20 y.y. Felsefesi

Varoluşçuluk ve Önemli Temsilcileri Varoluşçuluk, bireyin kendi varlığını ve anlamını yaratma sorumluluğunu vurgulayan bir felsefi akımdır. Varoluşçulara göre, insan varlığı, önceden belirlenmiş bir öz veya anlam taşımaz. İnsan, kendi seçimleri ve eylemleriyle anlam yaratır. Bu nedenle, varoluşçuluk, bireysel özgürlük ve sorumluluğu ön plana çıkarır. Önemli Temsilciler: Søren Kierkegaard: Varoluşçuluğun öncülerinden biri olarak kabul edilir. İnanç, kaygı ve bireysellik üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Friedrich Nietzsche: Güç iradesi, Üstinsan ve Tanrı'nın ölümü gibi kavramlarla varoluşçuluğa önemli katkılar sağlamıştır. Jean-Paul Sartre: Varoluşçuluğun en tanınmış temsilcilerinden biridir. "Varoluş özden önce gelir" sözüyle varoluşçuluğun temel tezini özetler. Simone de Beauvoir: Kadınların varoluşsal durumunu ve cinsiyetçiliği ele alarak varoluşçuluğa yeni bir boyut kazandırmıştır. Postmodernizm: Eleştir

Yine / Alper SALİH'in kaleminden

 


Ne karar vermem gerektiğini bilemiyorum. İkisinden birini seçmek kolay, fakat önce içime sinsin istiyorum. İnsanların bu kadar kolay karar verebilmesini aklım almıyor. Nasıl oluyor da her konuda hemen karar verebiliyorlar? Sonuçlarını düşünmeden böylesi kararlar alabilmeleri beni delirtiyor. Evet, delirtiyor. Çünkü kıskanıyorum onları. Onlardan daha akıllı olduğum için daha fazla düşünüyorum, daha fazla düşündükçe de karar vermem zorlaşıyor. Evet, daha akıllıyım. Bir itirazınız mı var? Deli olduğumu düşünebilirsiniz. Zaten kendinizle ilgili meseleler dışında her şeyi düşünürsünüz siz. Hele ki bir yabancı hakkında olumsuz şeyler düşünmeye bayılırsınız. Ne olmuş yani burada saatlerdir ayakta durmuş, bir karar vermeye çalışıyorsam. O aptal ve sinir bozucu bakışlarınız gözümden kaçıyor sanmayın. Bana, ne kadar sinir olursanız olun, kendinizi benden üstün gördüğünüz için beni izlerken ayrıca zevk de alıyorsunuz. Kızgın bir şekilde beni süzerken, kendinizden aşağı bir insana bakmanın huzuruyla özgürleşiyorsunuz. Yoksa karşınızda çekindiğiniz bir insan olsa, mesela iş yerinizdeki üstünüz… Öyle dik dik bakabilir misiniz? Mümkün değil. Evet, sizi bir süre beklettim. Benim yüzümden burada bir kuyruk oluştu, farkındayım. Fakat siz de sıramı savdığımı fark etmişsinizdir sanırım? Umarım fark etmişsinizdir, çünkü böylesi bir fedakârlığı yaptığıma göre beni bakışlarınızla taciz etmeye son vermenizi diliyorum. Bir devlet büyüğünü gördüğünüz zaman şekilden şekle girersiniz. O sizi saatlerce, hatta günlerce bekletse bile yüzünüzdeki o aptal sırıtışla “Sorun değil,” dersiniz. Sorun değilmiş! Zaten bu ülkedeki en büyük sorun da bu ‘sorun değil’ler. Trafikte sürekli birbirinizin önüne atlarsınız, fakat resmi bir araba gördüğünüz zaman gururla yol verirsiniz. Ah ne kadar delirtiyorsunuz beni bir bilseniz. Sizden daha akıllı olduğumdan emin olduğum hâlde karşınızda çocuk gibi eziliyorum. Bana gösterdiğiniz ufacık bir yakınlığa bile coşkuyla seviniyorum. Günlerce bu “yakınlığı” düşünüyorum. Ne kadar aptalca bir davranış olduğunu bilsem bile sevinmeden edemiyorum. Çünkü beni buna muhtaç bıraktınız. Beni olduğum gibi kabullenip aranıza alsaydınız size sorun çıkarmazdım. Ne olmuş şurada kararsız kaldıysam? Benim için önemli bir konuda kararsız kaldım sadece. Üstelik sıra devam edebilsin diye kenara çekildim ve kimseye sorun çıkarmadan kenarda düşünmeye başladım. Buna rağmen o alaycı bakışlarınızdan kurtulamıyorum. Evet, kararsız bir insanım. Eğlenin. Aman ne eğlence. Eğlenmeyi hiçbir zaman bilmediniz zaten. Kulağı sağır edercesine müzik çalan kapalı ortamlarda anlamsız hareketler yapıp adına dans dediniz. Kopmak dediniz. Coşmak, uçmak, yaşamak, sosyalleşmek dediniz. Nefret ettiğim hâlde geldim öyle yerlere. Sevmek için kendimi zorladım. Herkes gibi sahneye çıkıp dans etmeyi denedim. Bunun benim için ne kadar zor bir şey olduğunu biliyor musunuz? Ben sahneye çıkacağım ve orada dans edeceğim! Ben! Beni tanıyan herkes bilecektir -yani sadece ben bileceğim demek oluyor- bu benim için dünyanın en zor şeyidir. Fakat beni bir korkak olarak gören sizlerin fark edemeyeceği bir cesaretle sahneye çıktım ve sizinle aynı hareketleri yaptım. Manasızca zıpladım, sizden gördüğüm tüm figürleri yapmayı denedim. Ama siz o kadar acımasızsınız ki bana bakıp alay ettiniz. Yüzüme karşı güldünüz. O kadar insanın arasında, hem de herkes aynı hareketleri yaparken sadece bana güldünüz. Resmen “Seni istemiyoruz,” dediniz. Güzellikleriyle beni büyüleyen kadınlardan hiçbiri beni kurtarmaya gelmedi. Siz bunu bir aşağılanma olarak görebilirsiniz, fakat ben bir kadın tarafından kurtarılmayı diledim. O müthiş kokulu saçlarıyla yanıma gelsin, elimi tutsun ve beni buradan götürsün istedim. İsterse beni kucağına da alabilir, gocunmam bundan. Neden gocunacakmışım ki? Bir erkek olarak siz, kadını kurtarılmaya muhtaç olarak görebilirsiniz, fakat ben öyle görmüyorum ve bu düşüncelerime rağmen kadınlar yine sizi tercih ediyor. Onlara her yerde öncelik veriyorsunuz, çiçek alıyorsunuz, onların yerine karar veriyorsunuz ve tüm bu saydıklarım onların hoşuna gidiyor. Nasıl iğrenç bir düzen bu böyle? Ben de kadınlarla yakınlaşmak istiyorum. Onlarla uzun uzun sohbet etmek, onları güldürmek, belki yanaklarından öpmek ve öperken tenlerini koklamak istiyorum. Ama siz buna da izin vermiyorsunuz. Ben dans ederken hiç utanmadan parmağınızla beni gösteriyorsunuz ve topluca bana gülüyorsunuz. Ben de şirin gözükmek için sırıtıyorum. Sizin soytarınız oluveriyorum orada. Bunu yaparken kendimden ölesiye nefret etsem de bunu yapmayı bırakamıyorum. Sinirden evimdeki eşyaları yumrukluyorum. Birkaç gün sonra içinizden birine denk geldiğimde sırıtarak bakıyorum ve beni fark etmiyorsunuz bile. Sizi takip ediyorum. Evet, yapıyorum bunu. Tesadüfen karşılaşmışız gibi bir ortam yaratmaya çalışıyorum ve bu ortamı bulana kadar peşinizden ayrılmıyorum. Başardığımda ise beni tanımıyorsunuz. O gün kahkahalar atarak baktığınız suratı nasıl hemen unutuveriyorsunuz? Tek istediğim; beni tanıdığınıza dair bir işaret ve küçücük bir selam. Bunu bile çok görüyorsunuz bana. Sizden uzaklaşmak için günlerce, haftalarca evden çıkmıyorum, fakat beni yine rahat bırakmıyorsunuz. Deli olduğumu söylüyorsunuz. Garip bir insan olduğumdan bahsediyorsunuz. Bahsedin. Hiç umurumda değil. Evet, umurumda.

            Yine yalnız kaldım. Sıra bitti. Kasada duran kızdan başka kimse kalmadı. Benden bıktığı her hâlinden belli oluyordu. Ne olmuş yani… Neyse, yine başlamayacağım. Kıza baktım, “Bir adet frambuazlı kek lütfen,” dedim. “Lütfen” dememe rağmen benimle konuşma zahmetinde bile bulunmadı. Tabii o da biliyordu, benim gibi insanlarla konuşulmaz. Değil mi? Saygınızı kazanmam için illa hızlı karar vermem mi gerekiyor? Ne olmuş yani… Tamam, sustum.

            Sustum, çünkü kekimi yedim. Yerken o kadar pişman oldum ki size anlatamam. Ne yaptığınızı görüyor musunuz? Bana acele ettirdiniz ve sizin yüzünüzden yanlış kek seçtim. Halbuki vişneli kek ne kadar da güzel gözüküyordu. Şu anda onu yemiş olsaydım bu günüm çok daha verimli geçebilirdi. Ama bana bunu da çok gördünüz. Orada dikilip düşünürken bile – üstelik kimseye bir zararım olmadığı hâlde- beni rahat bırakmadınız. Şimdi ofise döndüğüm zaman iş arkadaşlarım bana “Öğle tatilin nasıl geçti?” diye soracak. Bundan eminim, çünkü berbat geçtiğini yüzümden anlayacaklar ve bana bilerek soracaklar. Sonra da kendileri topluca ne yaptıklarını anlatacaklar. “Keşke sen de gelseydin,” diyecekler, fakat bunu o kadar samimiyetsiz bir biçimde söyleyecekler ki… Ah nefret ediyorum hepsinden. Bir keresinde ne oldu, size anlatayım. Bu ofisteki arkadaşlarım (!) bir gün beni kendileriyle yemeğe çıkmam için zorladı. Öyle bir zorladılar ki kolumdan tutup götürdüler desem yeridir. Bizim masayı görmeniz lazımdı. Bütün yemek boyunca gırgır şamata eksik olmadı. Kahkahalar havada uçuşuyor, hatta zaman zaman çevre masalardan bile katılanlar oluyordu. Bakın, çevre masalar diyorum. Dikkatinizi çekerim. Çevre masadan bile katılanlar oluyordu ama ben bir türlü katılamıyordum. Onların o saçma sapan sohbetlerine dahil olmak için çok uğraştım. O kadar çok uğraştım ki… Fakat beceremedim. Benim dışımda herkes o kadar çok eğlendi ki… Akşam, iş çıkışı yine buraya gelmeyi kararlaştırdılar. Tamam, fırsat bu fırsat. Öğlenki buluşmada sosyal açıdan ne kadar beceriksiz olduğumu gördüler. Fakat bana imkân tanınırsa ben de gayet esprili ve sevilen bir adam olabilirim. Yemek boyunca şu üç konunun dışına çıkmadılar: araba, futbol, kadın… Kullandıkları kelime sayısı da o kadar az ki: “Moruk, hatun, bebek, eyvallah, yaşa, aynen…” Sohbetleri sadece bunlardan oluşuyor ve ben hiçbirine katılamıyorum. Ama akşam öyle olmayacak. Artık ne konuştuklarını biliyorum, yani iş yerinde konuştuklarının aynısıymış. Sürüyle işim olmasına rağmen akşama kadar sadece araştırma yaptım. Arabalar hakkında bilgi edindim. Futbol liglerine bakındım. Onların konuştuğu her şey hakkında ben de konuşabilirim artık. Üstelik, bazı kelime şakaları da hazırladım. Zorda kalırsam bir tanesini patlatırım, neşemiz yerine gelir. Bu saçma deyimi de onlardan duydum.



            
Mesai bitimine bir saat kala herkes Erhan’ın masasının etrafında toplandı. Tıpkı öğlenki gibi bağırarak gülüşüyorlardı. Ağırlığımı korumak için hemen yanlarına gitmedim. Hatta yanıma gelmelerini bekledim, fakat bu beklentimden hemen vazgeçtim. Çünkü sohbet dağılsın istemedim. İnternet geçmişimi sildim ve ben de grubun yanına doğru yürüdüm. Bir olay hakkında konuşuyorlardı, anlıyormuşum gibi sırıttım. Erhan, “Abi şu patronun kızını ne götürürüm, var ya,” dedi. Varlığımı hissettirmek için çok yüksek sesle kahkaha attım. Herkes bana baktı. İşte dikkat çekmek bu kadar kolay. Ne diye bunca yıl her ortamın en suskunu oldum ki? Erhan, “Ne gülüyorsun zibidi? Bakmaz mı o kız bana?” dedi. Yüzümdeki gülümsemeyi hiç bozmadan “Abi, kadınlar araba gibidir. Doğru anahtarı bulursan her yere götürürsün, ehehehehe,” dedim. Bu şakama gülmelerini bekliyordum, fakat sanki hiçbir şey söylememişim gibi yüzlerini çevirip az önceki konuya döndüler. Demek ki ciddi bir söz söylediğimi sanıp, sessizce beni onayladılar. Halbuki onlar da hep buna benzer şakalar yaparlar. Acaba “Doğru anahtarı bulursan arabaya binebilirsin,” deseydim gülerler miydi? Kesin gülerlerdi. Neyse, daha bir sürü şakam var.

            Yine herkesin en eğlendiği anda bir boşluk bulup en yüksek sesimle lafa girdim: “Kahkahalarınızı saklayın, biraz da akşama kalsın.” Ağzı kulaklarında olan kalabalık ben konuşunca yine bir anda suratsız hâle geldi. Erhan, “Akşam ne olacağını sanıyorsun?” dedi. Ben de tüm özgüvenimle “Her türlü sürprize açığım,” deyip kahkahayı bastım. Yine gülmediler. Boran ve Hasan birbirine baktı. Sonra ikisi birden mahcup şekilde Erhan’a döndü. Erhan şaşkınlığını gizleme inceliği göstermeden belli belirsiz kaş göz hareketleri yapmaya çalıştı. Sonra bana döndü. “Fadıl, ben terfi ettim ya,” dedi. “Evet, biz de hâlâ inanamıyoruz,” deyip yine güldüm ve yine kimse gülmedi ve ben yine de gülmeye devam ettim. Bu ‘yine’lerin canımı sıktığını belli etmeden güldüm de güldüm. Adi şerefsizlerden bir tanesi bile gülmedi. Düşünebiliyor musunuz? Aynı şaka bana yapılsaydı hepsi yerlerdeydi. Neyse, daha bir sürü şakam var.

            Erhan hiç bozuntuya vermeden, “Akşam benim terfi etmemi kutlamak için Big Boss’a gideceğiz,” dedi. “Elbette sen de gelebilirsin, fakat benim bir sürü birikmiş işim var. Onları sana devredeceğim, yarına yetiştirmen gerekiyor.” Beynimden vurulmuşa döndüm, fakat ufacık bile renk vermedim. “Yalnızca bir şartla kabul ederim,” dedim. Hepsi aynı anda aynı küçümseme ifadesiyle bana baktı. “Bana güzel bir sandalye tutun,” deyip yine kahkahayı bastım ve evet, yine ‘yine’ler yinelendi.

 

            Canla başla çalışarak Erhan’ın tüm işlerini hallettim. Koşa koşa Big Boss’a gittim. İçeride pek hareketlilik gözükmüyordu. Zaten saat de geç olmuştu. İçeri girdiğim zaman bizimkileri göremedim. Biraz daha arkalara doğru ilerledikten sonra köşedeki bir masada buldum onları. Belli ki ekibin çoğu dağılmıştı. Erhan, Boran, Hasan, Fehmi, İsmail oturmuş puro içiyorlardı. Boş bir sandalye kapıp yanlarına oturdum. “Hani bana sandalye tutacaktınız köftehorlar,” dedim. Erhan boş bulunup “Sen nereden çıktın?” dedi. Bu soru beni çok keyiflendirmişti. En sevdiğim şakamı yaptım: “Hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık.” Yine kendi kendime güldüm. Neyse, daha bir sürü şakam var.

            Masada kasvetli bir sessizlik olunca onların anladığı dilden konuşup ortamı neşelendirmeye karar verdim. “Abi kadın dediğinin kalçaları büyük olacak,” dedim. “Böyle yürürken arkasından hayran hayran izleyeceksin.” Kimse yüzüme bakmıyordu ama ben konuşurken belli belirsiz baş sallama hareketleriyle beni onayladıklarını anladım. Bu beni daha da gaza getirdi. “Hele şu Buse bazen tayt giyiyor ya… Offff… İşi gücü bırakıp saatlerce onu izleyesim geliyor. Hatta bazen tam olarak böyle yapıyorum,” dedim. Yine gülmediler, fakat bu sefer değişik bir sessizlik oldu. Erhan bana öldürecekmiş gibi bakıyordu. Hasan bana döndü, “Ya kardeşim kalk siktir ol git şuradan!” dedi. Boran, Erhan’a “Abi bırak zavallıyı, ne dediğini bilmiyor,” dedi. Erhan’ın bırakmaya niyeti yoktu. “Canına mı susadın lan sen,” diye bağırarak ayağa kalktı. Hasan beni iterek, “Buse’nin Erhan’ın kardeşi olduğunu bilmiyor musun yavşak?” dedi. Erhan’ı etkilemeye çalıştığı her hâlinden belliydi. Ben istifimi bozmadan, “E patronun kızı hakkında da konuşuyoruz. Ne fark eder?” dedim. Hasan ayağa kalkıp boynuma yapıştı. “İspiyoncu musun lan sen?” diye bağırdı. İkimiz beraber yere düştük. O sırada diğerleri Erhan’ı tutmaya çalışıyordu. Hasan üstümden kalkıp bana bir tekme savurdu. “Defol git, belanı arama,” diye bağırdı. Garson yanımıza gelip, “Hasan Bey bir sorun mu var?” dedi. Ben yerde acı çekerken Hasan, “Gözüm görmesin bu lavuğu, niye her önüne geleni içeri alıyorsunuz?” diye garsona kızdı. Sünepe garson, olayın ne olduğunu bilmeden benim suçlu olduğuma karar vermiş olmalı ki “Kalk hadi kardeşim, belanı başka yerde ara,” diyerek beni kaldırmaya çalıştı. Hasan’ın karşısında ezilip büzülen bu adam bana köpek çekiyordu. Kimsin sen ya? Kimsin?

            Ani bir kıvraklıkla garsonun elinden kurtulup masaya doğru yöneldim. “Kimsiniz lan siz?” diye bağırdım. Hepsi bir anda üstüme çullandı. Hayatımda ilk defa bir grup insan tarafından dövüldüm. Bu, ofis arkadaşlarımla aramdaki en yakın ilişki olarak kayıtlara geçsin.

           Uyandığımda hastanede yatıyordum. Karşımda dev bir çelenk vardı, üstünde kocaman harflerle bizim şirketin adı yazıyordu. Yan tarafımdaki komodinin üstünde bir not duruyordu. Vücudumu doğru düzgün oynatamadığım için uzaktan okumaya çalıştım. Şöyle yazıyordu: “Değerli çalışanımız, en kısa zamanda sağlığınıza kavuşmanızı diliyoruz.” İçimden, “Ben de doğduğumdan beri bunu diliyorum,” dedim. Fakat ağzımı oynatamadığım için gülemedim. Neyse, daha bir sürü şakam var.

---

Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için Patreon linki üzerinden bize bir kahve ısmarlamanız size hiçbir şey kaybettirmeyecekken bize çok şey kazandıracak.  

https://www.patreon.com/kitapdedektifiyiz


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme