20 y.y. Felsefesi

Varoluşçuluk ve Önemli Temsilcileri Varoluşçuluk, bireyin kendi varlığını ve anlamını yaratma sorumluluğunu vurgulayan bir felsefi akımdır. Varoluşçulara göre, insan varlığı, önceden belirlenmiş bir öz veya anlam taşımaz. İnsan, kendi seçimleri ve eylemleriyle anlam yaratır. Bu nedenle, varoluşçuluk, bireysel özgürlük ve sorumluluğu ön plana çıkarır. Önemli Temsilciler: Søren Kierkegaard: Varoluşçuluğun öncülerinden biri olarak kabul edilir. İnanç, kaygı ve bireysellik üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Friedrich Nietzsche: Güç iradesi, Üstinsan ve Tanrı'nın ölümü gibi kavramlarla varoluşçuluğa önemli katkılar sağlamıştır. Jean-Paul Sartre: Varoluşçuluğun en tanınmış temsilcilerinden biridir. "Varoluş özden önce gelir" sözüyle varoluşçuluğun temel tezini özetler. Simone de Beauvoir: Kadınların varoluşsal durumunu ve cinsiyetçiliği ele alarak varoluşçuluğa yeni bir boyut kazandırmıştır. Postmodernizm: Eleştir

GENEL HATLARIYLA HİKAYEDEKİ KADININ ARKEOLOJİSİ

 

 

Hakikat seni özgürleştirir.

Erich Fromm

 

 

  1990’lı yılların başında Şanlıurfa’nın Balıklıgöl yakınlarındaki Göbeklitepe’de bir heykel bulundu. 1.80-1.90 boylarında bir erkeğe ait olan bu figür, çanak çömleksiz neolitik dönemin MÖ. 11-12 binli yıllarında halkın çeşitli plastik sanatlara dair eserlere sahip olabileceğini gösterdi. 

 

  Kadın egemen, anaerkil bir toplumsal yapının hüküm sürdüğü yerde erkek heykeliyle karşılaşmak olası değildi. Dolayısıyla Urfa Adam, dünya toplumsal yapısında geri dönüşü olmayacak bir kırılma yaşattı. Başka bir ifadeyle bu durum, tanrıların bir şekle şemale girmesi gerekliliği veya bir şekli, şemaili ve cinsiyeti olacaksa da bunun ancak erkek olması gerekliliği üzerine ideolojik bir kırılım gerçekleştirdi. O saatten sonra dünyada toplumsal cinsiyet eşitliği söz konusu değildi. Monolitlerin üzerine resmedilen kutsal hayvanların hepsi erkekti ve  kendilerini de aynı şekilde erkek olarak resmediyorlardı. Dolayısıyla o saatten sonra tarihi artık kadınların değil erkeklerin yazmaya başladığına tanık oluyoruz.  

 

  İnsanın evrimine çok büyük katkısı olan iletişim, kendi türünü devam ettirebilmek için bütün canlı organizmalarda geçerli olan bir kuralla insanda sözlü tarihin ve kültürün gelişmesine ciddi miraslar oluşturmakta; dil, dili kullananın amacına hizmet ederek diğerlerini şeyleştiriyor, sınırlıyor, basitleştiriyordu. Bu dilsel dünya içinde doğa, doğal kavramlara evriliyor, insan kullanımına ve amacına uygun kodlanıyordu.

 

  Yaşamını çevreleyen evrenin diğer oyuncularıyla kendi arasına, anlam ve algı sürecinin sonucu olarak ortaya çıkan bir gösterge yerleştirmişti. İnsanın etrafındaki her şey bu göstergeler dünyasından üzerine düşeni almış gerçekte hiç taşımadıkları anlamlarla anılmaya ve değer görmeye başlayarak dilden ibaret bu kurgu dünyasında konumlanmışlardı. Gördüğü, ilişkilendiği, dayanıştığı ve çatıştığı ne varsa isimlendiren göstergelerle örten ve anlamlandıran insan olmuştu. Her şey insan içindir sözü ile kedinin kedi, elmanın elma olması bu düşüncenin ürünüdür.

  İnsan doğadan öylesine sert bir şekilde koptu ki en sonunda ne hayvanları ne de doğayı anlayabildi. Bunun bir yansıması da bazı bitkilerin temel besinler olarak tanımlanmasına dönerken onlarla rekabet edenler “zararlı otlar”a dönüşüyordu. Bazı hayvanlar dost, yoldaş olurken diğerleri yırtıcılar veya haşereler olmaya başladı. Dildeki bu şiddet eylemde geçiyor, yabanıllar, yırtıcılar ve haşere kimliğinin giydirildiği diğerleriyle kaçınılmaz bir mücadele haline giriliyordu. Bu erkek kadın arasındaki durumu da bize özetliyor elbette.

 

DOĞADAN KOPMANIN SEBEBİ

  Adem ve Havva mitini incelediğimizde Adem, henüz cennetten kovulmadan önce ve tanrının isteği üzerine tüm diğer canlılara isim verip onlarla konuşabiliyordu. Buna karşılık Havva şeytanla iş birliği yapan ve elmayı ilk yiyen olarak yansıdı. Cennetten kovulana kadar çıplak olduklarını fark etmeyen Adem ve Havva, yeryüzündeyken yaprak ile mahrem olarak düşündükleri yerlerini kapatmaya çalıştığından bahsedilir. Dolayısıyla, Havva yüzünden doğadan bir kopuşa şahit oluyoruz.

 

  Gılgamış’daysa baş kahramanlarımızdan Enkidu’nun, Rahibeyle altı gece yedi gün beraber olması ve rahibenin onu çobanların yanına götürerek bira ve ekmekle tanıştırması hayvanlarla artık anlaşamaması sonucunu doğurur. İnsan elinin değdiği iki ürünü tatmadan önce rahibe onu “mahremiyetten koparmıştır.” Dolayısıyla buradaki mahremiyet doğanın kendisi olmakla birlikte ilişki sonrası doğa ile herhangi bir bağ kalmamıştır.

 

  İnsanlık türünün erkek cinsi, cinsiyet fark etmeksizin bütün insanlığı tehlikeye sokan dil meselesiyle birlikte aklından çıkanı konuşmuyor, yerine konuştuğu aklını yönlendiriyordu. Başka bir ifadeyle akıl dile sahip değildi, dil, akla sahipti ve işin en kötüsü de fiziksel olarak daha güçlü olan erkek, kadının üzerindeki gücünü dilde de sağlamaya başlamıştı. Hal böyle olunca da mitler, efsaneler ve hikayeler de buna göre şekil almaya başladı.

 

GÖREVİNİ KÖTÜYE KULLANMANIN SEBEBİ

 

  İsrailli kahraman Samson’un Filistin kraliçesi ile seviştikten sonra gücünü kaybetmesiyle, örs ve çekiç kullanmadan demire şekil verebilen Peygamber Davut’un kölesiyle birlikte olduktan sonra peygamberlik vasfı ortadan kalkması ve demire şekil veremeyecek duruma gelmesini yoldan çıkartan bir unsur olarak kadının olmasını işaret ediyor.  Bu yönüyle özellikle politikacıların ağızlarından pek düşürmeyi sevmedikleri: “iffetli kadın” durumu binlerce yıldır aynı şekilde duruyor.

 

ANTİK YUNAN MİTOLOJİSİNDE CEZALANDIRILAN BELLİ

 

  Ateşi çalıp insanlığa veren Prometheus'un hikâyesine Pierre-Jean Vernant'ın anlatımıyla şahit olalım.

 Pierre-Jean Vernant Üçüncü Perde: Zeus yeryüzünde yanan ocakları görünce küplere biner. O noktada buğdayı saklamaya karar verir. Dolayısıyla daha önceden insanların çalışmasına gerek kalmadan yerde biten buğday filizlenmek için insanların, onun tohumunu toprağa saklamasına ihtiyaç duyacaktır. Zeus bu yaptıklarıyla yatışmaz. Hephaistos’tan toprağa su katıp tanrıçalara benzeyen bakire bir genç kız yaratmasını ister. O da pandorayı yaratır. ‘’Pandora’’, yani ‘’tüm tanrıların ihsanı’’. Çünkü tüm tanrılar ona lütufta bulunur. İşte kadın soyunun atası diyebileceğimiz bu varlık. Dışarıdan baktığımızda tıpkı etsiz kemikleri sarmalayan yağ gibi göz alıcıdır. Ancak aşk ve hayranlığa sebep olan bu çekiciliğin arkasında ne vardır? Öncelikle bu kadın topraktan yaratılmıştır. Ve ona bir köpek ruhu verilmiştir. Yani bir tür hayvansallık ve vahşilik. Ve her türlü yalancılıkla donatılmıştır. Yalancı bir mizacı vardır. Dolayısıyla Pandora’nın kendisi, Prometheus’un hazırladığı et gibi bir tuzaktır, yalandır. Zeus hem evlenilecek bir genç kız hem de bünyesinde vahşiliği barındıran bu tanrısal güzelliğin yalancı imgesi olan ‘’mankeni’’ Prometheus’un erkek kardeşi Epimetheus’a gösterir. ‘’Prometheus’’ her şeyi önceden gören demektir. Kardeşi Epimetheus’un adı ile düşüncesizliği, olanları her zaman iş işten geçtikten sonra anlamayı ifade eder. Epimetheus, bu kadını görür ve evine alır. Bu noktada Zeus’un planı gerçekleşmiştir. Pandora bir kutuyu açar, bu kutu görünmeyen müsibetlerle doludur. Pandora’nın kendisi müsibettir. Ancak, herkes onu sevdiği için görünürde iyidir. Göremediğimiz ama bildiğimiz müsibetler bu kutudan dışarı çıkar: hastalıklar, ölümün yaklaşması, kıtlık, vesaire.işte insanlık durumu bu şekilde mühürlenmiştir.”

 

 

 

Bu efsaneden de kolayca anlaşılabileceği gibi cezalandırmanın yöntemi olarak artık şeytana gerek kalmamıştır. Bunun yerine seçilen cinsiyet bellidir: “Kadınlar.”

PEKİ YA YEMEK?
 
  Carol J. Adams’a göre çok radikal biçimde et yemek ile ataerkil dünya görüşü arasında bir bağlantı olduğuna dikkat çekilir. Aslında burada hayvanların maruz kaldığı sömürü ile kadınların ezilmişliğinin eşleşme biçimleri aynı şekilde ifade edilmekte. Başka bir ifadeyle mutfakta eşine yardım etmeyen erkeğin mangalın başına geçmek istemesi ve otantik bir şekilde yelpazeyi sallayarak, etin başında durması dolaylı ve ironik bir örnek. Anlaşılan o ki hala kendini avcı zanneden erkek, atalarını taklit etmeye devam ediyor; Avcılık tek başına yapılacak bir iş değildi ve kolektif bir aktiviteydi.

 

  Antik felsefeden bu yana neredeyse tüm düşünürler kadını doğayla ve dolayısıyla bedenle özdeş kılacak şekilde ötekileştirmişlerdi. Erkeği akılla bezeyip yücelten ataerkil anlayış, bu özelliğiyle kadın ile uygarlığı kontrol altına almak istediği doğayı birleştirme çabası içerisine girmişti. Kültürün erilleşmesine de katkı sağlayan bu düşünce biçimi, edebiyattan sinemaya, dilden gündelik hayata,yemeğe kadar her alana yansımıştı.

 

  Yine Mezopotamya’da özel mülkiyetle beraber kadın sorunlarının yumağı oluşmaya başladı. Yenilebilir bitkilerin ve evcilleşebilir hayvanların büyük bir bölümü insan yaşamına bu dönemde girdi. Ahlak, mahremiyet, mülkiyet, hukuk, gelenek, adalet, iş, emek sömürüsü, sınıflı toplum yapısı, türcülük anlattığımız masallar, atasözleri, kutsal kitaplar, inanç, iktidar bu dönemde filizlendi.

 

Değişen pek bir şey var mı? Tartışılır.


---

Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için bize #askıdakultursanat ile bir bilet ısmarlar mısınız? 


https://www.patreon.com/kitapdedektifiyiz                                                                                                                      

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme