CAN SIKINTISI ÜZERINE FELSEFI VE MODERN YAKLAŞIMLAR

 Can sıkıntısı, insanlık tarihi boyunca bireysel ve toplumsal bir mesele olarak tartışılmıştır. Bu duygu, yalnızca basit bir ruh hali değil, insanın varoluşsal sorularını ve anlam arayışını yansıtan derin bir olgudur. Tarihten modern zamana kadar uzanan bu kavram, felsefi analizlerle zenginleşmiş ve modern yaşamın etkileriyle dönüşüme uğramıştır. Makalenin Amacı   Bu makalede, can sıkıntısının tanımından başlayarak, felsefi yaklaşımlar, modern toplum üzerindeki etkileri ve çözüm önerileri detaylı bir şekilde ele alınacaktır. Can Sıkıntısının Tanımı ve Doğası Can Sıkıntısı Nedir? Can sıkıntısı, genellikle bir şey yapma isteksizliği, yaşamın monotonluğu ya da bir amaçsızlık hissi olarak tanımlanır. Bu duygu, bireyin içinde bulunduğu çevresel koşullardan kaynaklanabilir ya da içsel bir huzursuzluğun dışavurumu olabilir. - Seneca ve Antik Dönem: Antik Yunan ve Roma döneminde düşünürler, insanın günlük yaşamının rutinlerinden kaynaklanan monotonluğa dikkat çekmişlerdir....

Tarif edilemez olanı nasıl tasvir edersiniz? / Sıla Gök'ün Kaleminden

Bilinçaltının tercih edilen yolu rüya mıdır?

Freud, rüyaları bilinçaltına giden asil yol (via rega) olarak tanımlar. Burdach ise rüyayı kendini yöneten, duyu merkezlerinin özgürce çalıştığı, canlı bir doğal etkinlik olarak açıklar. Zihnin, gücünü özgürce kullanarak kendini tazelediği ve uyanıklık hali için güç topladığı fikrini benimser. Öyle ki zamanın iyileştirici etkisini de kısmen buna dayandırır.

Yaşadığımız ve etkisi altında kaldığımız olayların keskinliği çoğu zaman düşüncelerimize yansır. Zihnimizin derin kuyularına attığımız olaylar bilinçdışında kendini işlemeye devam eder ve önümüze düşmeye zemin hazırlar. Bu noktada söz konusu zemin rüyalardır. Günümüzde genellikle bilinçaltının ve ruhun bir tezahürü olarak algılanan rüya, sanat tarihi boyunca ilgi uyandıran ve gelişen bir temadır.

Hayallerini resim yoluyla ifade eden sanatçılar, düşsel algımızda gezinen bir ruh gibi olan rüyalar aracılığıyla, ister dinî ister psikolojik bir bakışla, kuşaktan kuşağa değişim gösteren ve toplumsal normlara dönüşen çeşitli biçimler yaratır.

Farklı dönemlerin sanat ruhunun nabzını tutacağımız ilk nokta olan Rönesans Dönemi’ nde rüya görmek yalnızca dinî bir deneyim olarak nitelendirilir. Rüya tasvirlerinde dinî anlatılardan esinlenilir ve rüyaların kalıplaşmış anlamları, ruhsal aleme ve ilahî gerçeğe erişmenin bir yolu olarak görülür. Örneğin Raphael, 'Yakup’un Rüyası' adlı tablosunda dinî bir rüyanın temsilini mükemmel bir şekilde betimler.

Tuvalin bulutsu bir karartıyla çevrelenmiş görüntüsüne karşın, meleklerin eşlik ettiği Yakup' un resmedilen ruhu, daha parlak ve göğe yükselmiş görünümdedir. Merdiven detayı ise ruhun yükselişini ve ilahî olana ulaşma yolunu sembolize eder.



Romantik sanatçıların rüyaları keşfetmeleri ise doğa yoluyla karşımıza çıkar. Yalnızlıkla ilişkilendirilen doğa, bilinçaltında toplumun meydan okumalarından kaçmaya izin verir ve hayal gücünü harekete geçirir.



Örneğin Friedrich’ in "Der Träumer" inde, bir adam ufka bakar ve kendi dünyasında kaybolmuş gibi görünür. Tablo bir tür melankolik hayali yansıtır.

Rasyonel toplumdan uzaklaşan sembolizm, görünmezin doğasını ve bilinçaltının gizemlerini keşfetmeyi amaçlar; böylece rüya, sembolist estetiğin merkezine yerleşir.

Sanat eleştirmeni Thadée Natanson tarafından “rüyalar kralı” lâkabı verilen Odilon Redon; hayalperest, şair ve insan olmanın verdiği duygu çatışmalarından, mücadelelerden etkilenen, sembolizmin yaşayan önemli sanatçılarından biridir.


Eserleri oldukça kişisel ve özgür bir yapıdadır. 1879 ve 1899 yılları arasında yarattığı “Les Noirs” başlıklı litografileri, melez figürlerin doğrudan bir kabustan çıkmış gibi göründüğü, içler acısı bir dünyayı gözler önüne serer. İnsan yüzlü bir örümcek tasviri buna örnektir.

Yukarıda bahsedilen betimlemelerin dışında:

Samuel Taylor Coleridge, “Kubla Khan” eserini tümüyle rüyasında hazırlamıştır.

Voltaire, "La Henriade" adlı eserini bir rüyası sırasında oluşturmuştur.

Edgar Allan Poe, hikâyelerini rüyalarından ilham alarak yazmıştır.

William Blake, geliştirdiği 'bakır levhalar üzerine yazılı metni renkli resimlerle bezeme tekniği'ni rüyasında gördüğü ölü kardeşinden öğrenmiştir.

Giuseppe Tartini, rüyasında bir müzik parçası dinlemiş, uyandıktan sonra dinlediği bu parçayı taklit etmeye çalışarak “Şeytan Trili” adlı eserini yaratmıştır.

Freud’un 'bireyin iç dünyasına ilişkin geliştirdiği kuramlar'ın yaygınlık kazanmasıyla birlikte, sanatçıların bu kuramları okuyarak kendi sanatsal yapıtlarını dönemin dinamikleri çerçevesinde geliştirdikleri gözlemlenmektedir. Kuramların etkisiyle sanatçıların hiçbir dönem olmadığı kadar kendi iç dünyalarına indikleri, kendi kendilerini analiz ettikleri ve bunun sonucunda ortaya çıkan bir takım düşünsel süreçleri yapıtlarına aktardıkları da açıkça eserlerinde görülmektedir.

Sonuç olarak, ister dinselliğin ister bilinçaltının tasviri, biçimi her ne olursa olsun; hayalî olanın kendi dünyamıza aktarılması, içimizde her zaman güçlü ifadeler çağrıştırır. Mahrem, fantastik, kâbus, kehânet ve ilahî olan vb. gibi kavramları bir araya getirir. Sürekli biçim değiştiren rüyalar, uyanık zihnin arzularına, pişmanlıklarına, korkularına ve hırslarına dair işaretlerin bilinçaltında belirdiği ve bunların aralarındaki bağlantıların çözülmeye çalışıldığı ikinci bir dünya olma işlevi görürken, sanatın ve sanatsallığın doyumuna varmanın yanı sıra yeni arayışları, nükteleri veya eskide kalmış duyguları ortaya koymak isteyen sanatçılar için de bilinçaltının insana sunduğu dipsiz bir kuyudur.

---

Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için Patreon linki üzerinden bize bir kahve ısmarlamanız size hiçbir şey kaybettirmeyecekken bize çok şey kazandıracak.  

https://www.patreon.com/kitapdedektifiyiz

Yorumlar

  1. Rüyalara hiç böyle bir bakış açısıyla bakmamıştım çok etkileyici bir içerik olmuş.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme

Divan Edebiyatının Kökeni ve Gelişimi