CAN SIKINTISI ÜZERINE FELSEFI VE MODERN YAKLAŞIMLAR

 Can sıkıntısı, insanlık tarihi boyunca bireysel ve toplumsal bir mesele olarak tartışılmıştır. Bu duygu, yalnızca basit bir ruh hali değil, insanın varoluşsal sorularını ve anlam arayışını yansıtan derin bir olgudur. Tarihten modern zamana kadar uzanan bu kavram, felsefi analizlerle zenginleşmiş ve modern yaşamın etkileriyle dönüşüme uğramıştır. Makalenin Amacı   Bu makalede, can sıkıntısının tanımından başlayarak, felsefi yaklaşımlar, modern toplum üzerindeki etkileri ve çözüm önerileri detaylı bir şekilde ele alınacaktır. Can Sıkıntısının Tanımı ve Doğası Can Sıkıntısı Nedir? Can sıkıntısı, genellikle bir şey yapma isteksizliği, yaşamın monotonluğu ya da bir amaçsızlık hissi olarak tanımlanır. Bu duygu, bireyin içinde bulunduğu çevresel koşullardan kaynaklanabilir ya da içsel bir huzursuzluğun dışavurumu olabilir. - Seneca ve Antik Dönem: Antik Yunan ve Roma döneminde düşünürler, insanın günlük yaşamının rutinlerinden kaynaklanan monotonluğa dikkat çekmişlerdir. Özellikl

ABSÜRT TİYATRO- Godot’yu Beklerken / Yaren Soysal

‘İnsanı, insana, insanla, insanca anlatma sanatı.’ Yani Tiyatro! Efendim benim farazi alemimin ötelerinde bir yerlerde, tiyatro ete kemiğe bürünür; uzunca boynu ve irice gövdesiyle pek haşmetli görünür. “Absürt Tiyatro” onun asi ve uçarı kızıdır. Ele avuca sığmaz, ne dediği hiç mi hiç anlaşılmaz. Anlaşılma çabası da yoktur üstelik, küstahtır. Özgür ruhludur, isyankardır! Tüm normlara kafa tutar. Tutar tutmasına da,bu uğurda az da çile çekmez hani…Değişimin her türlüsüne direnmeyi huy edinmiş bizler, onu ellerimizde çiçeklerle mi  karşıladık dersiniz? Hiç sanmam.

Absürt Tiyatronun doğuşu 20. yüzyıl Fransasına dayanır. Bu akımın ilk ve en bilindik eseri ‘Godot’yu Beklerken’, ilk kez 1953 yılında Paris’te sahnelenmiş, ancak hem oyun hem de yazarı Samuel Beckett kelimenin tam anlamıyla yerden yere vurulmuştur. Geleneksel tiyatro izleyicisi aşinası olduğu gibi bir giriş-gelişme-sonuç örgüsü; belirli bir mantığa ve nedenselliğe oturtulmuş diyaloglar; zaman, mekan, dekor uyumu bulma beklentisiyle gelmiş, aradığını bulamamanın verdiği öfke ve hayal kırıklığından aldığı yetkiye dayanarak gerçek bir karalama kampanyası başlatmıştır. Oyunun halka yönelik hiçbir mesaj unsuru taşımadığını öne süren ‘toplum için sanat’ savunurları için durum çok daha kişisel olmuş ve isyan bayrağını çekmelerine sebebiyet vermiştir.

Godot’yu Beklerken iki perdelik bir oyundur ve iki arkadaşın Godot ismini verdikleri birini/bir şeyi bekleyişlerini konu alan iki günü yansıtır. Oyun boyunca göze çarpan detaylardan biri iki ana karakterin birbirlerine isimleriyle hitap etmekten özellikle kaçınıp, takma isimler kullanıyor olmalarıdır. Bu absürt tiyatro felsefesini tanımlayan dikkat çekici bir vurgudur. Karakterlerin birbirlerine isimleriyle hitap etmeleri gerekmez çünkü klasik tiyatronun aksine onların kim oldukları ya da kişilikleri bir önem teşkil etmez. Onlar ‘birini’ değil, ‘herkesi’, daha doğru bir tabirle ‘herkesten bir parçayı’ temsilen yaratılmış karakterlerdir.

Estragon (Gogo) ve Vladimir (Didi) isimlerindeki bu iki arkadaş, bir ağacın altında buluşur ve bekleyiş başlar. Godot kimdir, onlara ne vadetmişir, neden Godot’yu beklerler soruları izleyiciye hazır olarak sunulmayıp, açık uçlu bırakılmıştır. Tek bildiğimiz Godot gelecektir, bugün değilse yarın mutlaka gelecektir, ve her şey(?) düzelecektir. Ancak Godot hiç gelmez. Godot’un kim olduğuna ilişkin en iddialı çıkarımlardan biri Türk yazar ve eski üst düzey emekli bankacı Selçuk Altun tarafından ortaya atılmış. Altun’a göre Godot, God(Tanrı) ve Idiot (Ahmak) sözcüklerinin birleşimiyle türemiş bir isim. Ayrıca Altun, Godot’un sırrını çözen Türk emekli bankacı olarak hakettiği değerin lütfedilmesi isteğini de özellikle belirtiyor. Fransız yönetmen ve aktör Roger Blin’in ise “Godot ne anlama geliyor?” sorusu üzerine “godillot, godasse”  yani  asker postalı ve iri kaba ayakkabı cevabını verdiği söyleniyor. Bu son derece tatmin edici bir cevap çünkü oyun boyunca Gogo’nun kendisine küçük gelen ayakkabılarıyla mücadelesine tanık oluyoruz. Kimi eleştirmenlerce sürekli çıkarılmak ve kurtulunmak istenen ayakkabılar ile beklenen ve asla gelmeyen Godot arasında hem fonetik hem de anlamsal bir bağ kurulmuş olması olası. Bir diğer deyişle ayakkabılar eski Tanrı’yı, Godot ise arzulanan ve beklenen yeni Tanrı’yı sembolize ediyor.

Estragon (Gogo), daimi bir gitme arzusu taşıyan fakat hiç gitmeyen, mantığını neredeyse yok sayarak tamamen güdüleriyle hareket eden, sürekli açlığından ve uykusuzluğundan yakınan bir karakter olup, bu haliyle Freud’un ‘id’ kavramıyla ilişkilendirilir. Freud’a göre insan psikolojisine ait üç temel yapıdan biri olan id, içsel tatmini sağlamak için ilkel düzeydeki arzuları, cinsel dürtüleri ve agresif eğilimleri içerir. Gogo’nun oyun boyunca işlenen dürtüsel davranışlarının id kavramına yönelik bir benzetme olduğu düşünülür. Öte yandan Vladimir (Didi), ahlaki değerlere önem veren; nedenselliği, doğruları ve yanlışları sorgulayan ve hayatına devam edebilmek için bir umut arayışında olan bir karakter olup Freud’un ‘süper ego’ kavramının yansıması olarak kabul edilir. Didi ve Gogo’nun taşıdıkları tüm zıtlıklara rağmen birbirlerini terk edemiyor olmaları da bu düşünceleri destekler niteliktedir.

Oyun akışına üç farklı yan karakter dahil olur. Seyirci, ilk olarak Pozzo ve Lucky ile tanışır. Lucky, boynunda kalınca bir halatla sahneye giriş yapar. Halatın diğer ucunun Pozzo’nun elinde olduğu görülür. Aralarında ‘efendi ve kölesi’ ilişkisi olduğu aşikar olan bu iki karakterde, Lucky’e yönelik köpek tasviri göze çarpar. Boynundaki halat tıpkı bir tasmayı andırmaktadır. Sahibinin önünden yerlere kadar eğilmiş bir halde yürür, onun eşyalarını taşır ve yaşamını efendisinden aldığı komutlarla sürdürür. Pozzo karakteri Beckett’in güç, otorite, kontrol benzetmelerinin dışa vurumudur. Sömüren ve hükmeden konumundadır. Lucky ise halinden son derece memnun, efendisine bağlılıktan ziyade bağımlılık gösteren, sömürülen olarak ifade edilir. Bir sonraki perdede Pozzo izleyicinin karşısına kör olarak çıkar. Bu durum kimilerince köleliğin tarihteki izlerinin siliniyor olmasına göndermedir. Kimi yorumculara göreyse Pozzo’nun körlüğüyle anlatılmak istenen egemen ve sömüren tarafın içsel körleşmesidir. Bir sahnede Lucky’nin şapkası olmadığı zaman düşünemediği  ve konuşamadığı ima edilir. Ardından Pozzo’dan “Düşün!” komutu alan Lucky, yere eğik başını kaldırır ve sırtını dikleştirir; bir daha hiç durmaksızın ve son derece yüksek sesle konuşmaya başlar. Onu tekrar susturmaları için şapkasını çıkarmaları gerekmektedir. “Lucky’nin şapkası” insanın herhangi bir otorite etkisi altında kalmadan düşünme ve ifade özgürlüğüne atıf yapar.Oyuna dahil olan son yan karakter küçük bir çocuktur. Hiç gelmemiş ve gelmeyecek olan Godot’tan haber getirir. “Bay Godot bu akşam gelemeyeceğini, ama yarın mutlaka geleceğini söylememi istedi.” diyerek umut tazeler ve bekleyiş böylece devam eder. Özetle, Godot’yu Beklerken oyunu, Didi ve Gogo’nun hayata dair anlam arayışlarını konu alır. Beckett, iddiaların aksine insanın varoluşuna dair temel soruları çeşitli metaforla süslemiş ve  büyük bir ustalıkla tüm oyuna serpiştirmiştir.

Peki, sanatı ve sanatçısıyla ün salmış Paris’in pek sanatsever halkı tarafından tek kalemde silinen Godot’yu Beklerken, nasıl olur da  bugün büyük bir akımın öncüsü olarak kabul edilir? Tüm o yalınlığın ardında pusu kurmuş derin karmaşa ilk kim tarafından keşfedilir? Beckett’in sessizliğe zorladığı tiz çığlıklara ilk  kulak veren kim?

Yıl 1957, yani oyunun ilk sahnelenişinin üstünden tam 4 sene geçmiş. Yer San Quentin Eyalet Hapisanesi, Kaliforniya. Bir alkış bir kıyamet sormayın! Mahkumlar yahu, mahkumlar alkışlıyor! Sanırım oyunu en ilginç kılan yanlarından biri bu. Onca sene her kesim insan tarafından izlenen, ısrarla ve istikrarla anlamlandırılamayan bu oyunun neden böylesine beğenildiği büyük bir merak konusu oluyor. Dahası, kuyuya atılan taş misali, oyun o günden itibaren tiyatro eleştirmenleri tarafından mercek altına alınıyor, Beckett’in varlık felsefesine yönelik çağrışımları ve daha nicesi gün yüzüne çıkarılmaya başlanıyor ve bugün bile hala izleri sürülüyor.

Asıl soruya dönecek olursak, San Quentin Eyalet Hapisanesi mahkumlarını etkileyen neydi? Oyun hangi yönüyle onlara hitap etmişti? Şöyle bir düşünelim…Oyun sonsuz bir bekleyiş, yinelenen hayal kırıklığı ve küçük bir çocuğun ısrarla ektiği ümit tohumları etrafında dönüp durur. Çoğunlukla umutsuzluk ve kaybolmuşluk hissi anlatılır. Oyun boyunca ulaşılmak istenen tek bir hedef vardır,  Godot... Anlaşılan o ki bir mahkum için de hayat tam olarak bu pencereden akıyor. Belli ki taşıdığı derin gitme arzusu ve tek bir adım öteye bile gidemeyişiyle, sadece uyuması ve yemek yemesiyle Gogo, mahkumlar için tam da tepelerinden tutulmuş bir ayna! Belli ki bitmek bilmeyen umuduyla ve ahlaki muhakemeleriyle Didi, her birinin dile gelen iç sesi! Ve Godot, o sonsuz gecenin sonunda  bekledikleri yek hayal, gökyüzü değil de ne? Peki ya Godot gelmediğinde ne oluyor dersiniz?

 

ESTRAGON: Neden kendimizi asmıyoruz?

VLADIMlR: Neyle?

ESTRAGON: Hiç ipin yok mu?

VLADIMlR: Hayır.

ESTRAGON: Öyleyse asamayız. (Sessizlik.)

VLADIMlR: Hadi gidelim.

ESTRAGON: Bir dakika, kemerim var.

VLADIMlR: Çok kısa o.

ESTRAGON: Ayaklarıma asılırsın.

VLADIMlR: Peki benimkilere kim asılacak?

ESTRAGON: Doğru.

VLADIMlR: Yine de göster bakalım.

ESTRAGON: Şimdi görürüz. Tut. (İkisi de bağın bir ucunu tutup, çekerler. Kopar. Düşecek gibi olurlar.)

VLADIMlR: Küfretmeye bile değmez. (Sessizlik.)

ESTRAGON: Yarın dönmemiz gerekir mi diyorsun?

VLADIMlR: Evet.

ESTRAGON: O zaman sağlam bir ip getirebiliriz.

VLADIMlR: Evet. (Sessizlik.)

            Godot tehlikelidir zira yokluğunda, onu düşlemenin verdiği haz  telafisi olmayan bir hiçliğe dönüşür. Oyun bu yanıyla, insanın bir başınalığına, gelip geçiciliğine; varoluşsal çıkmazına gönderme yapar. Bu varoluşsal çıkmaz, uzunca bir süre Nihilizimle ilişkilendirilmiştir. Ancak arada göz ardı etmesi güç bir fark vardır. Nihilistler, varoluşun kendisini; değerler ve amaçlar bütününü anlamsız bulur. Absürt Felsefe ise varoluşu değil, varoluşa yüklenen o yüce anlamı, ömrü bir amaç uğruna yaşamak üzere duyulan arzuyu reddeder.

            Tüm bunlar bana  Ahmet Şerif İzgören’in ODTÜ’de verdiği “The Butterfly Inside Your Palm” yani “Avucunuzdaki Kelebek” isimli o çok meşhur seminerinde anlattıklarının bir ters izdüşümü gibi gelir. O’na göre hayat amacı dediğin, insanın gözüne ışık getirir. Bu söylemin enteresan bir yanı yok, oy çokluğuyla katıldığımızı varsayıyorum kendisine. Onun seminerini ilginç kılan ise şudur: Bugün bile –ki seminer 2005 yılında gerçekleştirilmiştir- kişisel gelişim uzmanlarından tutun psikologlara kadar herkes hep bir ağızdan hayallerimize nasıl ve neden ulaşmamız gerektiğiyle ilgili telkinlerde bulunurken, Ahmet Şerif Hoca’ya göre geleceğe dair kurulan o büyülü hayaller ulaşılası olmamalıydı. Şöyle açıklar bu durumu: “Aristotle Onassis’in oğlu intihar etti , Henry Ford’un oğlu intihar etti, Agnelli’nin oğlu intihar etti. Niye biliyor musunuz? Bizim yaşlarımıza geldiklerinde üçü de bir şey gördüler: Hayal edip de ulaşamayacakları hiçbir şey yoktu. Gelecek hayali öyle bir şeydir ki, hiç ulaşmanıza gerek yoktur, ileride bir yerde dursun o. Şu salonda herkesin, mutlaka bir karanlık gecesi olur. Bir gün bir bakarsın etraf kararmış, kafanızı kaldırdığınızda o ilerideki yıldız sizi ayakta tutar.”

            Öyleyse tam da şu anda elimizde iki intihara teşebbüs (Didi ve Gogo) ve üç de intihar vakası var.  Bir taraf hiç ulaşamayacağı o hayal uğruna ölümle dans ediyor, diğer taraf ulaşabildiklerine inat kucaklıyor ölümü. Ne ironi ama!  Ancak Didi ve Gogo için müzik hiç susmayacak, dans sürüp duracak gibi görünüyor zira çocuk, yani umut her akşam kapılarını çalıyor. Ah, Beckett yine sağ gösterip sol vuruyor! Gogo ve Didi Godot’yu değil, çocuğu bekliyor. Godot ister gelsin ister gelmesin Didi ve Gogo her gün o ağacın altında buluşacak; her günün sonunda biraz üzülüp biraz sızlanacak; bir günün akşamı kemer onları taşımasa, öteki günün akşamı ağacın dalı kırılacak çünkü çocuk her gün batımında gelip onları, yeni günün yeni sabahına yine ve yeniden hazırlayacak. Ve yaşamak dediğin Godot’a kavuşabilenler için değil, hala ümit edebilenler için akacak.

Döndük mü o zaman başa? Absürt Tiyatro, anasının asi ve uçarı kızıdır. Ele avuca sığmaz, ne dediği hiç mi hiç anlaşılmaz. Anlaşılma çabası da yoktur üstelik, küstahtır. Düşündürür, düşündürürken güldürür. İsyankardır, özgür ruhludur, gelenekselcilere çekilen isyan bayrağıdır. Absürt Tiyatro bir devrimdir!

Ümitle kalın.  

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme