ABSÜRT TİYATRO- Godot’yu Beklerken / Yaren Soysal
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
‘İnsanı,
insana, insanla, insanca anlatma sanatı.’ Yani Tiyatro! Efendim benim farazi
alemimin ötelerinde bir yerlerde, tiyatro ete kemiğe bürünür; uzunca boynu ve
irice gövdesiyle pek haşmetli görünür. “Absürt
Tiyatro” onun asi ve uçarı kızıdır. Ele avuca sığmaz, ne dediği hiç mi hiç
anlaşılmaz. Anlaşılma çabası da yoktur üstelik, küstahtır. Özgür ruhludur,
isyankardır! Tüm normlara kafa tutar. Tutar tutmasına da,bu uğurda az da çile
çekmez hani…Değişimin her türlüsüne direnmeyi huy edinmiş bizler, onu ellerimizde
çiçeklerle mi karşıladık dersiniz? Hiç
sanmam.
Absürt
Tiyatronun doğuşu 20. yüzyıl Fransasına dayanır. Bu akımın ilk ve en bilindik
eseri ‘Godot’yu Beklerken’, ilk kez
1953 yılında Paris’te sahnelenmiş, ancak hem oyun hem de yazarı Samuel Beckett
kelimenin tam anlamıyla yerden yere vurulmuştur. Geleneksel tiyatro izleyicisi
aşinası olduğu gibi bir giriş-gelişme-sonuç
örgüsü; belirli bir mantığa ve nedenselliğe oturtulmuş diyaloglar; zaman,
mekan, dekor uyumu bulma beklentisiyle gelmiş, aradığını bulamamanın verdiği
öfke ve hayal kırıklığından aldığı yetkiye dayanarak gerçek bir karalama
kampanyası başlatmıştır. Oyunun halka yönelik hiçbir mesaj unsuru taşımadığını
öne süren ‘toplum için sanat’ savunurları
için durum çok daha kişisel olmuş ve isyan bayrağını çekmelerine sebebiyet
vermiştir.
Godot’yu
Beklerken iki perdelik bir oyundur ve iki arkadaşın Godot ismini verdikleri
birini/bir şeyi bekleyişlerini konu alan iki günü yansıtır. Oyun boyunca göze
çarpan detaylardan biri iki ana karakterin birbirlerine isimleriyle hitap
etmekten özellikle kaçınıp, takma isimler kullanıyor olmalarıdır. Bu absürt
tiyatro felsefesini tanımlayan dikkat çekici bir vurgudur. Karakterlerin
birbirlerine isimleriyle hitap etmeleri gerekmez çünkü klasik tiyatronun aksine
onların kim oldukları ya da kişilikleri bir önem teşkil etmez. Onlar ‘birini’ değil, ‘herkesi’, daha doğru bir tabirle ‘herkesten bir parçayı’ temsilen yaratılmış karakterlerdir.
Estragon
(Gogo) ve Vladimir (Didi) isimlerindeki bu iki arkadaş, bir ağacın altında
buluşur ve bekleyiş başlar. Godot kimdir, onlara ne vadetmişir, neden Godot’yu
beklerler soruları izleyiciye hazır olarak sunulmayıp, açık uçlu bırakılmıştır.
Tek bildiğimiz Godot gelecektir, bugün değilse yarın mutlaka gelecektir, ve her
şey(?) düzelecektir. Ancak
Godot hiç gelmez. Godot’un kim olduğuna ilişkin en iddialı çıkarımlardan biri
Türk yazar ve eski üst düzey emekli bankacı Selçuk Altun tarafından ortaya
atılmış. Altun’a göre Godot, God(Tanrı) ve Idiot (Ahmak) sözcüklerinin
birleşimiyle türemiş bir isim. Ayrıca Altun, Godot’un sırrını çözen Türk emekli
bankacı olarak hakettiği değerin lütfedilmesi isteğini de özellikle belirtiyor.
Fransız yönetmen ve aktör Roger Blin’in ise “Godot ne anlama geliyor?” sorusu
üzerine “godillot, godasse” yani asker postalı ve iri kaba ayakkabı cevabını
verdiği söyleniyor. Bu son derece tatmin edici bir cevap çünkü oyun boyunca
Gogo’nun kendisine küçük gelen ayakkabılarıyla mücadelesine tanık oluyoruz.
Kimi eleştirmenlerce sürekli çıkarılmak ve kurtulunmak istenen ayakkabılar ile
beklenen ve asla gelmeyen Godot arasında hem fonetik hem de anlamsal bir bağ
kurulmuş olması olası. Bir diğer deyişle ayakkabılar eski Tanrı’yı, Godot ise
arzulanan ve beklenen yeni Tanrı’yı sembolize ediyor.
Estragon
(Gogo), daimi bir gitme arzusu taşıyan fakat hiç gitmeyen, mantığını neredeyse
yok sayarak tamamen güdüleriyle hareket eden, sürekli açlığından ve
uykusuzluğundan yakınan bir karakter olup, bu haliyle Freud’un ‘id’ kavramıyla
ilişkilendirilir. Freud’a göre insan psikolojisine ait üç temel yapıdan biri
olan id, içsel tatmini sağlamak için ilkel düzeydeki arzuları, cinsel dürtüleri
ve agresif eğilimleri içerir. Gogo’nun oyun boyunca işlenen dürtüsel
davranışlarının id kavramına yönelik bir benzetme olduğu düşünülür. Öte yandan Vladimir
(Didi), ahlaki değerlere önem veren; nedenselliği, doğruları ve yanlışları
sorgulayan ve hayatına devam edebilmek için bir umut arayışında olan bir
karakter olup Freud’un ‘süper ego’ kavramının
yansıması olarak kabul edilir. Didi ve Gogo’nun taşıdıkları tüm zıtlıklara
rağmen birbirlerini terk edemiyor olmaları da bu düşünceleri destekler
niteliktedir.
Oyun
akışına üç farklı yan karakter dahil olur. Seyirci, ilk olarak Pozzo ve Lucky
ile tanışır. Lucky, boynunda kalınca bir halatla sahneye giriş yapar. Halatın
diğer ucunun Pozzo’nun elinde olduğu görülür. Aralarında ‘efendi ve kölesi’
ilişkisi olduğu aşikar olan bu iki karakterde, Lucky’e yönelik köpek tasviri
göze çarpar. Boynundaki halat tıpkı bir tasmayı andırmaktadır. Sahibinin önünden
yerlere kadar eğilmiş bir halde yürür, onun eşyalarını taşır ve yaşamını
efendisinden aldığı komutlarla sürdürür. Pozzo karakteri Beckett’in güç, otorite, kontrol benzetmelerinin
dışa vurumudur. Sömüren ve hükmeden konumundadır. Lucky ise halinden son derece
memnun, efendisine bağlılıktan ziyade bağımlılık gösteren, sömürülen olarak ifade
edilir. Bir sonraki perdede Pozzo izleyicinin karşısına kör olarak çıkar. Bu
durum kimilerince köleliğin tarihteki izlerinin siliniyor olmasına göndermedir.
Kimi yorumculara göreyse Pozzo’nun körlüğüyle anlatılmak istenen egemen ve
sömüren tarafın içsel körleşmesidir.
Bir
sahnede Lucky’nin şapkası olmadığı zaman düşünemediği ve konuşamadığı ima edilir. Ardından
Pozzo’dan “Düşün!” komutu alan Lucky, yere eğik başını kaldırır ve sırtını
dikleştirir; bir daha hiç durmaksızın ve son derece yüksek sesle konuşmaya
başlar. Onu tekrar susturmaları için şapkasını çıkarmaları gerekmektedir.
“Lucky’nin şapkası” insanın herhangi bir otorite etkisi altında kalmadan
düşünme ve ifade özgürlüğüne atıf yapar.Oyuna dahil olan son yan karakter küçük
bir çocuktur. Hiç gelmemiş ve gelmeyecek olan Godot’tan haber getirir. “Bay
Godot bu akşam gelemeyeceğini, ama yarın mutlaka geleceğini söylememi istedi.” diyerek umut tazeler ve bekleyiş
böylece devam eder. Özetle, Godot’yu Beklerken oyunu, Didi ve Gogo’nun hayata
dair anlam arayışlarını konu alır. Beckett, iddiaların aksine insanın
varoluşuna dair temel soruları çeşitli metaforla süslemiş ve büyük bir ustalıkla tüm oyuna serpiştirmiştir.
Peki,
sanatı ve sanatçısıyla ün salmış Paris’in pek sanatsever halkı tarafından tek
kalemde silinen Godot’yu Beklerken, nasıl olur da bugün büyük bir akımın öncüsü olarak kabul
edilir? Tüm o yalınlığın ardında pusu kurmuş derin karmaşa ilk kim tarafından
keşfedilir? Beckett’in sessizliğe zorladığı tiz çığlıklara ilk kulak veren kim?
Yıl
1957, yani oyunun ilk sahnelenişinin üstünden tam 4 sene geçmiş. Yer San
Quentin Eyalet Hapisanesi, Kaliforniya. Bir alkış bir kıyamet sormayın!
Mahkumlar yahu, mahkumlar alkışlıyor! Sanırım oyunu en ilginç kılan yanlarından
biri bu. Onca sene her kesim insan tarafından izlenen, ısrarla ve istikrarla
anlamlandırılamayan bu oyunun neden böylesine beğenildiği büyük bir merak
konusu oluyor. Dahası, kuyuya atılan taş misali, oyun o günden itibaren tiyatro
eleştirmenleri tarafından mercek altına alınıyor, Beckett’in varlık felsefesine
yönelik çağrışımları ve daha nicesi gün yüzüne çıkarılmaya başlanıyor ve bugün
bile hala izleri sürülüyor.
Asıl
soruya dönecek olursak, San Quentin Eyalet Hapisanesi mahkumlarını etkileyen
neydi? Oyun hangi yönüyle onlara hitap etmişti? Şöyle bir düşünelim…Oyun sonsuz
bir bekleyiş, yinelenen hayal kırıklığı ve küçük bir çocuğun ısrarla ektiği
ümit tohumları etrafında dönüp durur. Çoğunlukla umutsuzluk ve kaybolmuşluk
hissi anlatılır. Oyun boyunca ulaşılmak istenen tek bir hedef vardır, Godot... Anlaşılan o ki bir mahkum için de
hayat tam olarak bu pencereden akıyor. Belli ki taşıdığı derin gitme arzusu ve
tek bir adım öteye bile gidemeyişiyle, sadece uyuması ve yemek yemesiyle Gogo, mahkumlar
için tam da tepelerinden tutulmuş bir ayna! Belli ki bitmek bilmeyen umuduyla
ve ahlaki muhakemeleriyle Didi, her birinin dile gelen iç sesi! Ve Godot, o
sonsuz gecenin sonunda bekledikleri yek
hayal, gökyüzü değil de ne? Peki ya Godot gelmediğinde ne oluyor dersiniz?
ESTRAGON:
Neden kendimizi asmıyoruz?
VLADIMlR:
Neyle?
ESTRAGON:
Hiç ipin yok mu?
VLADIMlR:
Hayır.
ESTRAGON:
Öyleyse asamayız. (Sessizlik.)
VLADIMlR:
Hadi gidelim.
ESTRAGON:
Bir dakika, kemerim var.
VLADIMlR:
Çok kısa o.
ESTRAGON:
Ayaklarıma asılırsın.
VLADIMlR:
Peki benimkilere kim asılacak?
ESTRAGON:
Doğru.
VLADIMlR:
Yine de göster bakalım.
ESTRAGON:
Şimdi görürüz. Tut. (İkisi de bağın bir ucunu tutup, çekerler. Kopar. Düşecek gibi
olurlar.)
VLADIMlR:
Küfretmeye bile değmez. (Sessizlik.)
ESTRAGON:
Yarın dönmemiz gerekir mi diyorsun?
VLADIMlR:
Evet.
ESTRAGON:
O zaman sağlam bir ip getirebiliriz.
VLADIMlR:
Evet. (Sessizlik.)
Godot tehlikelidir zira yokluğunda,
onu düşlemenin verdiği haz telafisi
olmayan bir hiçliğe dönüşür. Oyun bu yanıyla, insanın bir başınalığına, gelip
geçiciliğine; varoluşsal çıkmazına gönderme yapar. Bu varoluşsal çıkmaz, uzunca
bir süre Nihilizimle ilişkilendirilmiştir. Ancak arada göz ardı etmesi güç bir
fark vardır. Nihilistler, varoluşun kendisini; değerler ve amaçlar bütününü
anlamsız bulur. Absürt Felsefe ise varoluşu değil, varoluşa yüklenen o yüce
anlamı, ömrü bir amaç uğruna yaşamak üzere duyulan arzuyu reddeder.
Tüm bunlar bana Ahmet Şerif İzgören’in ODTÜ’de verdiği “The
Butterfly Inside Your Palm” yani “Avucunuzdaki Kelebek” isimli o çok meşhur
seminerinde anlattıklarının bir ters izdüşümü gibi gelir. O’na göre hayat amacı
dediğin, insanın gözüne ışık getirir. Bu söylemin enteresan bir yanı yok, oy
çokluğuyla katıldığımızı varsayıyorum kendisine. Onun seminerini ilginç kılan
ise şudur: Bugün bile –ki seminer 2005 yılında gerçekleştirilmiştir- kişisel
gelişim uzmanlarından tutun psikologlara kadar herkes hep bir ağızdan hayallerimize
nasıl ve neden ulaşmamız gerektiğiyle ilgili telkinlerde bulunurken, Ahmet
Şerif Hoca’ya göre geleceğe dair kurulan o büyülü hayaller ulaşılası
olmamalıydı. Şöyle açıklar bu durumu: “Aristotle
Onassis’in oğlu intihar etti , Henry Ford’un oğlu intihar etti, Agnelli’nin
oğlu intihar etti. Niye biliyor musunuz? Bizim yaşlarımıza geldiklerinde üçü de
bir şey gördüler: Hayal edip de ulaşamayacakları hiçbir şey yoktu. Gelecek
hayali öyle bir şeydir ki, hiç ulaşmanıza gerek yoktur, ileride bir yerde
dursun o. Şu salonda herkesin, mutlaka bir karanlık gecesi olur. Bir gün bir
bakarsın etraf kararmış, kafanızı kaldırdığınızda o ilerideki yıldız sizi
ayakta tutar.”
Öyleyse tam da şu anda elimizde iki
intihara teşebbüs (Didi ve Gogo) ve üç de intihar vakası var. Bir taraf hiç ulaşamayacağı o hayal uğruna
ölümle dans ediyor, diğer taraf ulaşabildiklerine inat kucaklıyor ölümü. Ne
ironi ama! Ancak Didi ve Gogo için müzik
hiç susmayacak, dans sürüp duracak gibi görünüyor zira çocuk, yani umut her
akşam kapılarını çalıyor. Ah, Beckett yine sağ gösterip sol vuruyor! Gogo ve
Didi Godot’yu değil, çocuğu bekliyor. Godot ister gelsin ister gelmesin Didi ve
Gogo her gün o ağacın altında buluşacak; her günün sonunda biraz üzülüp biraz
sızlanacak; bir günün akşamı kemer onları taşımasa, öteki günün akşamı ağacın
dalı kırılacak çünkü çocuk her gün batımında gelip onları, yeni günün yeni
sabahına yine ve yeniden hazırlayacak. Ve yaşamak dediğin Godot’a kavuşabilenler
için değil, hala ümit edebilenler için akacak.
Döndük
mü o zaman başa? Absürt Tiyatro, anasının asi ve uçarı kızıdır. Ele avuca
sığmaz, ne dediği hiç mi hiç anlaşılmaz. Anlaşılma çabası da yoktur üstelik,
küstahtır. Düşündürür, düşündürürken güldürür. İsyankardır, özgür ruhludur,
gelenekselcilere çekilen isyan bayrağıdır. Absürt Tiyatro bir devrimdir!
Ümitle kalın.
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder