20 y.y. Felsefesi

Varoluşçuluk ve Önemli Temsilcileri Varoluşçuluk, bireyin kendi varlığını ve anlamını yaratma sorumluluğunu vurgulayan bir felsefi akımdır. Varoluşçulara göre, insan varlığı, önceden belirlenmiş bir öz veya anlam taşımaz. İnsan, kendi seçimleri ve eylemleriyle anlam yaratır. Bu nedenle, varoluşçuluk, bireysel özgürlük ve sorumluluğu ön plana çıkarır. Önemli Temsilciler: Søren Kierkegaard: Varoluşçuluğun öncülerinden biri olarak kabul edilir. İnanç, kaygı ve bireysellik üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Friedrich Nietzsche: Güç iradesi, Üstinsan ve Tanrı'nın ölümü gibi kavramlarla varoluşçuluğa önemli katkılar sağlamıştır. Jean-Paul Sartre: Varoluşçuluğun en tanınmış temsilcilerinden biridir. "Varoluş özden önce gelir" sözüyle varoluşçuluğun temel tezini özetler. Simone de Beauvoir: Kadınların varoluşsal durumunu ve cinsiyetçiliği ele alarak varoluşçuluğa yeni bir boyut kazandırmıştır. Postmodernizm: Eleştir

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

 


İnsanları hikayeleştiren anlatıların, masalların kökenlerini ya da bu hikayeleri oluşturan insanların öykülerini hiç merak ettiniz mi? Kırmızı Başlıklı Kız, Külkedisi, Pamuk Prenses gibi birçok masalın kökeni beni ilk olarak günümüzden 3,5-4 milyon yıl öncesine, ve oradan da M.Ö. 800 civarında Mezopotamya fabllarına götürüyor. Bu fablların daha önce ortaya çıktığı düşünülüyor. İlerleyen bölümlerde bu fablların tarihine detaylı bir şekilde değineceğim. Sonrasında Antik Yunan Ezop fablları, La Fonten, Boccaccio, Geoffrey Chaucer masalları; Straparola’dan Basile’e, Perrault’tan Hans Christian Andersen’e, Grimm Kardeşler'e; Oscar Wilde’den, Shakespeare'e ve hatta proleter yazarlara kadar birçok yazar ve dönem incelenebilinir. Ancak, bunun için önce Afrika’ya gitmemiz, ilk atalarımızın insanlaşma süreçlerini incelememiz gerekmekte. Bazen bu sürecin daha ötesine baktığımda koca bir sonsuzluk görüyorum. Sonsuz bir yaşam ve sonsuz bir karanlık... Sayısız yıldızlardan, galaksilerden, kızılötesi ışıklardan ve kara deliklerden geliyor gibiyim. Düşünüyorum, öyleyse bu sonsuz karanlıktan, yaşamdan ve ölümün içinden var olmaya doğru koşuyorum. Bu yüzden, daha derinlemesine, felsefesine ve psikolojisine inmeden önce ilk atalarımızın dünyasından anlatılara başlamak, durumu biraz daha anlaşılır kılabilir. O halde zamanı 3 milyon yıl geriye saralım...

 3 milyon yıl önce Afrika'da, insanın evrimsel süreçlerinde bir kırılma yaşandı. Bu kırılmanın sonucunda, Güney Maymunu olarak da bilinen ilk atalarımız ortaya çıktı. Onların gırtlak yapıları, günümüz insanlarından çok farklı ve daha az gelişmişti. Bu durum, sadece temel sesleri çıkarabilmelerine yol açtı. Bu nedenle iletişim becerileri de oldukça ilkel düzeydeydi. Çünkü. bu ilkel seslerle belirli bir iletişim kurabiliyorlardı. Bu durum, ilk atalarımızın uzun süre benzer bir rutinde ilerlemesine sebep olan olaylardan sadece biriydi. Araştırmacılara göre, çıkarabildikleri bu ilkel dil arkaik veya kök dil olarak adlandırılıyordu. En azından çoğu araştırmacı, bu konuda hemfikirdi. Düşünün, anlatıların temelinde bu arkaik ve kök dilin yattığını…

Bununla birlikte, ilk insan türüyle karşılaştırıldığında, alet kullanımı sadece kemik ve dal parçalarıyla sınırlıydı. İlk atalarımızın neredeyse gelişmemiş alet kullanımı, belirgin bir fark olarak ortaya çıkıyordu. Maddi kültür üretiminde uzun süreli eksiklik yaşayan ilk atalarımızın beslenme çeşitliliği de buna yansıyordu. Bu eksiklikler, ilk atalarımızın beyin gelişimini engellediği için uzun bir süre benzer rutinde ilerlemişlerdi. Beslenmelerinde kurtçuk, kertenkele, yumurta ve kaplumbağa gibi hayvansal gıdalar olsa da, leşçilik de dahil olmak üzere ağırlıklı olarak bitkisel ürünler tüketiyorlardı. Bu yaşam tarzı, Güney Maymunlarını zorunlu vejetaryen yapıyordu. İlk atalarımız, henüz kaosun başlangıcında olmalarına rağmen, DNA'larını ve kültürel bilgilerini (Memetik) gelecek nesillere aktarmaya devam ediyorlardı. Anlatıların temelleri insanlaşma sürecinde yavaş yavaş oluşurken, insana doğru ikinci bir kırılma daha yaşandı.

 Atalarımızı ikinci bir kırılma sonrasında uyum sağlamaya iten faktör, muhtemelen sert iklim değişikliklerinin hayatta kalma baskısıydı. Bu zamanlarda Afrika’da dönemsel iklim değişimleri yaşanıyordu; ıslak, kuru, ardından tekrar ıslak. Bazen binlerce yıl arayla iklim değişimleri yaşanıyordu. Kuraklık, alternatif olarak fırtına ve muson yağmurlarıyla akarsuların ortaya çıkmasına yol açtı. Sonra tekrar kuru düzlüklere döndüler .Ki bunun evrimsel süreçte göz açıp kapama süresi olduğunu belirtmek gerek. Bu nemli-kuru dönüşümler, iki ayağı üzerinde yürüyen atalarımızda değişime yol açtı. Bu değişim, daha büyük beyinli, alet yapan Homo Habilis'e doğru evrimsel bir sıçramanın başlamasına neden oldu. Bu değişimler, 1,5 milyon yıl daha devam etti. İşte bu önemli kırılma noktasını Homo Habilis'le birlikte yaşadık. El becerisi olan bu insan, uygarlığın temellerini atan ilk aleti tasarlayarak insanlık tarihinde bir dönüm noktası oluşturdu. Yani, daha gelişmiş bir toplumda yaşamaya başladılar. Bu birlikte yaşama durumu, iletişimi, dili ve besin çeşitliliğini değiştirip geliştirdi. İlk atalarımızın alışılagelmiş rutin hayatları, Homo Habilis'le birlikte bozulmaya başladı. Bu becerili insan, taşların ucunu kırarak onları keskinleştirerek tasarladığı ilk alet olan el baltasını üretti. Düşünün, insan yaratıcılığının, teknolojinin, mitolojinin, masalların, anlatıların ve içerdiği birçok duygusal tepkinin atalarından biri, bir el baltasıydı! Homo Habilis'in yarattığı alet teknolojisi, insanın evrimindeki yerini değiştirdi; modern insan olma yolunda adımlar atıldı, biyolojik bedenden kültüre doğru bir kayış başladı. İnsanlık, doğal seçilimden yapay seçilime, yani hayvan olmaktan ayrı bir insan olma sürecine doğru ilerlemeye başladı. Birçok olasılıkla ilerleyen bir insanlaşma süreci... İlkel insan için alet yapmak, istediği nesnenin bir taş parçasının içinde bulunduğunu fark etmek demekti. Bu şekilde somut nesnelerle soyut kavramlar arasındaki ilişki otomatik olarak kurulmuş oldu.

Alet yapımıyla dil arasındaki ilişki, önemli bir dil gelişiminin, Gösterge Devrimi olarak adlandırılan dönemin, başladığına işaret etmekte. Yani kelimeler, yapısal anlamda bazı nesnelere işaret etmeye başladığı bir döneme girilmiş oldu. Basitçe özetlemek gerekirse, 'Bu taş parçasının içinde varım' demeye başladık.


Homo Habilis'in bir taş parçasına şekil vermesi, bana Homeros'un eserlerindeki tanrıları hatırlattı. Bir taş parçası, Homo Habilis'in eksik ve zayıf yönlerini nasıl kapatıyorsa, Antik Yunan tanrıları da aynı şekilde o dönem insanlarının eksikliklerini kapatıyordu. Bu geniş dünyada bir tuhaf varoluş çilesi, ilk insan atalarımızın çevresini adım adım sarıyordu. İlk atalarımızın tanrılaşma yolundaki adımları, Babil Kulesi'nin inşası hikayesini hatırlattı. Bilmeyenler için hikayeyi anlatayım:

Tek bir dil konuşan ve doğuya doğru göç eden birleşik bir insan türü, Mezopotamya'nın güneyine yerleşti ve Babil Kulesi'ni inşa etmeye başladı. Kule yükseldikçe gökyüzündeki tanrılara ulaşmaya çalışırken, tanrılar tahtlarının tehlikede olduğunu düşündüler. Bu durumdan rahatsız olan tanrılar, kuleyi yıkmaya karar verdiler ve insan türünü cezalandırmak için de çok dillilikle cezalandırdılar. Bu olay insanlığı farklı coğrafyalara dağıttı ve o zamandan beri insanların en büyük sorunlarından biri dil meselesi oldu. Çünkü dil, bunca gelişimin anahtarıydı. İnsan aklını kullanmaya başladıktan sonra dile hükmetmeye başladı. Ancak, trajik olan şuydu ki dilde insana hükmetmeye başladı. Bu sebeple, sınırların bile oluşmasında 'dil' bir sebep olarak görülebilir. Sanal zeka ile birlikte günümüzde çok dillilik yerini tek dile bırakıyor gibi görünüyor. Sonuç olarak, belki de son sahnede artık tanrılar olmayacak gibi.

Homo Habilis'le birlikte gerçekleşen diğer çok ama çok önemli kırılma, ateşin kullanımına dair yapılan araştırmaların varlığıdır. Ateşi henüz kontrol altına alamayan Homo Habilis, zaman zaman ondan yararlanıyordu. Örneğin, şanslıysa ağaca yıldırım düşmesi sonucu oluşan yangınlardan veya benzer durumlardan ateşi kullanabiliyordu. Ancak bu daha sonra günlük yaşamda da kullanılmaya başlandı. İlerleyen zamanlardaysa bu durum,  ateşin etrafında toplanarak hem alet yapımını hem de yaşamın kültürel kodlarını paylaşan erken insan türlerini ortaya çıkardığına şahit olacağız.

Eğer Homo Habilis'in bir mağarada yaşadığını düşünürsek ve bu mağara Platon'un Mağara Alegorisi'nin bir temsiliyse, gölgeleri hareketlendiren bir şeyler olmalıydı. İşte tam da bu noktada, sahneye elinde ateşle birlikte ateşin tanrısı Prometheus girer. Mağarada habersizce taşlarla oynayan ilk atalarımız, Prometheus'un ateşiyle oluşan mağara gölgelerini fark ettiklerinde hem merak ettiler hem de korktular. Binlerce yıllık evrim, onlara temkinli olmayı öğretmişti çünkü. Dolayısıyla, Prometheus'un ışığını görmesine rağmen asıl değişimi Homo Habilis değil,  Homo Erectus yaptı; Böylece  de ışığı taşıyıp bilgiye hükmeden  kişi olmayı başardı. Platon'un Mağara Alegorisi bu yönüyle, beyaz güvercin ve Nuh mitine de benzerlik göstermekte. Hatta aynı benzerliği Şahmaran'a kadar farklı anlatılar için söyleyebiliriz.

Aslında tüm bunlar bize sözlü anlatıların neden bilgi içerikli anlatılar olduğunu göstermekte. Başlangıçta bu anlatılar, insan türünün hayatta kalması için zorunlu ve temel bilgilerden oluşuyordu. Ancak ilkel insanın doğayla mücadelesi giderek şiddetlendi. Bunun bir sonucu olarak. alet yapımıyla, dilin oluşumu ve ateş etrafında, insanlar KİMLİKLER, mitler ve masallar oluşturmaya başladı.

Aynı anda ilk insanın beslenme çeşitliliğinde de artış oldu. Artık beslenmelerine kirpi, ceylan, geyik gibi hayvanlar da eklenmeye başlamıştı. Burada hala bizon, mamut gibi büyük hayvan avcılığından bahsetmiyorum bile. Ceylan ve geyik gibi hayvanları bile avlamak oldukça zordu ve nadiren başarılıyorlardı, o da şanslarına bir kerede  ayda bir gerçekleşiyordu. Ancak yakın zamanda her şey gibi bu durum da değişmeye başlayacaktı.

Bedeninin dışındaki dünyaya bilincini taşıyan insan, varoluşunda sancılı bir sürece girmiş oldu. Doğanın diliyle dünyaya gelen ve genetik olarak arkaik dilini kullanan insan türü, artık konuşma anlamındaki dilin sembolik dünyasına geçiş yapmıştı. Yani, Sümer topraklarında geçen Gılgamış Destanı'ndaki Enkidu'nun düştüğü duruma benzer bir durum. Peki Gılgamış Destanı'nda Enkidu nasıl bir durumla karşı karşıya kalıyordu? Bilmeyenler için Gılgamış Mitinin ilgili kısmına bir göz atalım:

Uruk kentinin kralı olan Gılgamış, bu kente çok zulüm yapan acımasız bir hükümdara dönüşmüştü. Bu duruma dayanamayan kentin ileri gelenleri tanrılara Gılgamış'ı şikayet etmeye başladılar. Tanrılar da rakip olarak Enkidu'yu ormana göndermeye karar verdi. Bu mitte ilginç olan şey, Enkidu'nun doğada yetişmiş bir adam olarak ve vahşi özelliklerle tanımlanmasıydı. Enkidu'nun fiziksel özellikleri arasında güçlü bir vücut yapısı, hızlı koşma ve ustalaşmış avcılık becerileri olduğu görülüyor. Ayrıca, hayvanlarla iyi geçindiği ve onlarla arkadaşlık kurduğu da göze çarpıyor. Rudyard Kipling'in "Orman Çocuğu Mowgli" kitabını okuyanlar veya "Ormanın Kitabı" filmini izleyenler bu konsepti bilirler. Burada yaşananlar, Gılgamış Destanı'na benzer bir içeriğe sahip. Edgar Rice Burroughs'un yarattığı Tarzan ve diğer Tarzan varyasyonları da buna dahil. Bu içeriklerin neredeyse tamamında Enkidu'nun deneyimledikleri yaşanıyor. Yani bir şekilde doğada doğan bir kahraman var ve daha sonra birileri tarafından ormandan çıkarılıp medeniyete adapte edilmeye zorlanıyor.

Gılgamış Destanı'nda tanrılar, Enkidu'nun ormandan ayrılması için çeşitli yollar denemişlerdir, ancak Enkidu bu doğadan kopmak istememektedir. Bir gün avcı, Kral Gılgamış'a Enkidu adında birini ormanda gördüğünü, av tuzaklarını bozduğunu ve yakaladığı hayvanları serbest bıraktığını söyler. Gılgamış da onu ıslah etmek için tapınaktan bir rahibe çağırır ve Enkidu'yu getirmesi için rahibeyi avcıyla birlikte ormana gönderir. Bu esnada Fırat'ın kenarındaki sazlıklarda otlayan ve avlanan Enkidu, birden güzeller güzeli rahibeyi karşısında görünce çok şaşırır. Rahibe altı geçe yedi gün Enkidu'yla birlikte olur. Burada metaforik bir yedi gün anlatılıyor. Enkidu, rahibeyle birlikte zaman geçirdikçe doğayla olan bağını yavaş yavaş kaybeder ve hayvanlarla artık iletişim kuramaz hale gelir. Enkidu'nun vahşiliği bu süreçte sona erer. Rahibe, aslında Enkidu'yu her geçen gün medeniyet ve şehir yaşamıyla tanıştırıyordu. Enkidu'nun geldiği yeri unutması ve yolunu kaybetmesi sadece cinsel birleşme ile gerçekleşmiyor. Asıl mesele rahibenin onu alıp çobanların yanına götürmesiyle başlıyor. Çobanlar Enkidu'ya ekmek ve bira gibi iki temel besin sunarlar. İnsan tarafından değiştirilerek elde edilen bu besinler, Enkidu'nun doğadan kopmasına neden olan diğer bir faktördür. Altı gece yedi gün rahibeyle birlikte olan Enkidu, ormana geri döndüğünde artık hayvanlar onu tanımıyor, anlamıyor ve konuşmuyordu. Enkidu, Homo Sapiensleşme sürecini yaşamaktaydı.

Gılgamış Destanı bu yönüyle diğer birçok mitle de benzerlik gösterir. Örneğin, İsrailli kahraman Samson'un Filistin kraliçesiyle ilişkiye girdikten sonra gücünü kaybetmesi, örs ve çekiç kullanmadan demire şekil verebilen Davut'un, kölesiyle ilişkiye girdikten sonra peygamberlik yeteneğini kaybetmesi ve demire şekil veremeyecek duruma gelmesi gibi örnekleri çoğaltabiliriz. Bu mitler gibi Adem ve Havva miti de aynı temaya sahiptir. Adem, cennetten kovulmadan önce diğer canlılara isim verip onlarla konuşabiliyordu. Bunlar, eski insanın dil sorununun olmadığını vurgulayan hikayelerdir.

Bu değişim, organik doğa anlayışından mekanik doğa anlayışına geçişi simgeliyor. Bu geçiş sadece insan-doğa ilişkisini temelden etkilemekle kalmadı, aynı zamanda insanın çevresini, her şeyi insanın hizmetkarı olarak görmesine ve egemenliği altındaki nesneler olarak tasarlamasına yol açtı. Doğanın bir organizma olarak değil, bir makine olarak algılanmaya başlanması, insanların doğal çevreye karşı tavırlarını da büyük ölçüde etkiledi.

Kaynaklar:

1. https://www.youtube.com/watch?v=DJ1smm89cN8&t=131s

2. https://www.youtube.com/watch?v=nZB54jcADPY

3.https://turuz.com/storage/her_konu-2019-7/7969-Ademden_Once-

Jack_London-H.Pinar_Kur-1971-172s.pdf

4. https://www.youtube.com/watch?v=9vowMrzHz0k&t=125s

5. https://www.youtube.com/watch?v=y27v0mvkWkk

6.https://evrimagaci.org/homo-erectus-dunyanin-en-eski-karalama-cizimlerini-

yapti-4987#

7. 2001: A Space Odyssey (1968, Stanley Kubrick)

8. Rise of the Planet of the Apes (2011, Rupert Wyatt)

9. | Origins (2014, Mike Cahill) (güney maymunlara örnek.)

10. Planet of the Apes (1968, Franklin J. Schaffner)

11. Planet of the Apes 2001

12. The Time Machine (2002, Simon Wells)

13. Le Guerre de Feu (1981, Jean-Jacques Annaud)

14. Cave of Forgotten Dreams (Belgesel)

15. Homo Erektus 2007

16. İnsan Olmak 2 | İnsanlığın Doğuşu [Becoming Human - Birth of Humanity] 17. Insan Olmak 1 | İlk Adımlar [Becoming Human - First Steps]

18. Erich Fromm- ĺtaatsizlik üzerine

19. Schopenhauer- Ölüm ve İçsel Doğamısın Yok Edilemezliği ile Olan İlişkisi 20. İsmail gezgin- homo narras

21. İsmail gezgin- uygarlaşan insan

22. İsmail gezgin- sanatın mitolojisi

23. https://www.youtube.com/watch?v=3H1PG86gqyw

 

Not: hominid: “insana giden yol”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme