CAN SIKINTISI ÜZERINE FELSEFI VE MODERN YAKLAŞIMLAR

 Can sıkıntısı, insanlık tarihi boyunca bireysel ve toplumsal bir mesele olarak tartışılmıştır. Bu duygu, yalnızca basit bir ruh hali değil, insanın varoluşsal sorularını ve anlam arayışını yansıtan derin bir olgudur. Tarihten modern zamana kadar uzanan bu kavram, felsefi analizlerle zenginleşmiş ve modern yaşamın etkileriyle dönüşüme uğramıştır. Makalenin Amacı   Bu makalede, can sıkıntısının tanımından başlayarak, felsefi yaklaşımlar, modern toplum üzerindeki etkileri ve çözüm önerileri detaylı bir şekilde ele alınacaktır. Can Sıkıntısının Tanımı ve Doğası Can Sıkıntısı Nedir? Can sıkıntısı, genellikle bir şey yapma isteksizliği, yaşamın monotonluğu ya da bir amaçsızlık hissi olarak tanımlanır. Bu duygu, bireyin içinde bulunduğu çevresel koşullardan kaynaklanabilir ya da içsel bir huzursuzluğun dışavurumu olabilir. - Seneca ve Antik Dönem: Antik Yunan ve Roma döneminde düşünürler, insanın günlük yaşamının rutinlerinden kaynaklanan monotonluğa dikkat çekmişlerdir. Özellikl

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı / İstanbul gezi rehberi (2)






 

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı; 
Serin serin Kapalıçarşı 
Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa 
Güvercin dolu avlular 
Çekiç sesleri geliyor doklardan 
Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları; 
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.


                                           Orhan Veli


Medeniyetlerin beşiği sayılabilecek bir yere geldiniz şimdi: “SultanAhmet meydanı” Bu meydanın çevresine biraz dikkatlice baktığınızda sur parçaları göreceksiniz. Bu parçalar buranın asıl adını veren Hipodrom meydanının isminin verilme sebebi. Hipodrom meydanı, günümüzde de kullanılan at yarışlarının yapıldığı yer anlamında kullanılmış. Çok geniş ve çevresi iki sur ile kaplı bir stadyum gibiymiş burası. Meydanda önce Roma imparatoru sonra Doğru Roma imparatorunun eğlenceleri, kutlamaları yapılırmış. Fetihlerden dönen ordu kutlamalarını burada yaparmış. At yarışları, gladyatörlerin savaşları ve hatta bir seferinde meydanın içinin su ile doldurulup savaş gemilerinin, burada bir birleri ile savaştırıldıkları söylenir. Roma döneminde bu meydan, kutlamaların yanında isyanlara da sebebiyet verdi. Doğu Roma’nın yıkılışına yakın bir dönemde Nika Ayaklanması ile bilinen bir ayaklanma gerçekleşti. Bu ayaklanmada 30.000 kişi kılıçtan geçirildi. Özellikle bu dönemden sonra bir çok kaynaklara göre 2 ayrı saray yıkılıp baştan yapılmasına rağmen güvenlik gereği hiçbir yer ile bağlantı kurulmaması için imparatorun sarayı ile meydan arasına güvenli ve gizli bir geçit yapıldığı biliniyor. Meydanın ortasında fetihlerden getirilen bir çok eser mevcuttu. Ki bu geleneği Mısır’ı işgal eden Yavuz Sultan Selim’de gerçekleştirdi. Bizans döneminden kalma iki eser burada meydanın ortasındadır. Hipodrom meydanının çevresinde ki surların taşları büyük İstanbul depreminde yıkılmış, İstanbul işgali sonrası da Topkapı Sarayı’nın yapımında kullanılmıştır. Meydanın ortasına yakın bir bölümde Alman çeşmesi bulunmakta. Gayet şatafatlı bir şekilde olan Alman çeşmesi 19.y.y.’ın sonlarına doğru Alman imparatoru tarafından  Osmanlı Alman kardeşlik anlaşması sonrasında tarafımıza hediye olarak yaptırıldı. Meydanın solunda Ayasofya bulunmakta. Camii, Klise tartışmasının yanında mimarisi çok eskilere dayandığı bilinmekte. Meydanın yarım saat yürüme mesafesi uzaklığında ki küçük Ayasofya’nın 1.Dünya Savaşı sırasında savaş mühimmatları ve ahır olarak kullanıldığı bilinmekte. Bu açıdan bakılınca Camii’lerin ahır olarak kullanıldığı gerçeğinden hiçbir farkının olmadığını belirtmek gerekir. Büyük Ayasofya’ya geldiğimiz zaman bu ayrı bir dosya konusu olmakla birlikte her iktidarın kendine göre bu durumu yorumlaması sebebiyle en sonunda müze olarak kalmasına neden olmuş. Ancak yine de yeri gelmişken  Ayasofya hakkında birkaç kelime etmek gerekiyor: “Dönemin Hıristiyan inanışının  başkenti ve en güçlü devleti Roma imparatorluğu kabul edilmekteydi. Ve bu devletin de meydanı yani hegomanyasının temsil edildiği simge bölgesi SultanAhmet meydanıydı (o zaman ki adı Hipodrom meydanı elbette) Bu meydanın en önemli yapıtlarından bir tanesi ise neredeyse Hıristiyanlığın kabesi sayılabilecek, en eski kiliselerden bir tanesi mevcuttu: Ayasofya. Dolayısıyla Ayasofya’yı almak demek Dünya’nın diğer ülkelerine ders vermek demekti. Bu o döneme göre gerekli bir hamleydi. Ayasofya’nın tarihi de taşıdığı siyasi içeriğiyle birlikte karışıktır. Ancak bunu da diğer detayların yanında daha sonra ki yazılardan birinde bahsedeceğim. Şimdi meydanda yürümeye devam edelim. Meydanın sağında şimdi maliye olarak kullanılan Osmanlı döneminin defterdarlığı mevcut. Defterdarlık deyip geçmeyin lütfen. O zamanlar kim ne yapar ne ederse burada ki kayıtlardan anlaşılıyor. Aslında bu defterdarlık daha önceleri Pargalı Damat İbrahim Paşa’nın konağının devamı. Başlangıcı ise şimdilerde Türk ve İslam eserleri Müzesi olarak kullanılıyor. Müze kart ile rahatlıkla içini gezebilirsiniz. Klasik müzelerin yanında birde iki özellik var ki bu durum diğer müzelerden kendini ayırıyor: 1 – Hipodrom meydanının surlarından nadide bir şekilde sağlam kalanlarından bir tanesi burada. 2- Kanuni’nin dikmiş olduğu Çınar ağacı konağın orta yerinde halen ayakta bir tanık olarak duruyor. Müzeden çıktıktan sonra buranın tam karşısında yer alan üç başlı yılan heykeli bizi karşılıyor. Meydanın ortasında kalan bu heykelin baş kısımlarının altından olduğu söylenmekte. Ancak Evliya Çelebi’nin anlattığına göre bir yeniçeri isyanında yılan heykelinin tepesine tırmanan bir asker, yılanın kafasını bir kılıç darbesiyle düşürdü. Yılan kafalarından bir tanesini de İstanbul Arkeoloji müzesinde görebiliyoruz. Meydanın sonundan sola döndüğümüz zaman ufak bir yokuştan aşağıya inip sağ tarafta bir halıcı çarşısına benzeyen ufak bir çarşı bizi karşılar. Bu çarşının içinde mozaik müzesi bulunmakta. Burada sadece Doğu Roma imparatorluğunun Hipodrom meydanında bulunan az önce bahsettiğim 2 sarayından bir tanesinin üstünde bulunan mozaik taşları sergilenmekte. Burası küçük ama çok iyi resimlerin sergilendiği bir yer. Buradan Arkeoloji müzesine Mimar Sinan’ın eşine yaptırdığı şimdilerde özel sergi salonu gibi kullanılan bir hamam bulunmakta. Alışılmışın dışında, içinde oda içinde odalar mevcut. Dışarıdan çok küçük gibi gözüken bu yer içinin nasıl bu kadar geniş olduğunu düşünüp hayret edebilirsiniz. Hamamın kapısından sağ tarafa dönünce de meydana adını veren SultanAhmet camii bulunmakta. Özellikle iç mimarisini incelemenizi tavsiye ederken, yine detaylı bir anlatımda buranın tarihinde bahsedeceğimi belirtmekte yarar var. SultanAhmet meydanının sol tarafına dönecek olursak eğer burada Fatih’in yaptırdığı Topkapı sarayı ve onun yanında da İstanbul Arkeoloji müzesi bulunmakta. Her ikisi de sadece bir değil bir çok makaleye konu olabilecek kadar geniş bir yer olmakla birlikte Topkapı sarayı’nın sünnetlik salonunun hemen yanında yer alan balkondan İstanbul Boğaz manzarasını izlemenizi tavsiye ederim. Yine İstanbul Arkeoloji müzesi de 4 ayrı çok büyük binadan oluştuğunu belirtmekte yarar var. Ki ben sadece ikisini bitirebildim. Sultan Ahmet Meydanının hemen altı Ahırkapı denilen ağırlıklı olarak çingene kardeşlerimizin yaşadığı bir bölge. İstanbul surlarının kapılarından birisinin bulunduğu bu yerin hemen dibinde dışarıdan gelen misafirlerin atları için ahırlar bulunmaktaymış.Bu atlara o bölgede yaşayan çingeneler bakarmış. Dolayısıyla buranın ismi Ahır-kapı olarak kalmış. Salaş balıkçı lokantalarının yanında samimi dostluklarında bulunabileceği bir yer bu mahalle. Ama Ahırkapı şenliklerinde pek gitmeniz tavsiye olmaz. Çünkü turizmin hareketlendiği zamanlar olan bu zamanlar insanların bolca kazıklandığı zamanlar içinde yer alıyor. SultanAhmet’den çıkıp Laleli’ye doğru giderseniz Çemberlitaş’a gelmeden Yeniçeri caddesinden yürümeye başlarsınız. Çevrenizde bir çok camiinin yanında aynı zamanda bir çok mezarlıkta dikkatinizi çekecektir. Bölgenin özellikle Osmanlı’nın yükseliş dönemine kadar mezarlık bölgesi olduğunu unutmamak gerekiyor. Biraz sonra Eminönü Mısır çarşısının bir kapısının önünden de geçeceğiz ama ondan önce bir mezarlığa uğramamız gerekiyor. Şeyh Bedreddin’in mezarlığı. O kadar bürokratın şatafatlı mezarlığı içinde sadeliği ile dikkat çeken mezarlık. Ömrünü halkların kardeşliği için adamış, üç defa Osmanlı ile savaşmış, bunun ikisini kazanmış, birisinde de karşılığını canı ile ödemiş bir kişinin mezarlığı burası. 1960’larda torunları mezarlığını buraya nakletmişler. Misafiri çok Bedreddin’in. Gelen geçen ona uğruyor ilk fırsatta. Şimdi sizi burada bırakıyorum. Biraz “isyanı düşünün. İsyanları. Atalarımız neler yapmışlar bir onu düşünün. Birde verilen bedelleri..”


Bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına
çıktılar.
Dikişsiz ak libaslı
baş açık
yalınayak ve yalın kılıçtılar.
Mübalağa cenk olundu.

Aydının Türk köylüleri,
Sakızlı Rum gemiciler,
Yahudi esnafları,
On bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafa’nın
düşman ormanına on bin balta gibi daldı.

Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yarin yanağından gayrı her şeyde
her yerde
hep beraber!
diyebilmek için…

On binler verdi sekiz binini…
Yenildiler.
Yenenler, yenilenlerin
dikişsiz, ak gömleğinde sildiler
kılıçlarının kanını.


                      Nazım Hikmet 

Sonra ki yazımda tarihi yarım adayı gezmeye devam edeceğiz…

Hoşça kalın..                       

---

Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için Patreon linki üzerinden bize bir kahve ısmarlamanız size hiçbir şey kaybettirmeyecekken bize çok şey kazandıracak.  

https://www.patreon.com/kitapdedektifiyiz

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme