Sandıklarımız / Seda Derin'in kaleminden
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Tam yüz yirmi beş yıl önce ekilmiş bir niyetin vücut bulmuş hâliyim.
Yüz yirmi beş yıl önce Hacı
Mustafa, tarlasının kenarına bir fidan dikti. Dikerken, “Biz görmeyiz
ama gölgesinde insan soluklansın, dalına kuş konsun, meyvesi kime nasipse onun olsun,” diyerek dikti. Yolun
kenarında bulup diktiği bu fidanın ne
fidanı olduğunu bilmiyordu tabii.
Ne zaman başım toprağı
yırttı, gövdem yeşerdi,
işte o zaman ulu bir ceviz
olacağımı anladı.
Büyüdüm. Onlarca mevsim gördüm,
dalıma binlerce kuş kondu; altımda onlarca kişi soluklandı, güldü, ağladı, aşklarını gövdeme kazıdı. Ekildiğim
tarla ne zaman imara açıldı, işte o zaman darmadağın oldum, testereyi belimde
hissettim. Her bir parçamı bir yere götürdüler. Geriye bir kalbim
kaldı, onu da sandık yaptılar.
Gözlerimi marangoz Veli Usta’nın
dükkânında açtım. Veli Usta’nın ellerinden bir sandık
olarak çıktım. Ama ne sandık! Veli Usta kalın, nasırlı
parmaklarıyla ince ince işledi
beni. Bir genç kızın
danteli işlemesi gibi sabırla,
nazikçe her ayrıntımı işledi. Üzerime
çiçekler oydu, içimi en iyi satenlerle örttü,
ayaklarımı aslan ayakları
yaptı. Günler geldi geçti de beni bitirince karşıma geçip bir çay içti.
Evladıyla gururlanan bir baba gibi kabardı karşımda, “Ben yaptım. Ben!” dedi. Veli Usta’dan ayrılışım uzun sürmedi. Kapağım
açıldığında bir mobilya dükkânında buldum kendimi. Güzel,
temiz bir dükkândı bu. Sahibi biraz paragözdü ama bana iyi baktı, Allah’ı var! Gel zaman git zaman dükkânda nice günlerim
geçti. Alıcım çoktu ama patron öyle ucuza vermiyordu, “Kıymetli bu, oyma ceviz sandık,”
diyordu. Orada öylece kalacağımı düşünmeye
başlamıştım ki üzerimde
bir el gezindi, “İşte,” dedim, “bu kez gidiyorum; birilerinin anılarına
sahip çıkmaya gidiyorum”.
Bu
kez kapağım duvarında geyik işlemeli kilim asılı olan bir yatak
odasında açıldı. Onu da işte ilk o zaman
gördüm, Zühre’yi. Zühre’yi tanıdığımda o daha on yedisinde gencecik bir kızdı. Siyah
kirpiklerinin altında yatan ela gözleri vardı.
Yüzü bembeyazdı, benim cevizimin içinden
bile beyaz. Dudağının kenarında büyükçe bir ben,
kaşının hemen altında gövdeme kazınan aşk yaraları gibi bir yarası vardı. Beyaz
örtüsünün altından çıkan siyah saçlarını elleriyle yoklardı hep. Gündüz tarlaya
gider, akşamları da sobanın dibindeki minderinde çeyiz işlerdi. Dilini dışarıya çıkara çıkara işlediği el
emeklerini bitirdikten sonra karşısına koyar ve gururla, “Ben yaptım,” derdi, “Ben!”.
Her bitirdiğini bebeğini
beşiğine yatıran anne şefkatiyle yerleştirirdi saten
kaplı yüzüme.
Günler böyle geçerken, bir gün
gözümüzü bir başka yatak odasında açtık Zühre’yle. Binbir hevesle, heyecanla ince ince işlediği çeyizlerini,
emeğini kattım içime; Zühre’yle birlikte gelin olduk. Zühre giderken içime her şeyini koyamadı
tabii. Çocukluğunu, kaprislerini, şımarıklıklarını, nazlanmalarını bunların
hiçbirini alamadık içime.
Onlara yer yoktu çünkü, gittiğimiz evde.
Bir zaman sonra Zühre’nin kocası
askere gitti. Ondan sonra Zühre başımdan ayrılmaz oldu. Kocasının ona ithafen bile yazamadığı, lafın sonunda, “Herkese
selam ederim,” cümlesindeki herkes oluşunu bile heyecanla içi kıpır kıpır olarak
okuduğu mektuplar için geldi durdu başıma. Gönderdiği mektupları içime koydu,
temiz mendillere sarıp sakladı
da evdeki büyüklerden gizli çıkarıp sevdi, okşadı, gözyaşı
döktü. Zaman su gibi akıp geçti. Zühre’nin bir kızı oldu. Çocuğun
kesilen ilk saçını,
düşen ilk dişini
eski bir dosta emanet verir gibi sakladı içinde.
Yıllar geçti. Yıllar geçerken
içim doldu taştı.
Yatak odasının bir kenarında öylece
durup Zühre’nin hayat telaşını izledim. Ona sorsak belki de sadece orada öylece duran, arada bir içi açılıp da
içindekiler şeytan işemesin diye naftalinlenen, lavanta
otları serpiştirilen bir çeyiz sandığıydım. O bilmiyordu ama ben Zühre’nin
ürkek genç kızlığı, toy kadınlığı, heyecanlı anneliğiydim.
Zühre’nin kızı büyüdü, genç kız
oldu. Bu kez kızı için doldurmaya başladı içimi aynı heyecanla, binbir umutla.
Derken kızı köyden bir oğlana kaçtı. Zühre’nin
kızını telli duvaklı
gelin etme hevesi kursağında, emek emek yaptığı
çeyizler de benim içimde kaldı. Geldi başımda oturdu ağladı, içime
içini açtı da ağladı.
Mevsimler, yıllar birbirini kovaladı;
Zühre’nin evindeki yerim hiç değişmedi. Yaşantısıyla birlikte içime yeni bir şeyler katıp çıkartıyordum. Her yeni
şey eklenip çıktığında ben de bir artıp bir eksildim. Zaman, izlerini sakin sakin işledi yüzümüze. Zühre de ben
de nasibimizi aldık. Döküldüm. Ayaklarım içimde taşıdıklarıma dayanamadı da çatladı. İçimi açarken tiz çığlıklar
atmaya başladım. O tiz gıcırtıların arasında bu kez Zühre’nin
torunu için açtım içimi. Torununa devretti çeyizlerini Zühre. Devretti diyorum.
Bu bir görevdi bu coğrafyada. Daha kız beşikteyken çeyiz sandıkta olurdu.
Zühre bir bir çıkarıp gelin mendillerini, kanaviçe
takımlarını, gençliğini, kadınlığını serdi de serdi önüne torununun. “Ben yaptım yavrum,”
dedi, “Ben!”.
O günden sonra içimdekiler kuş olup uçtu. İçim boşalınca beni de kaldırdılar tabii kullanılmayan ahıra. İçime doldurdular yine canımdan parça odun kütüklerini. Oldum mu sana çeyiz sandığıyken odun sandığı! Zühre beni çoktan unuttu tabii de ben ağaçlığımı hiç unutmadım. Şimdi etrafı örümcek ağı kaplamış bu ışıksız ahırda kapağım kopuk, içim kırık, gövdem çürümüş olarak sesleniyorum. Tüm bunları neden mi anlattım? Öylece bir kenarda unuttuğunuz eşyalar var ya, işte onların da ruhu vardır bilin istedim.
---
Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için Patreon linki üzerinden bize bir kahve ısmarlamanız size hiçbir şey kaybettirmeyecekken bize çok şey kazandıracak.
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder