THE BIRDS: BİR İNTİKAM ÖYKÜSÜ / Gülsen Akar
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Alfred
Hitchcock tüm mutfak süreçleri ile ders olarak okutulmayı ve üzerine nice
analizler yapılmayı mümkün kılan bir filmografiye sahip olmakla beraber kendine
özgü tarzıyla da imza işler ortaya koymuştur. Hitchcock’un filmleri üzerinden
yapılan okumalarda yönetmenin kendinden, takıntılarından, korkularından,
ilgilerinden ve kendisi üzerine psikolojik okumalardan yararlanmamak elbette
düşünülemez. Hitchcock’un bağımsız yönetmenlik dönemi eserlerinden “Kuşlar”
filmi üzerinden hem genel bir okuma hem yönetmenin kendisine dair olasılıklar
ve ipuçlarına yer vermek en doğrusu olacaktır.
Kuşlar filmi senaryosu itibariyle halihazırda seyircinin kucağına patlamaya hazır bir bomba bırakıp belirsizliğin yarattığı bu gizemle başa çıkmasını beklemektedir. Aslında filmin her bir sahnesinde ve aksiyonunda beklenen gerilim unsurları doz doz arttırılmaktadır. Seyircinin beklediği olması muhtemel olayların gerçekleştiğini görmekteyiz ancak burada gerilimin an be an bitmemesini aksine sürekli tırmanmasını sağlayan yegâne unsur varlığını korumaktadır: belirsizlik. Filmin açılış sahnesinde düzensiz bir kalabalık, kaos ve çığlıklar içinde bir dolu kuş türünün her yöne uçuştuğunu görüyoruz yani yönetmen diyor ki, bu kuşlar sizin kabusunuz olacak! Ardından gelen sahnede tıpkı kuşların yarattığı düzensiz, çığırtkan ve kaotik kalabalık gibi bir atmosferin hakim olduğu metropolün kaldırımında Melanie Daniels isimli karakter gözükmektedir. Melanie Daniels şüphesiz dönemine göre şaşkınlık verecek kadar güçlü ve soğuk bir sarışını canlandırmaktadır. Ayrıca bu sarışının zengin ve şımarık olduğunu eklememe gerek var mı yoksa çoktan beyninizde anahtar sözcükler yandı mı, bilemiyorum. Filmin giriş sahnesinde Melanie’nin gözünden gökyüzüne baktığımızda çığırtkan ve dağınık kuşları tekrar görmekteyken bu kısa ve etkili bakışın ardından Melanie’nin bir “pet shop”a girişiyle zihnimizde yavaş yavaş bir şema canlanmaktadır. Melanie Daniels gibi baskın bir karakterin karşısında yer alan bir diğer baskın ve güç budalası karakteri olan Mitch Brennen da sahneye giriş yapmaktadır. Zihinlerde beliren şema bize bu kadın ve erkek arasındaki romantik ilişkiye göz kırparken şunu sorup duruyorum: kuşların bu ikili ile ne alakası olabilir? Elbette yönetmenin film boyunca verdiği ipuçları ile bu soruya tatmin edici olamasa da kendinizce cevaplar üretebiliyorsunuz. Öncelikle meseleyi toplumsal cinsiyet ve normlar açısından ele alacak olursak Melanie Daniels için şımarık, kapitalizmin çarklarının kusursuz döndüğü metropolün tipik karakterlerinden diyebileceğimiz, mevcut düzendeki sömürünün pek tabii -babası sağolsun- sömürülen tarafında yer almayan ancak kendisinden beklenenin aksine güçlü, dominant ve soğukkanlı bir kadın profili çizmektedir diyebiliriz. Yani eril tahakkümün bizlere dayattığı cinsiyet normlarına uygun davranmakta olan yani şımarık, mızmız, zayıflık derecesinde hassas ve alıngan olabilen, her şeyi elde etmeyi istemenin açlığı ile hareket eden dolayısıyla kadınlara atfedilen kötücül tiplemenin içine cuk diye oturan bir profilden bahsetmekteyiz ancak tüm bunların aksine hoşlandığı erkeği zihin gücü ve pek tabii cazibesinin verdiği o kadınsı güçle alt etmeye çalışan, hoşlandığı erkek için hiç bilmediği yollarda kaybolup uzun mesafeleri kat ederek kim ne der diye düşünmeden yol alabilen bir kadın görmekteyiz. Mitch ise kendisinden beklenildiği üzere güçlü, yakışıklı ve biraz da narsistik diyebileceğimiz bir karakter olarak karşımıza çıkmaktadır. İki dominant karakterin karşı karşıya gelmesi elbette eril düzende bir çatışma unsuru yaratmaktadır. Mitch’in ölen babasının ardından annesi ve kız kardeşine sahip çıktığını annesinin göz bebeği olduğunu ve evde bir “baba” rolü üstlendiğini görmekteyiz. Bundandır ki anne Mitch’in sevgililerine her zaman şüpheyle yaklaşmakta; işler ciddiye bindikten sonra ve evlilikten yani Mitch’in evden ayrılışından söz edildikçe Mitch’in sevgililerine bir tavır ve mesafe almaktadır. Yani mevcut otorite figürü “baba”nın ölümü ile annenin oğluna “baba” rolünü bir nevi giydirmesiyle oğulun da bu rol ile özdeşleşmesiyle bu ilişkiden bir Oedipus yaratmışlardır. Oedipus’tan çıkmanın yolu çocuğun hemcinsi olan ebeveynle özdeşleşmesidir ancak burada söz konusu hemcins ebeveynin yokluğunda bir özdeşleşme yaşanması ile duygusal anlamda ensestiyöz bir bağ kurulmuştur. Bu sebeptendir ki yakışıklı, güçlü ve centilmen erkek profili Mitch karakteri, annesinden bağımsızlaşıp evlenememektedir. Melanie Daniels ise bu durumu tersine çevirecek bir karakter olarak ailenin içine giriş yapmıştır. Melanie Daniels, Mitch’in annesinin aksine güçlü bir kadın profili çizerken, Mitch’in annesini de yalnızlıktan yana duyduğu korkusuna dair teselli edebilmektedir.
Kuşların ilk
saldırısı küçük ama etkili bir hamle ile Melani’ye yönelik yapılmıştır.
Melanie, hoşlandığı adamın kız kardeşi için sürpriz bir şekilde kafeste iki
küçük kuşla adaya geldiğinde başlayan hareketlilik Melanie sandaldayken bir
martının kafasına sert bir darbe indirmesiyle başlamaktadır. Ardından
saldırıların dozu gün geçtikçe artmıştır öyle ki Melanie adadan
ayrılamamaktadır. Kuşların ilk büyük saldırısı Mitch’in kız kardeşinin doğum
günü partisinde bahçede oynayan çocuklara yönelik olmuştur. Dört bir yandan
beklenmeyen bir şekilde saldırıya geçen kuşlar, insanlara ciddi anlamda
fiziksel zarar vermiştir. Kuşların bu agresif tavırları ve öfkeli
davranışlarının sebebi anlaşılamasa da filmdeki belirsiz ve gergin bekleyişler
gerilimin dozunu artırmaktadır. Örneğin Melanie’nin okula gittiği sahnede
bankta oturduğu zaman diliminde kuşların birer birer gelip tellere konmaya
başlamasıyla seyirci de Melanie de yeni bir saldırının yaklaştığını anlamaya
başlamaktadır ancak yönetmen belirsizliği bir korku unsuru olarak o denli iyi
bir silah olarak kullanmaktadır ki saldırıdan önce gerilimin dozu zaten
artmaktadır.
Filmin
limandaki restaurant-bar kısmında geçen sahnesinde ise Melanie ve Mitch
kuşların saldırısından bahsederken diğer insanların bir kısmının bu saldırıya
inanmadığını ve kuşların saldırmak için bir sebebi olmadığını söylediğini
görmekteyiz. Kafede çocukları ile oturan koruyucu, geleneksel bir tipleme çizen
anne figürü ise kuş saldırısı gerçekleştikten sonra oldukça ajite bir şekilde
Melanie’yi bu saldırıların sorumlusu olarak işaret etmektedir çünkü Melanie
farklıdır, bu adaya yenim gelmiştir ve bu saldırılar karşısında tüm
soğukkanlılığı ile diğer insanlarla birlikte mücadele etmeye çalışan güçlü bir
kadındır. Dolayısıyla Melanie bu kadının gözünde bir Ortaçağ cadısı olma
mertebesine eriştiğinden yakılmayı hak etmektedir. Aslında kadının
suçlamalarının temelinde bilinmeyene dair duyduğu korkuyu anlamlandırma isteği
ve bununla mücadele edebilme dürtüsü yatmaktadır. Kendisine bir düşman bulur ve
bununla mücadele ederse korku duyduğu asıl düşman ortadan yol olacak diye
ummaktadır. Filmin etrafında döndüğü seyircinin acaba sebep bu mu diye
kafasının kurcalayan unsurlardan biri de budur aslında: bu eril hegemonyanın
merkezinde kendi başına mücadele veren, güçlü bir erkek figürünün karşısında
pek de boyun eğmeyen ve varlığı ile orada olan bir kadın olan Melanie, doğanın
kadın-erkek dengesini alt üst ettiği için mi kuşlar saldırmaktadır? Çünkü
filmin sonunda görüyoruz ki Melanie kuşların saldırısına uğradıktan sonra
oldukça pasifize bir şekilde varlığını pek de hissetmediğimiz bir konu
mankenine dönüştükten ve erkek karakterin kanatları altına sığındıktan sonra kuşların
arasından saldırıya uğramadan geçerek evi terk edebilmektedirler.
Filmin diğer
bir yüzüne bakarsak bir doğa-insan savaşı okuması yapabilmekteyiz. İnsanların
yüzlerce yıldır doğaya yaptığı zulmü, doğanın her bir ferdini ve varlığını
-kendi türü de dahil- sömürmesi ve tüketmesini hesap edersek kantar elbette
kuşlardan yana olmaktadır. Limandaki restaurantta kuş bilimci kadının da
kuşlardan yana tavır aldığı söylemleri zihinlerde bu cevabı pekiştirmektedir.
Bu kadına göre kuşların insanlara saldırı hakkı elbette vardır çünkü
saldırılardan bahsederken dahi arkadan bir “kızarmış tavuk” siparişi alındığını
duymaktayız. Fakat saldırgan olan milyonlarca yıldır hep insanlar olmuştur,
kuşlar değil... Bir diğer taraftan İncil’den kıyametle ve Tanrı’nın gazabı ile
ilgili pasajlar okuyup duran adam insanların bu saldırganlığının,
günahkarlığının bedeli olarak Tanrı’nın daha önce de yaptığı gibi insanlığa bir
azap olarak kuşları gönderdiğini iddia etmektedir.
Hitchcock,
geçmişte bir martı saldırısına uğrayan kadının hikayesinden yola çıkarak
kurguladığı bu filmde bize ne anlatmak istemiştir kesin bir cevap veremeyiz
ancak seyircinin
kafasını bir hayli
karıştırarak, belirsizliğin yarattığı korkuyla bizi baş başa bırakmıştır. Zira
filmin sonunda kuşların arasından sessizce geçip arabaya binerek uzaklaşan
karakterlerin ardından seyirciyi aynı gizem ve korkuyla bırakan unsur,
sorularına belirsizliklerin ve bu soruların içini doldurabilecek bir cevap
bulamadan arabanın arkasından “Şimdi ne olacak?” diye bakakalmasıdır.
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder