CAN SIKINTISI ÜZERINE FELSEFI VE MODERN YAKLAŞIMLAR

 Can sıkıntısı, insanlık tarihi boyunca bireysel ve toplumsal bir mesele olarak tartışılmıştır. Bu duygu, yalnızca basit bir ruh hali değil, insanın varoluşsal sorularını ve anlam arayışını yansıtan derin bir olgudur. Tarihten modern zamana kadar uzanan bu kavram, felsefi analizlerle zenginleşmiş ve modern yaşamın etkileriyle dönüşüme uğramıştır. Makalenin Amacı   Bu makalede, can sıkıntısının tanımından başlayarak, felsefi yaklaşımlar, modern toplum üzerindeki etkileri ve çözüm önerileri detaylı bir şekilde ele alınacaktır. Can Sıkıntısının Tanımı ve Doğası Can Sıkıntısı Nedir? Can sıkıntısı, genellikle bir şey yapma isteksizliği, yaşamın monotonluğu ya da bir amaçsızlık hissi olarak tanımlanır. Bu duygu, bireyin içinde bulunduğu çevresel koşullardan kaynaklanabilir ya da içsel bir huzursuzluğun dışavurumu olabilir. - Seneca ve Antik Dönem: Antik Yunan ve Roma döneminde düşünürler, insanın günlük yaşamının rutinlerinden kaynaklanan monotonluğa dikkat çekmişlerdir....

Sandıklarımız / Seda Derin'in kaleminden

 


Bu eve geldiğim ilk günü dün gibi hatırlıyorum. Odanın baş köşesine kuruluşumu, evin büyüğü gibi içimi cömertçe açışımı… Ah, ah! Durun size hikâyeyi en başından anlatayım, ta en başından!

Tam yüz yirmi beş yıl önce ekilmiş bir niyetin vücut bulmuş hâliyim. Yüz yirmi beş yıl önce Hacı Mustafa, tarlasının kenarına bir fidan dikti. Dikerken, “Biz görmeyiz ama gölgesinde insan soluklansın, dalına kuş konsun, meyvesi kime nasipse onun olsun,” diyerek dikti. Yolun kenarında bulup diktiği bu fidanın ne fidanı olduğunu bilmiyordu tabii. Ne zaman başım toprağı yırttı, gövdem yeşerdi, işte o zaman ulu bir ceviz olacağımı anladı.

Büyüdüm. Onlarca mevsim gördüm, dalıma binlerce kuş kondu; altımda onlarca kişi soluklandı, güldü, ağladı, aşklarını gövdeme kazıdı. Ekildiğim tarla ne zaman imara açıldı, işte o zaman darmadağın oldum, testereyi belimde hissettim. Her bir parçamı bir yere götürdüler. Geriye bir kalbim kaldı, onu da sandık yaptılar.

Gözlerimi marangoz Veli Usta’nın dükkânında açtım. Veli Usta’nın ellerinden bir sandık olarak çıktım. Ama ne sandık! Veli Usta kalın, nasırlı parmaklarıyla ince ince işledi beni. Bir genç kızın danteli işlemesi gibi sabırla, nazikçe her ayrıntımı işledi. Üzerime çiçekler oydu, içimi en iyi satenlerle örttü, ayaklarımı aslan ayakları yaptı. Günler geldi geçti de beni bitirince karşıma geçip bir çay içti. Evladıyla gururlanan bir baba gibi kabardı karşımda, “Ben yaptım. Ben!” dedi. Veli Usta’dan ayrılışım uzun sürmedi. Kapağım açıldığında bir mobilya dükkânında buldum kendimi. Güzel, temiz bir dükkândı bu. Sahibi biraz paragözdü ama bana iyi baktı, Allah’ı var! Gel zaman git zaman dükkânda nice günlerim geçti. Alıcım çoktu ama patron öyle ucuza vermiyordu, “Kıymetli bu, oyma ceviz sandık,” diyordu. Orada öylece kalacağımı düşünmeye başlamıştım ki üzerimde bir el gezindi, “İşte,” dedim,bu kez gidiyorum; birilerinin anılarına sahip çıkmaya gidiyorum”.

Bu kez kapağım duvarında geyik işlemeli kilim asılı olan bir yatak odasında açıldı. Onu da işte ilk o zaman gördüm, Zühre’yi. Zühre’yi tanıdığımda o daha on yedisinde gencecik bir kızdı. Siyah kirpiklerinin altında yatan ela gözleri vardı. Yüzü bembeyazdı, benim cevizimin içinden bile beyaz. Dudağının kenarında büyükçe bir ben, kaşının hemen altında gövdeme kazınan aşk yaraları gibi bir yarası vardı. Beyaz örtüsünün altından çıkan siyah saçlarını elleriyle yoklardı hep. Gündüz tarlaya gider, akşamları da sobanın dibindeki minderinde çeyiz işlerdi. Dilini dışarıya çıkara çıkara işlediği el emeklerini bitirdikten sonra karşısına koyar ve gururla, “Ben yaptım,” derdi, “Ben!”. Her bitirdiğini bebeğini beşiğine yatıran anne şefkatiyle yerleştirirdi saten kaplı yüzüme.

Günler böyle geçerken, bir gün gözümüzü bir başka yatak odasında açtık Zühre’yle. Binbir hevesle, heyecanla ince ince işlediği çeyizlerini, emeğini kattım içime; Zühre’yle birlikte gelin olduk. Zühre giderken içime her şeyini koyamadı tabii. Çocukluğunu, kaprislerini, şımarıklıklarını, nazlanmalarını bunların hiçbirini alamadık içime. Onlara yer yoktu çünkü, gittiğimiz evde.

Bir zaman sonra Zühre’nin kocası askere gitti. Ondan sonra Zühre başımdan ayrılmaz oldu. Kocasının ona ithafen bile yazamadığı, lafın sonunda, “Herkese selam ederim,” cümlesindeki herkes oluşunu bile heyecanla içi kıpır kıpır olarak okuduğu mektuplar için geldi durdu başıma. Gönderdiği mektupları içime koydu, temiz mendillere sarıp sakladı da evdeki büyüklerden gizli çıkarıp sevdi, okşadı, gözyaşı döktü. Zaman su gibi akıp geçti. Zühre’nin bir kızı oldu. Çocuğun kesilen ilk saçını, düşen ilk dişini eski bir dosta emanet verir gibi sakladı içinde.

Yıllar geçti. Yıllar geçerken içim doldu taştı. Yatak odasının bir kenarında öylece durup Zühre’nin hayat telaşını izledim. Ona sorsak belki de sadece orada öylece duran, arada bir içi açılıp da içindekiler şeytan işemesin diye naftalinlenen, lavanta otları serpiştirilen bir çeyiz sandığıydım. O bilmiyordu ama ben Zühre’nin ürkek genç kızlığı, toy kadınlığı, heyecanlı anneliğiydim.

Zühre’nin kızı büyüdü, genç kız oldu. Bu kez kızı için doldurmaya başladı içimi aynı heyecanla, binbir umutla. Derken kızı köyden bir oğlana kaçtı. Zühre’nin kızını telli duvaklı gelin etme hevesi kursağında, emek emek yaptığı çeyizler de benim içimde kaldı. Geldi başımda oturdu ağladı, içime içini açtı da ağladı.

Mevsimler, yıllar birbirini kovaladı; Zühre’nin evindeki yerim hiç değişmedi. Yaşantısıyla birlikte içime yeni bir şeyler katıp çıkartıyordum. Her yeni şey eklenip çıktığında ben de bir artıp bir eksildim. Zaman, izlerini sakin sakin işledi yüzümüze. Zühre de ben de nasibimizi aldık. Döküldüm. Ayaklarım içimde taşıdıklarıma dayanamadı da çatladı. İçimi açarken tiz çığlıklar atmaya başladım. O tiz gıcırtıların arasında bu kez Zühre’nin torunu için açtım içimi. Torununa devretti çeyizlerini Zühre. Devretti diyorum. Bu bir görevdi bu coğrafyada. Daha kız beşikteyken çeyiz sandıkta olurdu. Zühre bir bir çıkarıp gelin mendillerini, kanaviçe takımlarını, gençliğini, kadınlığını serdi de serdi önüne torununun. “Ben yaptım yavrum,” dedi, “Ben!”.

O günden sonra içimdekiler kuş olup uçtu. İçim boşalınca beni de kaldırdılar tabii kullanılmayan ahıra. İçime doldurdular yine canımdan parça odun kütüklerini. Oldum mu sana çeyiz sandığıyken odun sandığı! Zühre beni çoktan unuttu tabii de ben ağaçlığımı hiç unutmadım. Şimdi etrafı örümcek ağı kaplamış bu ışıksız ahırda kapağım kopuk, içim kırık, gövdem çürümüş olarak sesleniyorum. Tüm bunları neden mi anlattım? Öylece bir kenarda unuttuğunuz eşyalar var ya, işte onların da ruhu vardır bilin istedim.

---

Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için Patreon linki üzerinden bize bir kahve ısmarlamanız size hiçbir şey kaybettirmeyecekken bize çok şey kazandıracak.  

https://www.patreon.com/kitapdedektifiyiz

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme

Divan Edebiyatının Kökeni ve Gelişimi