öğrenebilme imkanımız bulunduğunu söyler. Hamdi karakterini tekrar ele alacak olursak, Hamdi’nin kendi benliğini yüceltmeye ve doyurmaya dair uyguladığı karşılaştırma türünün aşağı doğru karşılaştırma olduğunu söyleyebiliriz. Hamdi karakteri kendini “kendinden daha aşağı” mevkide olduğunu düşündüğü insanlarla karşılaştırarak benlik değerini yüceltmeye çalışırken bu karşılaştırmayı kendisi için özellikle önemli olan para ve maddi güç kıstasları üzerinden yapmaktadır. Eski sıra arkadaşı olan anlatıcı ile karşılaştığında sergilediği hem büyüklenmeci hem merhamet şövalyesi tavrı da buradaki kıyastan ileri gelmektedir. Arkadaşına haline acıdığını ima eden söylemlerde bulunurken kendi benlik değerini ve otoritesini yeniden yaratan ve besleyen Hamdi, ona merhamet göstererek onun konumunda olmadığına dair duyduğu şükran duygusunu da ifade etmektedir. Hamdi aslında istikrarsız bir yüksek özgüvene sahip bir karakter dersek yanlış olmaz çünkü önem verdiği kıstaslar konusunda gücü elinde bulundurduğu müddetçe özgüveni yüksektir. Kendi otoritesini ve gücünü dayattığı insanlar var oldukça, kendisine karşı gelinmedikçe özgüveni yüksektir aksi takdirde çirkinleşebildiğini hatta saldırganlaşabildiğini göstermektedir. Anlatıcının okuyucu ile paylaştığına göre Hamdi, şirkette diğer çalışanlara gösteremediği sert tutumu, kim ne derse desin sessiz bir eda ile dinleyip sükunetini bozmayan Raif Bey’e göstererek aslında her bir azarında statüsünü güçlendirmeye çalışmaktadır. İstikrarsız yüksek özgüveni olan kişiler şiddeti ve saldırganlığı benliği yüceltici ve koruyucu bir araç olarak kullanabilirler. Hamdi’de rastladığımız da bunun bir örneğidir diyebilmekteyiz. Hamdi’nin kendilik değerinin kaynağı budur: başkaları üzerinde kurduğu otorite ve elde ettiği maddi güç...

 

 Kitabın baş karakteri Raif Efendi’yi anlayabilmek için biraz daha içe dönmek gerekecektir. Kitapta her ne kadar Raif Efendinin annesi ile olan bağına ve ilişkisine dair bir şeyler okuyamasak da babası ile kurduğu ilişkiden ve annesi ile ilgili olan bir iki satırdan yola çıkarak öncelikle Raif Efendi’nin ilişki bağlarına ardından kişiliğine dair çıkarımlara varabilmekteyiz. Raif Efendi eldeki verilerden çıkardığımız kadarıyla babanın otoritesinin hakim olduğu bir evde yine babanın ve toplumun eril tahakkümünün gölgesinde kalmış, oğlunu toplumsal olana uygun yetiştirmek konusunda sorumluluk hissetmiş ancak oğlunun pek de umduğu gibi olmaması sebebiyle duygusal olarak pek uzak kaldıkları bir anne figürünü tanıtmaktadır. Bağlanma kuramı ve gelişim psikolojisi alanında yapılan araştırmalar bize şunu söylemektedir: hayatın ilk yıllarında bakım verenle kurulan ilişkinin kalitesi, yaşamın ileriki yıllarında kurulan ilişkileri belirleyebilmektedir. Raif Efendi annesi ile duygusal açıdan uzak olan her anında yanında bulamadığı veya yanında hissedemediği bu ilişkisinden ötürü kaçıngan-kaygılı bir bağlanma stili geliştirmiş olup yaşamının ileriki yıllarında da insanlarla ilişkilerinde bu bağlanma türüne göre istemsizce ilişkilerini şekillendirmiştir. Özellikle ergenliğinin ve gençliğinin ilk yıllarında kadınlarla romantik ilişki deneyimlerinde kadınların ona ilgi gösterdiğini anladığı anda kendisini tamamen geri çekmesi Raif Efendi’nin kaçıngan- kaygılı bir bağlanan olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda içe dönük ve Almanya’da kitapların içinden fırlayıp gelen hayatının aşkı Maria Puder de insanlara güvenemeyen, uzun soluklu ve derinliği olan ilişkiler kurmaktan kaçınan bir kaçıngan bağlanmacı tiptir. Hatta kendisindeki bu güvensizliğin de, insanlara inanabilme kabiliyetini yitirmiş olmasının da gayet farkında olup her defasında Raif Efendi’ye söylemektedir. Maria Puder’in her buluşmalarında Raif Efendi’ye aralarındaki bu ilişkinin arkadaşlıktan öte  olamayacağını söylemesi fakat dilde, düşüncede ve davranışta yakınlaşmak lazımgelen her bir eylemin ilk cesur adımının kendisinden olması, aslında


 

ilişkiye ve kişiye duyulan hazzın yoğunluğu ile yaşadığı kaygının ve korkunun savaşına dönüşmektedir.

 

 Raif Efendi, dünyaya okuduğu kitapların açtığı pencerelerden bakan, oldukça hayalperest ve romantik olan hatta anne ve babasının deyimiyle “kız olarak doğması” gereken” bu da yetmiyormuşçasına hayatta her daim kitaplardaki gibi hayatlar ve insanlar arayıp bulamadıkça kendi kabuğuna çekilen bir adam... Öyle ki bu kabuğunu yaş aldıkça somutlaştırıp gerçek bir kabuğa dönüştüren bir adam diyebiliriz. İşte bu kabuk, Raif Efendi’ye iç dünyasında yalnızca kendisine ait bir yaşam sürdürmekte olup etrafındaki insanlara yabancılaşmasına, onlarla duygusal olarak bir bağ kuramamasına hatta eşi ve kızlarının dahi hayatında bir gereklilikten öteye gidememesine sebep olmaktadır. İçe dönük kişiliği sebebiyle yaşamına dair hiçbir unsuru paylaşmayan Raif Efendi zihnini ve kalbini yalnızca siyah kaplı defterine boşaltmaktadır. Sıklıkla hasta olan Raif Efendi, bu hastalıkları esnasında üzerine gereğinden fazla sıcak tutacak kıyafet sarmaktadır. Bu yönüyle zihnimde “somatizasyon”u çağrıştırmaktadır. Somatizasyon, kişinin yönetemediği yoğun stres ve kaygı durumlarına bedenin fiziksel olarak semptomlar göstererek tepki vermesidir. Raif Efendi’nin özellikle duygusal olarak zorlandığını düşündürten zamanlarda hastalanması ve işe gelmemesi aslında hasta olduğunda gereğinden fazla kalın kıyafetler giymesi ve iç dünyasında biriktirdiği anıların ve duyguların ne kadar yoğun olduğunu, bedeninin artık fizyolojik olarak bu birikime karşı bir tepki gösterdiğini ifade etmektedir. Hastalık dönemlerinde kat kat kalın giysiler giymesi ise benim zihnimde ruhunu koruduğu kabuğunun bu dönemlerde yetmediğini, bedenini koruması gereken bir kabuğa da ihtiyaç duyduğunu imgelemektedir. Ruhen ve fiziken bu denli nahif bir karakter olan Raif Efendi’nin yaşadığı hüzün, pişmanlık ve yabancılaşma onu zamanla hasta etmiş, içini nihayet bir insana açtığında ise bedeni son görevini yapmışçasına hayata elveda demiştir.

Yorumlar

  1. Yazarın bu bilindik eseri ele alış biçimi ilham verici olmakla birlikte yalın üslubu dikkat çekiyor. Bu güzel yazıyı okurla paylaştığı için teşekkür ederiz.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme