20 y.y. Felsefesi

Varoluşçuluk ve Önemli Temsilcileri Varoluşçuluk, bireyin kendi varlığını ve anlamını yaratma sorumluluğunu vurgulayan bir felsefi akımdır. Varoluşçulara göre, insan varlığı, önceden belirlenmiş bir öz veya anlam taşımaz. İnsan, kendi seçimleri ve eylemleriyle anlam yaratır. Bu nedenle, varoluşçuluk, bireysel özgürlük ve sorumluluğu ön plana çıkarır. Önemli Temsilciler: Søren Kierkegaard: Varoluşçuluğun öncülerinden biri olarak kabul edilir. İnanç, kaygı ve bireysellik üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Friedrich Nietzsche: Güç iradesi, Üstinsan ve Tanrı'nın ölümü gibi kavramlarla varoluşçuluğa önemli katkılar sağlamıştır. Jean-Paul Sartre: Varoluşçuluğun en tanınmış temsilcilerinden biridir. "Varoluş özden önce gelir" sözüyle varoluşçuluğun temel tezini özetler. Simone de Beauvoir: Kadınların varoluşsal durumunu ve cinsiyetçiliği ele alarak varoluşçuluğa yeni bir boyut kazandırmıştır. Postmodernizm: Eleştir

THE BIRDS: BİR İNTİKAM ÖYKÜSÜ / Gülsen Akar

Alfred Hitchcock tüm mutfak süreçleri ile ders olarak okutulmayı ve üzerine nice analizler yapılmayı mümkün kılan bir filmografiye sahip olmakla beraber kendine özgü tarzıyla da imza işler ortaya koymuştur. Hitchcock’un filmleri üzerinden yapılan okumalarda yönetmenin kendinden, takıntılarından, korkularından, ilgilerinden ve kendisi üzerine psikolojik okumalardan yararlanmamak elbette düşünülemez. Hitchcock’un bağımsız yönetmenlik dönemi eserlerinden “Kuşlar” filmi üzerinden hem genel bir okuma hem yönetmenin kendisine dair olasılıklar ve ipuçlarına yer vermek en doğrusu olacaktır.

 


Kuşlar filmi senaryosu itibariyle halihazırda seyircinin kucağına patlamaya hazır bir bomba bırakıp belirsizliğin yarattığı bu gizemle başa çıkmasını beklemektedir. Aslında filmin her bir sahnesinde ve aksiyonunda beklenen gerilim unsurları doz doz arttırılmaktadır. Seyircinin beklediği olması muhtemel olayların gerçekleştiğini görmekteyiz ancak burada gerilimin an be an bitmemesini aksine sürekli tırmanmasını sağlayan yegâne unsur varlığını korumaktadır: belirsizlik. Filmin açılış sahnesinde düzensiz bir kalabalık, kaos ve çığlıklar içinde bir dolu kuş türünün her yöne uçuştuğunu görüyoruz yani yönetmen diyor ki, bu kuşlar sizin kabusunuz olacak! Ardından gelen sahnede tıpkı kuşların yarattığı düzensiz, çığırtkan ve kaotik kalabalık gibi bir atmosferin hakim olduğu metropolün kaldırımında Melanie Daniels isimli karakter gözükmektedir. Melanie Daniels şüphesiz dönemine göre şaşkınlık verecek kadar güçlü ve soğuk bir sarışını canlandırmaktadır. Ayrıca bu sarışının zengin ve şımarık olduğunu eklememe gerek var mı yoksa çoktan beyninizde anahtar sözcükler yandı mı, bilemiyorum. Filmin giriş sahnesinde Melanie’nin gözünden gökyüzüne baktığımızda çığırtkan ve dağınık kuşları tekrar görmekteyken bu kısa ve etkili bakışın ardından Melanie’nin bir “pet shop”a girişiyle zihnimizde yavaş yavaş bir şema canlanmaktadır. Melanie Daniels gibi baskın bir karakterin karşısında yer alan bir diğer baskın ve güç budalası karakteri olan Mitch Brennen da sahneye giriş yapmaktadır. Zihinlerde beliren şema bize bu kadın ve erkek arasındaki romantik ilişkiye göz kırparken şunu sorup duruyorum: kuşların bu ikili ile ne alakası olabilir? Elbette yönetmenin film boyunca verdiği ipuçları ile bu soruya tatmin edici olamasa da kendinizce cevaplar üretebiliyorsunuz. Öncelikle meseleyi toplumsal cinsiyet ve normlar açısından ele alacak olursak Melanie Daniels için şımarık, kapitalizmin çarklarının kusursuz döndüğü metropolün tipik karakterlerinden diyebileceğimiz, mevcut düzendeki sömürünün pek tabii -babası sağolsun- sömürülen tarafında yer almayan ancak kendisinden beklenenin aksine güçlü, dominant ve soğukkanlı bir kadın profili çizmektedir diyebiliriz. Yani eril tahakkümün bizlere dayattığı cinsiyet normlarına uygun davranmakta olan yani şımarık, mızmız, zayıflık derecesinde hassas ve alıngan olabilen, her şeyi elde etmeyi istemenin açlığı ile hareket eden dolayısıyla kadınlara atfedilen kötücül tiplemenin içine cuk diye oturan bir profilden bahsetmekteyiz ancak tüm bunların aksine hoşlandığı erkeği zihin gücü ve pek tabii cazibesinin verdiği o kadınsı güçle alt etmeye çalışan, hoşlandığı erkek için hiç bilmediği yollarda kaybolup uzun mesafeleri kat ederek kim ne der diye düşünmeden yol alabilen bir kadın görmekteyiz. Mitch ise kendisinden beklenildiği üzere güçlü, yakışıklı ve biraz da narsistik diyebileceğimiz bir karakter olarak karşımıza çıkmaktadır. İki dominant karakterin karşı karşıya gelmesi elbette eril düzende bir çatışma unsuru yaratmaktadır. Mitch’in ölen babasının ardından annesi ve kız kardeşine sahip çıktığını annesinin göz bebeği olduğunu ve evde bir “baba” rolü üstlendiğini görmekteyiz. Bundandır ki anne Mitch’in sevgililerine her zaman şüpheyle yaklaşmakta; işler ciddiye bindikten sonra ve evlilikten yani Mitch’in evden ayrılışından söz edildikçe Mitch’in sevgililerine bir tavır ve mesafe almaktadır. Yani mevcut otorite figürü “baba”nın ölümü ile annenin oğluna “baba” rolünü bir nevi giydirmesiyle oğulun da bu rol ile özdeşleşmesiyle bu ilişkiden bir Oedipus yaratmışlardır. Oedipus’tan çıkmanın yolu çocuğun hemcinsi olan ebeveynle özdeşleşmesidir ancak burada söz konusu hemcins ebeveynin yokluğunda bir özdeşleşme yaşanması ile duygusal anlamda ensestiyöz bir bağ kurulmuştur. Bu sebeptendir ki yakışıklı, güçlü ve centilmen erkek profili Mitch karakteri, annesinden bağımsızlaşıp evlenememektedir. Melanie Daniels ise bu durumu tersine çevirecek bir karakter olarak ailenin içine giriş yapmıştır. Melanie Daniels, Mitch’in annesinin aksine güçlü bir kadın profili çizerken, Mitch’in annesini de yalnızlıktan yana duyduğu korkusuna dair teselli edebilmektedir.

 

Kuşların ilk saldırısı küçük ama etkili bir hamle ile Melani’ye yönelik yapılmıştır. Melanie, hoşlandığı adamın kız kardeşi için sürpriz bir şekilde kafeste iki küçük kuşla adaya geldiğinde başlayan hareketlilik Melanie sandaldayken bir martının kafasına sert bir darbe indirmesiyle başlamaktadır. Ardından saldırıların dozu gün geçtikçe artmıştır öyle ki Melanie adadan ayrılamamaktadır. Kuşların ilk büyük saldırısı Mitch’in kız kardeşinin doğum günü partisinde bahçede oynayan çocuklara yönelik olmuştur. Dört bir yandan beklenmeyen bir şekilde saldırıya geçen kuşlar, insanlara ciddi anlamda fiziksel zarar vermiştir. Kuşların bu agresif tavırları ve öfkeli davranışlarının sebebi anlaşılamasa da filmdeki belirsiz ve gergin bekleyişler gerilimin dozunu artırmaktadır. Örneğin Melanie’nin okula gittiği sahnede bankta oturduğu zaman diliminde kuşların birer birer gelip tellere konmaya başlamasıyla seyirci de Melanie de yeni bir saldırının yaklaştığını anlamaya başlamaktadır ancak yönetmen belirsizliği bir korku unsuru olarak o denli iyi bir silah olarak kullanmaktadır ki saldırıdan önce gerilimin dozu zaten artmaktadır.


 

Filmin limandaki restaurant-bar kısmında geçen sahnesinde ise Melanie ve Mitch kuşların saldırısından bahsederken diğer insanların bir kısmının bu saldırıya inanmadığını ve kuşların saldırmak için bir sebebi olmadığını söylediğini görmekteyiz. Kafede çocukları ile oturan koruyucu, geleneksel bir tipleme çizen anne figürü ise kuş saldırısı gerçekleştikten sonra oldukça ajite bir şekilde Melanie’yi bu saldırıların sorumlusu olarak işaret etmektedir çünkü Melanie farklıdır, bu adaya yenim gelmiştir ve bu saldırılar karşısında tüm soğukkanlılığı ile diğer insanlarla birlikte mücadele etmeye çalışan güçlü bir kadındır. Dolayısıyla Melanie bu kadının gözünde bir Ortaçağ cadısı olma mertebesine eriştiğinden yakılmayı hak etmektedir. Aslında kadının suçlamalarının temelinde bilinmeyene dair duyduğu korkuyu anlamlandırma isteği ve bununla mücadele edebilme dürtüsü yatmaktadır. Kendisine bir düşman bulur ve bununla mücadele ederse korku duyduğu asıl düşman ortadan yol olacak diye ummaktadır. Filmin etrafında döndüğü seyircinin acaba sebep bu mu diye kafasının kurcalayan unsurlardan biri de budur aslında: bu eril hegemonyanın merkezinde kendi başına mücadele veren, güçlü bir erkek figürünün karşısında pek de boyun eğmeyen ve varlığı ile orada olan bir kadın olan Melanie, doğanın kadın-erkek dengesini alt üst ettiği için mi kuşlar saldırmaktadır? Çünkü filmin sonunda görüyoruz ki Melanie kuşların saldırısına uğradıktan sonra oldukça pasifize bir şekilde varlığını pek de hissetmediğimiz bir konu mankenine dönüştükten ve erkek karakterin kanatları altına sığındıktan sonra kuşların arasından saldırıya uğramadan geçerek evi terk edebilmektedirler.

 

Filmin diğer bir yüzüne bakarsak bir doğa-insan savaşı okuması yapabilmekteyiz. İnsanların yüzlerce yıldır doğaya yaptığı zulmü, doğanın her bir ferdini ve varlığını -kendi türü de dahil- sömürmesi ve tüketmesini hesap edersek kantar elbette kuşlardan yana olmaktadır. Limandaki restaurantta kuş bilimci kadının da kuşlardan yana tavır aldığı söylemleri zihinlerde bu cevabı pekiştirmektedir. Bu kadına göre kuşların insanlara saldırı hakkı elbette vardır çünkü saldırılardan bahsederken dahi arkadan bir “kızarmış tavuk” siparişi alındığını duymaktayız. Fakat saldırgan olan milyonlarca yıldır hep insanlar olmuştur, kuşlar değil... Bir diğer taraftan İncil’den kıyametle ve Tanrı’nın gazabı ile ilgili pasajlar okuyup duran adam insanların bu saldırganlığının, günahkarlığının bedeli olarak Tanrı’nın daha önce de yaptığı gibi insanlığa bir azap olarak kuşları gönderdiğini iddia etmektedir.

 

Hitchcock, geçmişte bir martı saldırısına uğrayan kadının hikayesinden yola çıkarak kurguladığı bu filmde bize ne anlatmak istemiştir kesin bir cevap veremeyiz ancak seyircinin


kafasını bir hayli karıştırarak, belirsizliğin yarattığı korkuyla bizi baş başa bırakmıştır. Zira filmin sonunda kuşların arasından sessizce geçip arabaya binerek uzaklaşan karakterlerin ardından seyirciyi aynı gizem ve korkuyla bırakan unsur, sorularına belirsizliklerin ve bu soruların içini doldurabilecek bir cevap bulamadan arabanın arkasından “Şimdi ne olacak?” diye bakakalmasıdır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme