20 y.y. Felsefesi

Varoluşçuluk ve Önemli Temsilcileri Varoluşçuluk, bireyin kendi varlığını ve anlamını yaratma sorumluluğunu vurgulayan bir felsefi akımdır. Varoluşçulara göre, insan varlığı, önceden belirlenmiş bir öz veya anlam taşımaz. İnsan, kendi seçimleri ve eylemleriyle anlam yaratır. Bu nedenle, varoluşçuluk, bireysel özgürlük ve sorumluluğu ön plana çıkarır. Önemli Temsilciler: Søren Kierkegaard: Varoluşçuluğun öncülerinden biri olarak kabul edilir. İnanç, kaygı ve bireysellik üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Friedrich Nietzsche: Güç iradesi, Üstinsan ve Tanrı'nın ölümü gibi kavramlarla varoluşçuluğa önemli katkılar sağlamıştır. Jean-Paul Sartre: Varoluşçuluğun en tanınmış temsilcilerinden biridir. "Varoluş özden önce gelir" sözüyle varoluşçuluğun temel tezini özetler. Simone de Beauvoir: Kadınların varoluşsal durumunu ve cinsiyetçiliği ele alarak varoluşçuluğa yeni bir boyut kazandırmıştır. Postmodernizm: Eleştir

Size Sunulan Değil, Sizin Çabalayarak Kurduğunuz Gerçek Yaşama Dair Bir Hikaye: Captain Fantastic / Seyfi Demirci'nin Kaleminden

  Eğer hiç umut olmadığını düşünürsen, hiç umut olmayacağını garantilemiş olursun. Eğer özgürlük için bir içgüdün olduğunu, bir şeyleri değiştirme şansın olduğunu düşünürsen, dünyayı daha iyi hale getirmek için katkıda bulunma olasılığın var demektir.

                                                                                                                                             Noam Chomsky




Gittikçe büyüyen, betonlaşan şehirlerde yaşamımıza devam ediyoruz ve bir kaçış yolu arıyoruz. Çünkü bu dar kalıpların içinde hepimiz, her gün aynı monotonlukta yaşamaktayız. Kalıplaşmış düşüncelerin eşliğinde, bize sunulan hayatı yaşamakta, düşünmemizi istenilenleri düşünüp, bize dayatılanların içerisine gömülmekteyiz. Dar ve kalıplaşmış eğitim sisteminin bize sunduğu normları öğrenmeye zorlanıyoruz. Artık nasıl düşünmemiz gerektiği değil, neyi düşünmemiz gerektiği sunuluyor bize. Bir şekilde bu dört duvarlı, sıkıştığımız hayattan kaçmak istiyoruz. Gerçek okul doğaya ve gerçek öğretmenler ağaçlara, kuşlara, gerçek bilginin kaynağına ulaşmak istiyoruz. Aslında bir ütopyaya inanmak, hatta onun hayattaki yansımasını yaşamak istiyoruz. Ama tüm bu istek ve arzulara rağmen, bu sıkışmış ve sahte yaşamların içinde hala kolay ulaşımı seçiyor, gerçek bir emekle ve çabayla kazanılan bilgiye ya da nesneye ulaşmak için uğrasmak yerine, daha büyük, daha güzel dekore edilmiş evler, lüks elbiseler, lüks tüketim ürünlerinin peşinden koşmaya devam ediyoruz. İşte şimdi bahsedeceğim Captain Fantastic bize bu ulaşma çabasını, bu ütopyanın varlığını ve en önemlisi başka bir hayatın mümkün olabileceğini gösteriyor.

 American Psycho, Face/Off gibi efsane filmlerde oyuncu olarak karşımıza çıkan Amerikalı aktör ve yönetmen Matt Ross'un ikinci uzun metraj çalışması olan Captain Fantastic, uzun zamandır görmediğimiz naifllikte ve gerçeklikte bir yol ve büyüme hikayesi ortaya koyuyor. Senaryosunu da kendisinin kaleme aldığı film, bu kaçışı gerçekleştirip, doğanın insana sunduğu gerçek yaşamın içindeki ütopyayı yaşayan bir ailenin hikayesini ortaya koyarken, modern insanı ve modernitenin sunduğu kalıplaşmış hayatı değerli biçimdeki eleştirisiyle de ortaya koyuyor. Bir babanın, altı çocuğuyla birlikte ormanda kurduğu bir dünyayı görmekteyiz filmde. Bu baba modern toplumdan uzak bir şekilde, doğanın ona sunduğu sonsuz imkanların eşliğinde, modern yaşamdan uzak bir dünyada altı çocuğunu, diyalektik düşünceyle büyütürken, aynı zamanda onları hayatın ve doğanın zorlu şartlarında bir askeri disiplinde yetiştirerek hem zihinsel hem de bedensel olarak kendi yöntemleri ile eğitiyor. Çocuklarını modern dünyanın oluşturduğu eğitim sisteminin kalıplarına sıkıştırmadan, bir çaba göstererek onlara kendi düşüncelerini, kendi fikirlerini, kendi sözcüklerini öğretiyor. Temelde barışçıl bir profilde çizilen baba, uyguladığı bazı askeri sistematiklerle çocuklarına hayatta kalmanın inceliklerini de gösteriyor.

 Film tüm bu altyapı üzerine, zorlu bir sahneyle başlıyor. Yönetmen Matt Ross'un renkli bir görsellikte sunduğu film, ilk sahnesinde bizi doğanın ortasında muazzam bir görüntüyle karşılıyor. Tam doğanın görsel metniyle başlayan film yolculuğumuz, ailenin en büyük oğlu Bo'nun (George MacKay) bir geyiği çıplak ellerle öldürdüğü sahne ile, belki de seyirci için naif ilerleyecek olan filmin ilk şok etkisini sunuyor. Temel olarak filmin geneliyle pek ilişkisi olmadığını düşündüğümüz bu açılış sahnesinde, yönetmen temel bir yapıda insanın alt benliğinden bir sunum yapıyor. Ne kadar modern bir hayatın ve barışcıl bir öngörünün içinde yaşasa bile insanın, her zaman içindeki vahşiliğini bize sunuyor. İnsanın içinde olan hayvani içgüdüyü görselleştiren yönetmen, baba Ben'in söylediği "Hepimiz dünyanın hayvanlarıyız." sözünü görsel bir forma döküyor.



Bu sahneyle kendi içinde yolculuğa çıkaran film, bizi bu ütopik yaşam ile beslerken, bir anda annenin intiharıyla birlikte filmin kırılma noktasıyla karşı karşıya bırakıyor. Bu kırılmadan sonra, belki de yönetmenin bu film ile ortaya koymak istediği anlatının kapısını bize açıyor. Tüm ailenin annenin cenazesine gitmek için bir ev gibi dizayn edilmiş eski bir okul otobüsüyle yolculuğa çıkması, bizi modern toplumun sömürüsü ve imkanlarıyla yüzleştiriyor. Hayatlarında ilk defa evlerinden ayrılan çocuklar, kapitalist Amerikan diyarı içerisinden geçip, kültür düşüklüğü, tüketim çılgınlığı ve yapay bir dünyanın içerisinden ilerleyerek annelerinin son yolculuğuna katılmak için yola devam ediyorlar.

 Viggo Mortensen'in harika oyunculuğuyla şekillendirdiği baba karakteri, Amerikan aile sistemine karşı çıkan bir figür olarak karşımıza çıkıyor. Her filminde "mutlu aile" tablosunu çizen Amerikan filmlerinin aksine, bu filmde verilen yanlış düzen birçok noktada yıkılarak, gerçek ailenin değerlerini farklı bir açıyla gösteriyor. Baba Jo çocuklarından hiçbir şeyi gizlemeyen ve hayatı en olağan şekliyle onlara sunmaya çalışan biri olarak karşımıza çıkıyor. Annelerinin ölümünü herhangi süslü ya da geçiştirici kelimeler kullanmadan, direkt olarak "Anneniz öldü." diyerek çocuklarına söyleyen baba, Amerikan ailelerin korkulu rüyası olan ve çocuğun yaşayabileceği duygusal travmaların önüne geçilmeye çalışılan, bu nedenle çocuktan bu tarz konuların saklanması gerektiği ile ilgili düşünceye karşı çıkıyor.

 Filmin bana göre ve izleyen çoğu kişiye göre en önemli sahnelerinden biri annenin cenazesinin olduğu sahne diyebiliriz. Burada yönetmen izleyen seyirciye ve belki de sisteme çok güzel bir soru yöneltiyor. "Dini inanışı olmayan bir insan, neden toplumun baskıları sonucu dini bir törenle uğurlanır?" Bu noktada yönetmen Matt Ross, toplumun dinsel baskılarının, insanların kendi inanışlarına saygı duymayışının da bir eleştirisini sunarken, bir insanın sadece inancıyla mı, yoksa yaptıklarıyla mı anılması gerektiği sorusunu da görsel bir norma dönüştürüyor. Tüm bunlar eşliğinde yönetmen Matt Ross, temel anlamda tarafsız bir yapı sergilemeyi tercih ediyor ve tüm film boyunca bunu korumaya çalışıyor, lakin bu sahneyle aslında hangi tarafta olduğunu da bize net bir şekilde ifade ediyor.

 Tüm bu anlattıklarımızın ışığında yönetmen Matt Ross, görsel anlamdaki başarılı renk kullanımıyla, Amerikan kapitalizmine ve modern yaşama getirdiği derin eleştirisiyle, harika müzikleriyle ve başka bir hayatın mümkün olabileceğini gösterdiği hikayesiyle bize uzun zamandır izlemek isteyip, bulamadığımız bir film sunuyor.

    


-----

Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için bize #askıdakultursanat ile bir bilet ısmarlar mısınız? 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme