Sen Şarkılarını Söyle, Bir Gün Hayat Sana Eşlik Eder Elbet...: Inside Llewyn Davis / Seyfi Demirci'nin Kaleminden
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Llewyn Davis’de anlatılan
Green Village, Peter, Paul ve Mary’yi yaratan, Bob Dylan'ın elektronik gitara
geçtiğinde dünyayı değiştiren folk müzik dünyası değildir. Hit plakların ve
büyük paraların gelmesinden önceki karanlık çağların dünyasıdır; eski şarkılar,
inançlı küçük bir çevre içinde değiş tokuş edilmektedir. Çoğu, New York
sokaklarında, Long Island’ın, New Jersey’in prefabrik varoşlarında büyümüş
çocuklardır. Eisenhover’lı 1950’lerin kasvetinden ve konformizminden kaçmaya
çalışırlar. Bazıları aileleriyle yaşayan üniversite öğrencileridir, bazıları da
New York’un Küçük İtalya’sındaki, Aşağı Doğu Yakası’ndaki aylık kirası yirmi
beş, otuz dolar olan apartman dairelerinde otururlar.
Amerikalı folk/blues gitaristi ve müzik tarihçisi Eliijah Wald, modern sinemanın en önemli ismi olan Coen Biraderlerin, 2013 yılında sinematografisinden bize sunduğu nadide eseri "Inside Llewyn Davis"i bu şekilde açıklamaktaydı. 1960'lı yıllarda Beat kültürünün başladığı yer olan ve folk müziğinin evi olarak görülen, müziğin içinde hayatı için çabalayan karakterlerin kasabası Green Village'a kamerasını çevirdikleri filmde, yaşamını sürdürmeye çalışan bir müzisyenin gözünden, bize kısır döngüye girmiş hayatların bir portresini çiziyor.
1961
yılında soğuk bir New York havasında başlayan hikayemizde, adeta hayatın
gidişatında oradan oraya saçılan, bir arayış içinde olmasına rağmen aradığını
bulamayan bir müzisyenin, biraz duygusal, kimi zaman ukala, çokça şanssız,
zaman zamansa kibirli yaşamını bize sunuyor. Hayatın gidişatında kısır bir
döngüye sıkışmış Llewyn Davis, tek bildiği ve tutunabildiği folk müzik için
hayatını idame ettirmeye ve arayışını sürdürmeye devam ediyor. Bu arayış
içerisinde karşılaştığı insanlar ile 60'ların toplumsal normlarını ve müzikal
havasını da sunan film, az bilinen bir döneme ve yaşama ışık tutan bir yapım.
Ethan ve Joel Coen kardeşler, Amerikanın
az bilinen dönemini, bu döneme ait insanlardan esinlenerek, bu insanların
gizemli ve yine az bilinen
mekanlarındaki ilişkilerinden yola çıkarak ortaya koyduğu hikayeyi, değeri çok
sonrasında anlaşılan ve birçok efsane isme ilham kaynağı olmuş Dave Von Ronk'un otobiyografisinden
esinlenerek ortaya koyuyor. Hayatının büyük bir çoğunluğunu geçirdiği
kasabasında hiçliğe doyan bir ismin, yer yer hüzün ve umut dolu hayatından
kaleme aldıkları hikayede, melankolisini, gözlerinden yayılan
yoğun hüznünü ve bazı zamanlar bastıramadığı isyankarlığıyla sarf ettiği
zehirli sözlerini araladığınızda gördüğünüz insan, folk şarkıları/baladları
yorumlayan, söz yazarı-şarkıcı Llewyn Davis olarak
çıkıyor karşımıza. Üstelik Coen’lerin mizah anlayışına uzak olanları
dahi kendisine hayran bırakmayı başarabilecek kadar da mütevazı bir seyirlik
ile.
Film ilk
dakikalarından itibaren, seyircinin elinden tutup
zaman zaman eğlenceli fakat çoğunlukla kaynağı belirsiz bir hüzün ve
ümitsizlikle yoğrulmuş bir öykünün yollarında ilerliyor. Tüm bu yolculuk esnasında çoğu kez kendinizi
"beni mi anlatıyor" sorusunu sormaktan alamıyorsunuz. Çünkü filmi bu
kadar başarılı kılan en temel etmen, tüm taşları yerine kusursuzca oturmuş bir
hayat hikayesinin, gerçek hayatın içinden gerçek bir kare gibi size sunulmuş
olması. Coen kardeşlerin sinematografisini en başarılı kılan özellik de bu
diyebiliriz. Bir şekilde hayatın içinde olmasına rağmen az bilinen ya da
sıradan olan insanı, yani sizi bir ayna yardımıyla tekrar size sunması. Bu şekilde izlediğimiz bir Coen filminde kendimizi
bulmak, bir süreden sonra sizin için sıradan bir detay oluyor. Llewyn Davis
kısır döngüsünde olan yaşamı, bu hayatın içinde yaşayan ve umudu, hayali için
çabalayan, bunun için ilerleyen insanın görsel bir sunumu gibi.
Filmin en önemli ve güzel detaylarından biri de, sinema
tarihinin en iyi görüntü yönetmenlerinden biri olan Bruno Delbonnel'in harika bir görselliğe imza atması. 1960'lı
yılların soğuk New York havasını, soğuğun umutları bile donduran keskinliğini
gösteren ışık kullanımı ve dönemi iyi vurgulayan
stilize çekimler eşliğinde sunduğu film, bir dönemin okumasını, görsel havasını
solumamızı sağlıyor. Yönetmen Debonel'in, 1960'lı yılların plaklarının
kapağındaki görsellikten yola çıkarak çizdiği görüntü, o dönemim müzik ruhunu
ve yaşamını da iyi bir şekilde gözler önüne seriyor. Filmin dönemsel okumasını
yapmak için de güzel bir kaynak olduğu tüm
hatlarıyla belli oluyor. 1960'ı yıllar, folk
müziğin, aktivizm ile birleşerek gençliğin ruhuna dokunmasının eşiğinde olduğu
bir dönem. Sigara ve bira kokularının
karıştığı ucuz barlarda 10 veya 20 dolar gibi ücretlerle müzik yapmaya çalışan
gençlerin, yaklaşan Vietnam Savaşı ile protest müziğin başlangıcına doğru
adımlarını attığı zamanlar. Filmde birçok
karakter de bu dönemi destekler biçimde çizilmiş ve tüm hatlarıyla ortaya
konulmuş durumda. Coen kardeşlerin tüm sinematografisindeki filmlerde olduğu
gibi, dönemin çizgisini tüm hatlarıyla ve güzel bir şekilde çizmesi ve iyi bir
sunuşla servis etmesi bu filmlerinde de gözükmekte.
Coen Kardeşlerin film
üzerinde birçok ayrıntıya değer verdiklerini de görmekteyiz. Öncelikle ince bir
mizah ve müzikle birlikte çizilmiş bir öyküsünün olması; zaafları, kararları,
belki de birlikte albüm çıkardıkları genç ortağının intiharı sonucu yoksunluğa
düşen ancak yaşadığı yer ve şarkılarıyla var olabilen bir adamın hayatını
anlatmaları, bu ayrıntılardan en önemlisi diyebiliriz. Bu ayrıntıları, yaşamın
ilerleyişinde karşılaştığı insanlarla ve bu insanların içerisindeki umutlarını
ve hüzünleri hayatın içindeki gerçekliğiyle sunması tüm filmi değerli kılmakla
kalmıyor, biz seyirciye yaşatıyor. Tüm bunları sunarken, oyuncuların kendi
seslerinden ve folk müziğin yaşayan efsanelerinden T-Bone Burnett liderliğinde seslendirdikleri folk müziğin
klasikleriyle sunmaları da bize harika bir seyir yaşatıyor.
Tüm bu değerlerin
ışığında bu film için söyleyecek birçok sözcük bulabiliriz. Ama bu film için
belki de az gelir. Modern sinema içerisinde kendi mizahlarını ve kendi
çizgilerini başarılı bir şekilde çizen Coen Kardeşler, sinematografilerinin bir
simgesi haline gelmiş kara komediyi her filminde başarılı ve derinsel bir
şekilde sunarak harika işler çıkartmaya devam ediyorlar. Inside Llweyn Davis ile bu sinematografik yolculuklarında adeta
ışıldayan bir işçiliğin ürününü ortaya koymuşlar. Hayatın berbat
diyebileceğimiz çizgisinde ilerleyen bir adamın, müziğe, umuda ve yaşama
tutunma çabasını bize sunarken, bize hayatın zor olsa da yaşanabilecek çok daha
fazla zorluk olduğunu gösteriyor. Ama tüm bunları sunarken Dave Von Ronk'un
kitabında bahsettiği sözle de bir yolla bize anlatıyor.
"Yine
hayata gelsem, yine aynı yolu yaşasam, yine aynı yerlerden geçsem ve yine aynı
hiçliği tatsam, müzik yapmayı seçer ve bundan vazgeçmezdim."
--------------
Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için bize #askıdakultursanat ile bir bilet ısmarlar mısınız?
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder