20 y.y. Felsefesi

Varoluşçuluk ve Önemli Temsilcileri Varoluşçuluk, bireyin kendi varlığını ve anlamını yaratma sorumluluğunu vurgulayan bir felsefi akımdır. Varoluşçulara göre, insan varlığı, önceden belirlenmiş bir öz veya anlam taşımaz. İnsan, kendi seçimleri ve eylemleriyle anlam yaratır. Bu nedenle, varoluşçuluk, bireysel özgürlük ve sorumluluğu ön plana çıkarır. Önemli Temsilciler: Søren Kierkegaard: Varoluşçuluğun öncülerinden biri olarak kabul edilir. İnanç, kaygı ve bireysellik üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Friedrich Nietzsche: Güç iradesi, Üstinsan ve Tanrı'nın ölümü gibi kavramlarla varoluşçuluğa önemli katkılar sağlamıştır. Jean-Paul Sartre: Varoluşçuluğun en tanınmış temsilcilerinden biridir. "Varoluş özden önce gelir" sözüyle varoluşçuluğun temel tezini özetler. Simone de Beauvoir: Kadınların varoluşsal durumunu ve cinsiyetçiliği ele alarak varoluşçuluğa yeni bir boyut kazandırmıştır. Postmodernizm: Eleştir

Sen Şarkılarını Söyle, Bir Gün Hayat Sana Eşlik Eder Elbet...: Inside Llewyn Davis / Seyfi Demirci'nin Kaleminden

 Llewyn Davis’de anlatılan Green Village, Peter, Paul ve Mary’yi yaratan, Bob Dylan'ın elektronik gitara geçtiğinde dünyayı değiştiren folk müzik dünyası değildir. Hit plakların ve büyük paraların gelmesinden önceki karanlık çağların dünyasıdır; eski şarkılar, inançlı küçük bir çevre içinde değiş tokuş edilmektedir. Çoğu, New York sokaklarında, Long Island’ın, New Jersey’in prefabrik varoşlarında büyümüş çocuklardır. Eisenhover’lı 1950’lerin kasvetinden ve konformizminden kaçmaya çalışırlar. Bazıları aileleriyle yaşayan üniversite öğrencileridir, bazıları da New York’un Küçük İtalya’sındaki, Aşağı Doğu Yakası’ndaki aylık kirası yirmi beş, otuz dolar olan apartman dairelerinde otururlar.


 Amerikalı folk/blues gitaristi ve müzik tarihçisi Eliijah Wald, modern sinemanın en önemli ismi olan Coen Biraderlerin, 2013 yılında sinematografisinden bize sunduğu nadide eseri "Inside Llewyn Davis"i bu şekilde açıklamaktaydı. 1960'lı yıllarda Beat kültürünün başladığı yer olan ve folk müziğinin evi olarak görülen, müziğin içinde hayatı için çabalayan karakterlerin kasabası Green Village'a kamerasını çevirdikleri filmde, yaşamını sürdürmeye çalışan bir müzisyenin gözünden, bize kısır döngüye girmiş hayatların bir portresini çiziyor.

 1961 yılında soğuk bir New York havasında başlayan hikayemizde, adeta hayatın gidişatında oradan oraya saçılan, bir arayış içinde olmasına rağmen aradığını bulamayan bir müzisyenin, biraz duygusal, kimi zaman ukala, çokça şanssız, zaman zamansa kibirli yaşamını bize sunuyor. Hayatın gidişatında kısır bir döngüye sıkışmış Llewyn Davis, tek bildiği ve tutunabildiği folk müzik için hayatını idame ettirmeye ve arayışını sürdürmeye devam ediyor. Bu arayış içerisinde karşılaştığı insanlar ile 60'ların toplumsal normlarını ve müzikal havasını da sunan film, az bilinen bir döneme ve yaşama ışık tutan bir yapım.

 Ethan ve Joel Coen kardeşler, Amerikanın az bilinen dönemini, bu döneme ait insanlardan esinlenerek, bu insanların gizemli ve yine  az bilinen mekanlarındaki ilişkilerinden yola çıkarak ortaya koyduğu hikayeyi, değeri çok sonrasında anlaşılan ve birçok efsane isme ilham kaynağı olmuş Dave Von Ronk'un otobiyografisinden esinlenerek ortaya koyuyor. Hayatının büyük bir çoğunluğunu geçirdiği kasabasında hiçliğe doyan bir ismin, yer yer hüzün ve umut dolu hayatından kaleme aldıkları hikayede, melankolisini, gözlerinden yayılan yoğun hüznünü ve bazı zamanlar bastıramadığı isyankarlığıyla sarf ettiği zehirli sözlerini araladığınızda gördüğünüz insan, folk şarkıları/baladları yorumlayan, söz yazarı-şarkıcı Llewyn Davis olarak çıkıyor karşımıza. Üstelik Coen’lerin mizah anlayışına uzak olanları dahi kendisine hayran bırakmayı başarabilecek kadar da mütevazı bir seyirlik ile.


 Film ilk dakikalarından itibaren, seyircinin elinden tutup zaman zaman eğlenceli fakat çoğunlukla kaynağı belirsiz bir hüzün ve ümitsizlikle yoğrulmuş bir öykünün yollarında ilerliyor. Tüm bu yolculuk esnasında çoğu kez kendinizi "beni mi anlatıyor" sorusunu sormaktan alamıyorsunuz. Çünkü filmi bu kadar başarılı kılan en temel etmen, tüm taşları yerine kusursuzca oturmuş bir hayat hikayesinin, gerçek hayatın içinden gerçek bir kare gibi size sunulmuş olması. Coen kardeşlerin sinematografisini en başarılı kılan özellik de bu diyebiliriz. Bir şekilde hayatın içinde olmasına rağmen az bilinen ya da sıradan olan insanı, yani sizi bir ayna yardımıyla tekrar size sunması. Bu şekilde izlediğimiz bir Coen filminde kendimizi bulmak, bir süreden sonra sizin için sıradan bir detay oluyor. Llewyn Davis kısır döngüsünde olan yaşamı, bu hayatın içinde yaşayan ve umudu, hayali için çabalayan, bunun için ilerleyen insanın görsel bir sunumu gibi.

Filmin en önemli ve güzel detaylarından biri de, sinema tarihinin en iyi görüntü yönetmenlerinden biri olan Bruno Delbonnel'in harika bir görselliğe imza atması. 1960'lı yılların soğuk New York havasını, soğuğun umutları bile donduran keskinliğini gösteren ışık kullanımı ve dönemi iyi vurgulayan stilize çekimler eşliğinde sunduğu film, bir dönemin okumasını, görsel havasını solumamızı sağlıyor. Yönetmen Debonel'in, 1960'lı yılların plaklarının kapağındaki görsellikten yola çıkarak çizdiği görüntü, o dönemim müzik ruhunu ve yaşamını da iyi bir şekilde gözler önüne seriyor. Filmin dönemsel okumasını yapmak için de güzel bir kaynak olduğu tüm hatlarıyla belli oluyor. 1960'ı yıllar, folk müziğin, aktivizm ile birleşerek gençliğin ruhuna dokunmasının eşiğinde olduğu bir dönem. Sigara ve bira kokularının karıştığı ucuz barlarda 10 veya 20 dolar gibi ücretlerle müzik yapmaya çalışan gençlerin, yaklaşan Vietnam Savaşı ile protest müziğin başlangıcına doğru adımlarını atğı zamanlar. Filmde birçok karakter de bu dönemi destekler biçimde çizilmiş ve tüm hatlarıyla ortaya konulmuş durumda. Coen kardeşlerin tüm sinematografisindeki filmlerde olduğu gibi, dönemin çizgisini tüm hatlarıyla ve güzel bir şekilde çizmesi ve iyi bir sunuşla servis etmesi bu filmlerinde de gözükmekte.

 Coen Kardeşlerin film üzerinde birçok ayrıntıya değer verdiklerini de görmekteyiz. Öncelikle ince bir mizah ve müzikle birlikte çizilmiş bir öyküsünün olması; zaafları, kararları, belki de birlikte albüm çıkardıkları genç ortağının intiharı sonucu yoksunluğa düşen ancak yaşadığı yer ve şarkılarıyla var olabilen bir adamın hayatını anlatmaları, bu ayrıntılardan en önemlisi diyebiliriz. Bu ayrıntıları, yaşamın ilerleyişinde karşılaştığı insanlarla ve bu insanların içerisindeki umutlarını ve hüzünleri hayatın içindeki gerçekliğiyle sunması tüm filmi değerli kılmakla kalmıyor, biz seyirciye yaşatıyor. Tüm bunları sunarken, oyuncuların kendi seslerinden ve folk müziğin yaşayan efsanelerinden T-Bone Burnett liderliğinde seslendirdikleri folk müziğin klasikleriyle sunmaları da bize harika bir seyir yaşatıyor.

 Tüm bu değerlerin ışığında bu film için söyleyecek birçok sözcük bulabiliriz. Ama bu film için belki de az gelir. Modern sinema içerisinde kendi mizahlarını ve kendi çizgilerini başarılı bir şekilde çizen Coen Kardeşler, sinematografilerinin bir simgesi haline gelmiş kara komediyi her filminde başarılı ve derinsel bir şekilde sunarak harika işler çıkartmaya devam ediyorlar. Inside Llweyn Davis ile bu sinematografik yolculuklarında adeta ışıldayan bir işçiliğin ürününü ortaya koymuşlar. Hayatın berbat diyebileceğimiz çizgisinde ilerleyen bir adamın, müziğe, umuda ve yaşama tutunma çabasını bize sunarken, bize hayatın zor olsa da yaşanabilecek çok daha fazla zorluk olduğunu gösteriyor. Ama tüm bunları sunarken Dave Von Ronk'un kitabında bahsettiği sözle de bir yolla bize anlatıyor.

"Yine hayata gelsem, yine aynı yolu yaşasam, yine aynı yerlerden geçsem ve yine aynı hiçliği tatsam, müzik yapmayı seçer ve bundan vazgeçmezdim."

--------------              

Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için bize #askıdakultursanat ile bir bilet ısmarlar mısınız? 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme