20 y.y. Felsefesi

Varoluşçuluk ve Önemli Temsilcileri Varoluşçuluk, bireyin kendi varlığını ve anlamını yaratma sorumluluğunu vurgulayan bir felsefi akımdır. Varoluşçulara göre, insan varlığı, önceden belirlenmiş bir öz veya anlam taşımaz. İnsan, kendi seçimleri ve eylemleriyle anlam yaratır. Bu nedenle, varoluşçuluk, bireysel özgürlük ve sorumluluğu ön plana çıkarır. Önemli Temsilciler: Søren Kierkegaard: Varoluşçuluğun öncülerinden biri olarak kabul edilir. İnanç, kaygı ve bireysellik üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Friedrich Nietzsche: Güç iradesi, Üstinsan ve Tanrı'nın ölümü gibi kavramlarla varoluşçuluğa önemli katkılar sağlamıştır. Jean-Paul Sartre: Varoluşçuluğun en tanınmış temsilcilerinden biridir. "Varoluş özden önce gelir" sözüyle varoluşçuluğun temel tezini özetler. Simone de Beauvoir: Kadınların varoluşsal durumunu ve cinsiyetçiliği ele alarak varoluşçuluğa yeni bir boyut kazandırmıştır. Postmodernizm: Eleştir

Hobbitlerin İzinde: Homo Erectus'un Evrimsel Serüveni ve İlkel İnsanlık Hikayesi / Uçan Salyangoz


Geçen bölümde anlattığım Homo Habilis, genetik mutasyonlar sonuçunda yaşam sahnesindeki yerini yaklaşık bir buçuk-iki milyon yıl önce Homo Erektus’a bıraktı. Yani namı değer dik durup dik yürüyene. Homo Erektus, insan türleri arasında en dikkat çeken türlerden biriydi. Ona ait günümüze kadar gelen en güzel ve en eski örneklerinden biri 1,5 milyon yıl önce yaşamış olan ‘’Turkana Çocuk’’ olarak da adlandırılan, insan atasına ait kemikler.

 Homo Erectus’un sahneye girişi, yeni bir taş alet teknolojisinin gelişmesini de sağladı. Bu yeni taş alet teknolojisi arasında tatbiki en başta yer alan aletlerden ilki ’’baltaydı’’. Daha sonra bunları kesici araçlar, oklar ve mızraklar izledi. Benim için bu durumu asıl ilginç kılan, tüm bunları yaparken, bir erken dönem Homo Erectus’un, oturup kararlar verebildiğini hayal etmek oldu. Düşünsenize yaptıkları aletlerin eskidiğini, işe yaramaz olduğunu veya alet yapacakları taşın kullanışlı olup olmadığını oturup karar verebiliyorlardı. Aklıma Fransız heykeltıraş Auguste Rodin’in, 1900’lü yıllarda yaptığı Düşünen Adam heykeli geldi. Tabi, Düşünen adam heykelindeki gibi oturup uzun uzun mu düşünüyorlardı bilmiyorum ama günümüzü düşününce tüm bu ilginç süreçlerden bu çıkmazlara kadar gelebilmek gerçekten hayret verici görünüyor. Hem de yetenekli bir işçi olan Homo Erectus'un beyninin, el becerilerinin zamana göre gelişmiş olduğunu, yeni bir taş alet oluşturmak için gereken karar alma biçimiyle yeni bir zeka türü geliştirdiğini bizlere gösteriyorken. Tüm bu gelişmelerle birlikte balta olurda avcılık olmaz mı diye düşünmeden de edemiyorum. Ve sahneye çokta şaşırmayacağımız bir şekilde Homo Erectus’la birlikte ilk bilinçli ve bizim sürek avı dediğimiz düzenli av faaliyetleri girdi. Sürek avının gelişimini sağlayan ve hızlı koşmamızı devamlı kılan olaylardan biri de tüylerimizin zamanla dökülmeye başlamasıydı.

 Homo Erectus’u artık tutabilene aşk olsun. Sürek avında çoğunlukla mamutların avlandığı algısı var. Ama durum pek de öyle değil. Homo Erektus’un avladığı avlar arasında en fazla gergedan, timsah, su aygırları ve çoğunlukla kolay avlanan av yiyecekleriyle birlikte su kuşları yer alıyordu. Leylek, tavşan ve ceylan gibi daha basit avlanan hayvanları bunlara örnek verebiliriz. Tabi bunun yanında bitkisel yiyecekler tükettiklerini de unutmamak gerekli.

 MÖ. 10.000 filmini izleyenler bilir, bu filmin bir sahnesinde insanlar avlarını tuzakların hazırlandığı bir yere sürüyordu. Ya da uçurum kenarlarına sürerek orada sıkıştırıp uçurumdan aşağıya atlamaya zorluyorlardı. Elbette tarihsel açıdan ve bir çok yönden eleştirilecek türde bir film. Fakat bu filmde de olduğu gibi tüm bu süreçleri ilginç kılan Homo Erectus’un aralarındaki iletişim yeteneklerinin gelişmesiydi. Bu avcı-toplayıcı bir hayat tarzının yürütülmesini kolaylaştırmak için önemliydi. Bölünme işleri, sosyal organizasyon ve yiyecek paylaşımı, üyeler arasında sosyal bağları kuvvetlendirdiği gibi hayatta kalmak için gerekli olan kaynakların daha etkili bir şekilde kullanılmasını sağladı. Bir de tabii bu sosyal bağları kuvvetlendiren en önemli unsurlardan olan kahramanlık hikayelerinin gruba anlatılması olayı da var.

 Tüm bunlar ve bu kahramanlık hikayelerinin de ortaya çıkması bize şunu da gösteriyordu. Homo türü için taş aletlerle bir hayvanı öldürmek, tam anlamıyla kanlı bir ritüel olmalıydı. Ya da Şiddet ritüelinin ilk ortaya çıkışı da diyebiliriz biz buna. Doğayla insan arasındaki belki de en büyük uçurumun olmasının sebebi, doğaya yabancılaşmamız ve doğayla savaşımızın en büyük kırılma noktası alet teknolojisiyle birlikte şiddet ritüelinin doğmasıydı. Kültürün erilleşmesine de katkı sağlayan bu gelişim ileride düşüncelerimizi de biçimlendirmeye başlayacaktı. Bu durum anlatılardan, mitlere, masallara, Edebiyattan sinemaya kadar her alana yansıdı. Hatta o kadarki ilerleyen zamanlarda evcilleştirdiğimiz hayvanların genetiğinin bile değişmesine yol açtı. Çünkü evcilleşen hayvanların ilk maruz kaldıkları uygarlık yasası, dolaşım alanlarını sınırlandırmak oldu. Zaman içinde buna besin kısıtlanması da eklendi. Doğada sınırsız şekilde beslenen hayvanlar birkaç bin yılın ardından insan ne verirse artık onunla beslenmek zorunda kaldı. Yani bir nevi buna mahkum oldu. Böylelikle doğal seçilimle genetiği değişmesi gereken hayvanların yerini, insan elinin değmesi sonucunda yapay seçilimle genetiği değişen evcilleşmiş hayvanlar aldı. Buna en acı örneklerden biri de ahırda beslenen koyunların daha atak olanı, ahırın kapısı açılır açılmaz ahırdaki diğer uysal koyunlardan daha önce kaçmaya çalışıyordu. Bundan dolayı da uysal olan koyunlardan önce bu atak olan, kaçmaya çalışan hayvanın kesimi yapılıyordu. Geriye kalan uysal koyunlar çiftleştirilip çoğaltılıyordu. Ki bu durum hala diğer tüm evcilleştirilmeye çalışılan hayvanlar üzerinde uygulanan bir yapay seçilim süreci olarak devam ediyor. Ve dikkat ederseniz tüm hayvan hikayelerinde hayvanlar insanlara baş eğmiş, bedenlerini ve emeklerini onun çıkarları için seferber etmek zorunda kalıyordu.  Homo Erectus’u bu kadar sosyal hale getiren, benim de asıl ilgilendiğim kısım olan anlatıları ortaya çıkaran olguların da ta kendisi bu durum.

 Bu gelişmelerle birlikte benzer bir kırılma noktası olan ateşten bahsetmeden de olmaz. Çünkü biraz önce anlattıklarımızın genel itibariyle kurgulandığı yer ateşin etrafında gerçekleşiyordu. Homo Erektus, ateşi artık kontrol altına almış ve pişirme eylemine girişmişti. Düşünsenize belkide Homo Erektus, ilk bilimsel devrimini, keşfini pişirme eylemiyle yaptı. Ateşin kontrolüyle insan yaşamındaki birçok şey de değişime uğradı. Artık insan ateşi üretebiliyor ve besinini pişirebiliyordu. Artık silah gibi kullanmaya başladığı ateşle birlikte, o güne kadar yaşamış en vahşi avcıda diyebiliriz ona. Doğayla insan arasına nasıl alet yapımı girdiyse besinle yemek arasına da ateş girdi. Bu durum aşçılıkla uğraştıklarını da kanıtlar nitelikteydi. Tüm bu değişim ve dönüşümlerle birlikte dilde gelişmeye devam ediyordu. Böylelikle artık zamanın ve sosyalleşmenin büyük bir bölümü kamp ateşi etrafında gerçekleşirken, iletişim boyutu gelişen ve guruplar halinde yaşayan insanların sayısı da zamanla artıyordu. Bu noktada dikkat çekmek istediğim bir durum daha var. Kültürel yaşamın hemen her alanında et yemenin erkeklik ve şiddetle özdeş algılandığını görüyoruz. Bu davranışın erkek baskısının, zorbalığının ayrılmaz bir parçası olduğuna da işaret eder. Özellikle anlatılardan masallara kadar yer alan, sembol dünyasında da eril yüklemeler taşıyan et yemek, kuvvetle, güçle eşdeğer tutulmuş ve gündelik yaşamın içine güçlü bir şekilde yerleşmişti. Görüyoruz ki bu durum bir çok eril durumun da oluşumuna aslında vesile.

 ‘‘Masalların Arkeolojisi 1’’de Homo Habilis’in Ateşi keşfetme olayını metaforik bir benzetme yaparak anlatmıştım. Artık Homo Erektus, Homo Habilis’ten miras aldığı ateşi taşıyan ve bilgiye hükmeden kişiydi. Buna göre bahsettiğim Prometheus’un ateşi aslında bilginin ateşiydi. Milyonlarca yıl güvenli saydıkları mağaradan çıkmayan insan bir noktadan sonra o bilginin ışığıyla karşılaşılışınca geri dönüşü olmayan bir merak onları etkisi altına almaya başlamıştı. Böylelikle artık mağaradan çıkmaya cesaret edebildi. Sonuçta gölgeler ve aklı arasında aklını tercih eden Homo Erectus, artık ateşin ne olduğunu, ne işe yaradığını öğrenmeye başlamıştı. Prometheus, Mağaranın zor koşullarında kalmak istemeyen Homo Erectus’un eline dışarı çıkar çıkmaz, bu ateşi sıkıştırdı. Ve aslında dışarı çıkar çıkmaz elindeki ateşle ormanı yakması ve onu şekillendirmeye başlaması da bir oldu. Böylelikle ilk atalarımızın doğayla savaşı anlatılara yine bin bir türlü şekilde yansımaya başladı. Ve bu süreç hiç hız kesmeden hala devam ediyor.

 Bu sahne bana ‘’yüzüklerin efendisin’’de ve ‘’Hobbit’’te ‘’Gollum’’u canlandıran Andy Serkis’in yönetmenliğini yaptığı Orman Çocuğu: Mogli (Mowgli Legend of the Jungle) filmdeki bir sahneyi anımsattı. O sahnede Mogli’nin kurt ailesi, kaplan ve çakal sürüsü ile bir kavgaya tutuşuyordu.  Bu sırada Mogli’de bu kaplan ve çakal sürüsünü korkutmak için, daha önce ormanın dışında insanların yaşadığı bir yerleşim yerinde gördüğü ateşi alıp geldi. Amacı, kaplanı ve çakal sürüsünü korkutup kaçırmaktı. E öyle de oldu. Aslında burada hayvanlara korku salan ateş, medeniyetten gelen bir bilgiyi, bir aleti temsil ediyordu. Bu durumun sonuçlarını bilen Moglinin hayvan ailesi bunu kabul etmedi. Çünkü medeniyetten gelen ateş, ormanı yakıp yıkabilirdi. Ve bir çok mitte olduğu gibi doğa, ateşi getiren Mogli’yi yani kendine ait olmayanı kabul etmedi. Film zaten bu detaylar ışığında ilerliyor. Masalların arkelojisi’nin 1. kısmında anlattığım Gılgamış destanını yine buna örnek verebilirim. Enkidu’nun başına gelenleri hatırlarsanız tamda Mogli’nin başına gelenlere denk bir şekilde ilerliyordu. Tabi modern film ve mitimiz arasındaki ufak detayları çıkarırsak eğer.

 Erich Fromm’un İtaatsizlik üzerine adlı kitabını okuyanlar bilir. Bu kitapta da Fromm’un belirttiği gibi Yunanlıların Prometheus miti de, tüm insan uygarlığının bir itaatsizlik eylemine dayandığını kabul ediyordu. Buna Adem ve Havva mitinide dahil ediyordu. Ki bu koşullar altında öylede. Fromm, burada doğayı cennet, ilk aletin bulunuşunu ilk günah, cenneti terk etmemizle yani doğayı terk edip ilk aletin bulunduğu andan itibaren oluşturulan dünyaya geçtiğimiz yeri de kıyamet olarak belirtiyordu. Tanrılardan ateşi çalan Prometheus, aslında insanın evrimine zemin hazırlamış oldu. Yani Prometheus’un suçu olmasaydı, İnsanlık tarihi de olmayacaktı. Ve elbette tarih, adamın insan haline geldiği yerdi. Tüm mitlerin, kutsal kitapların bize anlattığı, kıyametin olgunlaştığı yerdi.  Düşünsenize insan, birkaç kırılma noktasıyla birlikte bir trajedi oluşturdu.

 İlginç olan bir durum ise iklim değişikliklerinin evrimimize sebep olan unsurlar arasında yer almasıydı. Çünkü ilk atalarımız iklim değişikliğinden dolayı devamlı göç halindeydi. Ve bu durum yeni yerler keşfetmelerine ya da yerleştikleri yerlerde hayatta kalabilmek için iletişim yeteneklerinin gelişmesi anlamına gelmekteydi. Ya da göç etmek zorunda olmasalardı, yeni gelen iklim koşullarına ayak uydurmak durumunda kalacaklardı. İşte nerdeyse her 1000 yılda bir iklim değişimlerinden dolayı düşünme yeteneklerini daha fazla zorlamak durumunda kalıyorlardı. Böylelikle devamlı göç halinde olan Homo Erektus, kıtalar arası yolculuk yapan ilk insan türü olmaktan da geri kalmadı. 1,8 milyon yıl önce Afrika sınırlarının dışına Asya ve Avrupa’ya ve daha sonra Avrasya’ya yayılan ilk insan türüydü. Fakat çok yakın zamanlarda Endonezya’nın Flores adasında yapılan araştırmalar bu düşünceyi değiştirdi. Homo Erectus’u tahtından edecek yeni bir hikaye yazılmak üzereydi. Çünkü bugüne kadar kabul gören görüşlere ters bir şeyler gün yüzüne çıkıyordu. Flores adasında bulunan 30 yaşında bir kadın iskeleti bizi Homo Erektus’dan daha da geriye götürüyordu. Bu yeni Hominid’in adı Homo Floresiensisleri’ydi. Biz ona kısaca Hobbit diyelim. Zaten  Tolkien’in kitaplarında anlattığı küçük kahramanlarından ilham alınarak verilen bir isimdi. Bu arada Flores adasında yaşayan halk hala bu Hobbitler’e benzer yaratıkların yaşadığını söylemekte. Bu sözlü halk hikayesinin kahramanının halk arasındaki ismi Ebu Gogo. Bu Hobbitimiz belki de Homo soy çizgisinin başlangıcındaki bir döneme aitti. Belki de Hobbitler’in ilk ataları Afrika dışına göçün ilk dalgasıydı. Araştırmacılara göre Hobbitler’i bu göçe iten şey bir iklim değişimiydi. Bu iklim değişimiyle hayvanlar, Afrika dışına taşınınca Hobbitler de bu hayvanlarla birlikte Afrika dışına adım atmışlardı. Bu yolculuklarda, yaşam alanlarında ateş yaktıklarına dair göstergelerde mevcut. Birde Bilim insanlarını şaşırtan bir durum daha vardı. Olay daha da ilginçleşmeye başladı. Çünkü biz Afrika Bozkırlarının insan türünün beşiği olduğunu düşünüyorduk. Ama Hobbitler’in bulunması bize Afrika’yı terk eden ilk insanların ‘Turkana Çocuğu’ndan çok önce Afrika’yı terk etmiş olduğu ve daha ilkel olduğunu gösteriyordu. Aslında belli bir dönem boyunca bilim insanları ve araştırmacılar Hobbitler’in, Homo Erectus’un ilkel bir biçimi olarak görüyordu. Fakat Flores adasında bulunan buluntulara göre bu Hobbitler daha kısa ve daha ilkeldiler. 2 milyon yıl önce Dmanisi Gürcistan’da bulunan ve 91 cm boyundaki fosillerinden daha da kısaydı. Daha sonra ilerletilen araştırmalar sonuçunda anlaşıldı ki bizim Hobbitimiz aslında Güney maymunlarından olan Lusy’le aynı türden olabilirdi. Fakat burada başka bir sorun ortaya çıkıyordu. Lusy, Asya’yı hiç terk etmemişti. O zaman Hobbitimiz Asya’ya nasıl geldi? Tabi ki baş döndürücü bir durum var burada. Çünkü jurassic park 1’de bir bölümde başrol oyuncularından Dr. Lan gördükleri karşısında şaşkınlığını gizleyemez ve şöyle bir cümle kurmuştu. “Yaşam yolunu bulur”. Burada da Doğa kendi yaşam döngüsünde yolunu bulurken bizim Hobbitimiz de o yolu takip etmekten geri kalmamıştı. Yani buna göre eskiden var olduğu düşünülen ve Afrika’dan Çin’e kadar uzanan savanistan adını verdikleri geniş bir yerden geçtiği düşünülüyordu. Tabi Olay bunlarla bitmiyor. Bilim insanlarını şaşırtan, diğer bir durum ise insanları diğer hayvanlardan ayıranın daha büyük bir beyne sahip olma görüşüydü. Çünkü Hobbitimiz küçüktü bu denge göz önüne alınınca beyni de küçüktü. Hem Homo Erectus’tan daha ilkeldi ama ateşle ilişkisi vardı. Hem de Afrika’yı Homo Erectus’tan daha önce terk etmişti. Sonuçta  Hobbit’in bulunmasıyla aslında bu görüşler ters düz oldu.

 Peki Hobbit’in bu kadar küçük olmasının sebebi neydi? Bununla ilgili bir çok görüş var ama en çok dikkatimi çeken ve üzerinde durulan Hobbit’in Ada cüceliği denilen bir durumdan etkilenmiş olabileceği. Sınırlı besin kaynaklarına sahip izole adalarda, büyük memeliler bazen enerji tasarrufundan dolayı zamanla küçülebilirlerdi. Ya da tam tersi bir duruma göre büyüyebilirlerdi. Ada cüceliği veya devliğinde başka bir yazının konusu. Bu durumu destekler nitelikte bizim Hobbitimizin bulunduğu yerde küçük fil kemiklerinin bulunması da aslında ada cüceliğini destekler nitelikte.

 Bu durum aklıma bilim kurgunun babası Jules Verne’in  ‘’Esrarlı Ada’’ kitabını hatırlattı. Hatta ‘’Gizemli Adaya Yolculuk’’ filmi Jules Verne’in bu kitabından esinlenerek yapılan bir film. Bu gizemli adada kahramanlarımız Evrimleşme sürecinin tersine işlediği bir dünyada kendilerini buluyordu. Yani fillerin küçük, kertenkelelerin büyük olduğu bir dünyada. Aynı durum Hobbitler  içinde geçerli olabilirdi. E o zaman Güney maymunlarından Hobbitler’e fantastik Tolkien hikayeleri boşuna çıkmadı gibi gözüyor. Belki de Lucy’le birlikte başlayan Kahramanın yolculuğu, Hobbitimizide aynı duygularla çok uzaklara götürmüş olabilir. Cüce fillerin, iri sıçanların, dev Komodo ejderhalarının, hatta devasa kertenkelelerin, ufak insanlar tarafından avlandığı tuhaf, esrarengiz tarihöncesi bir dünyaya götürmüş olabilir.

 Tarih öncesi bu dünyada Homo Erectus’un sosyalleşmesini sağlayan en önemli unsurlardan bir diğeri ise Ritüellerdi. İnsan yaşamına ait ilk ritüellere yine Homo Erektus türünde rastlanıldı. Fakat bu konuda bir kesinlik yok. Çünkü Homo Erectus’un bazı kafataslarından beyinlerinin çıkarıldığına dair bulgulara da rastlanıldı. Bu durumun bir tür yamyamlık olabileceğini doğurduğu gibi bir tür ritüel olabileceği de düşünülüyordu. eğer böyleyse insanın zihinsel ve dilsel faaliyetlerinde inanılmaz bir yükselme mevcuttu. Bu tür ritüeller arasında, mezarlara ait bulgular, kaya oyma sanatı, yerleşim yerlerinde bulunan kültürel malzemeler ile insanlar ve hayvanlara ait kemikler bulunuyordu. Bu ritüeller aklımıza ölüm korkusunun insan olanda ne kadar etkili olduğunu da gösteriyor.

 Arthur Schopenhauer’ın ‘’Ölüm ve İçsel Doğamızın Yok Edilemezliği ile Olan İlişkisi’’ adlı kitabında, yazısında, buna dair söylenmiş birçok şey var. Schopenhauer’ın da dediği gibi hayvanlar ölüme dair bir bilgiye sahip olmaksızın yaşarlar. Bu hep merak ettiğim bir şeydi. Belki de doğru cevabı şimdilik buldum mu bilmiyorum ama Schopenhauer şöyle devamını getirir:

 “Bu yüzden, herhangi bir hayvan, kendi kendisini ancak sonsuz olarak idrak ettiği için türünün mutlak yok olmazlığı ve ölümsüzlüğünden yararlanırdı. İnsanlara ise ölümün o dehşetengiz kesinliği, zorunlu olarak mantık yetisiyle beraber ortaya çıktı. Fakat tabiatta her kötülük için bir çare veya en azından telafi edici bir şeyin verilmiş olması gibi ölüm bilgisini sunmuş olan o aynı düşünce, o aynı mantık, insana, metafizik bakış açılarının, elde edilmesinde yardımcı oldu. Ama bu tür görüşlere bir hayvanın ne gereksinimi ne de onlar için bir yetisi vardı.”

  Düşünsenize insan kendini sonsuz olarak idrak edemeyeceğinin farkına vardı. Yani türünün mutlak yok oluşunun farkında. İnsana ait ilk ritüellerin hız kesmeden filizlenip, serpilmeye ve gelişmeye devam etmesinin en büyük nedenlerinden biriydi bu durum. Yani İlkel bir varoluş sancısı etrafımızı sarmış durumdaydı. Ve sancılı varoluşumuzun sonunda geldiğimiz nokta bu kadar teknoloji var ama yoksulluğu yenemiyordu. Taşta kendini bulan insan, başka bir aydınlanmayla ilerleyen serüvenlerinden birinde parayı da buldu. Ama insanlığın 4,5 milyon yılda geldiği nokta paran yoksa ısınamıyor, paran yoksa yemek yiyemiyor, paran yoksa su içemiyor, paran yoksa konaklayamıyor ve paran yoksa giyinemiyordu. En vahim olanı ise deprem oluyor, bina çöküyor, binaya izin vermesi vermemesi ayrı konuyken, deprem sonrası krizleri yönetemiyordu. Birde üstüne depremden haftalar haftalar geçiyor ve halen cenazelerle sağ olanları bulup çıkaramıyordu. Kaç kişinin hayatını kaybettiği uzun zaman geçse bile bilinemiyordu. Ama bu durumda anormal derecede normaldi. Şimdi tablo böyleyken bilgiyi keşfeden Homo Erectus bu bilgiyle ne yapacaktı? İlerleyen bölümlerde bunu beraber keşfedeceğiz. 


Kaynaklar:

 

1.     https://www.youtube.com/watch?v=DJ1smm89cN8&t=131s

2.     https://www.youtube.com/watch?v=nZB54jcADPY

3.     https://turuz.com/storage/her_konu-2019-7/7969-Ademden_Once-Jack_London-H.Pinar_Kur-1971-172s.pdf

4.     https://www.youtube.com/watch?v=9vowMrzHz0k&t=125s

5.     https://www.youtube.com/watch?v=y27vOmvkWkk

6.     https://evrimagaci.org/homo-erectus-dunyanin-en-eski-karalama-cizimlerini-yapti-4987#

7.     2001: A Space Odyssey (1968, Stanley Kubrick)

8.     Rise of the Planet of the Apes (2011, Rupert Wyatt)

9.     I Origins (2014, Mike Cahill)(güney maymunlara örnek.)

10.  Planet of the Apes (1968, Franklin J. Schaffner)

11.  Planet of the Apes 2001

12.  The Time Machine (2002, Simon Wells)

13.  Le Guerre de Feu (1981, Jean-Jacques Annaud)

14.  Cave of Forgotten Dreams (Belgesel)

15.  Homo Erektus 2007

16.  İnsan Olmak 2 | İnsanlığın Doğuşu [Becoming Human - Birth of Humanity]

17.  İnsan Olmak 1 | İlk Adımlar [Becoming Human - First Steps]

18.  Eriçh Fromm- İtaatsizlik üzerine

19.  Sçhopenhauer- Ölüm ve İçsel Doğamısın Yok Edilemezliği ile Olan İlişkisi

20.  İsmail gezgin- homo narras

21.  İsmail gezgin- uygarlaşan insan

22.  İsmail gezgin- sanatın mitolojisi

23.  Türlerin Odyssey'i | Belgesel

24.  Creation (2009, Jon Amiel)

25.  TRILOGY OF LIFE - Walking with Beasts & Walking with Cavemen - "Neanderthal" (Homo neanderthalensis

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme