CAN SIKINTISI ÜZERINE FELSEFI VE MODERN YAKLAŞIMLAR

 Can sıkıntısı, insanlık tarihi boyunca bireysel ve toplumsal bir mesele olarak tartışılmıştır. Bu duygu, yalnızca basit bir ruh hali değil, insanın varoluşsal sorularını ve anlam arayışını yansıtan derin bir olgudur. Tarihten modern zamana kadar uzanan bu kavram, felsefi analizlerle zenginleşmiş ve modern yaşamın etkileriyle dönüşüme uğramıştır. Makalenin Amacı   Bu makalede, can sıkıntısının tanımından başlayarak, felsefi yaklaşımlar, modern toplum üzerindeki etkileri ve çözüm önerileri detaylı bir şekilde ele alınacaktır. Can Sıkıntısının Tanımı ve Doğası Can Sıkıntısı Nedir? Can sıkıntısı, genellikle bir şey yapma isteksizliği, yaşamın monotonluğu ya da bir amaçsızlık hissi olarak tanımlanır. Bu duygu, bireyin içinde bulunduğu çevresel koşullardan kaynaklanabilir ya da içsel bir huzursuzluğun dışavurumu olabilir. - Seneca ve Antik Dönem: Antik Yunan ve Roma döneminde düşünürler, insanın günlük yaşamının rutinlerinden kaynaklanan monotonluğa dikkat çekmişlerdir....

NİLÜFER ŞİİRİNİN ESTETİK DEĞER AÇISINDAN İNCELENMESİ / M. Sait Aktaş

 

                                                                                                                    

 Duyulur algının, duyusallığın sağladığı bilgi ile ilgili bir bilim olarak tanımlanabilecek olan “estetik” Grekçe aisthesis ya da aisthanesthai sözcüklerinden gelmektedir. Estetik çok da geç olmayan bir zamanda, 18. yy’da bir bilim haline dönüşmüştür. Estetik bilimini kuran ve ona adını veren Alexander G. Baumgarten olmuştur.  

 

 Estetik güzellik adı verilen değeri inceleyen bir bilim, bir güzellik felsefesi olsa da bu bilimin sınırları içine güzellik değeri gibi yüce, trajik, komik, zarif, ilginç, çocuksu (naif) ve hatta çirkin değeri de girer. Kısacası estetik tek kalıplı bir felsefi sistem değildir. Bütün bu değerler estetik çözümlenmesi sırasında elde edilir. Bir sanat yapıtını inceledikten sonra ona güzel, yüce, ilginç vb. gibi estetik değerler yüklenir. Sanat kategorisine giren pek çok alan vardır. Bu alanlardan biri de edebiyattır. Estetik teoriler edebiyat eserinin edebi değerinin açığa kavuşturulmasında önemli bir işleve sahiptir.

 

 Estetik teorilerinin edebiyat eserlerini inceleme noktasında geniş imkânlar sunduğu dikkate alındığında Modern Türk Edebiyatı döneminde kaleme alınan birçok eserin bu bağlamda incelenmeye uygun olduğu söylenebilir. Şiir, roman, öykü, tiyatro başta olmak üzere farklı türlerdeki eserler estetik teorileri merkezi incelemelerin konusu olabilir. Şiir bizce bunların içinde en çeşitli yorumlamaya uygun olan türdür. Bu açıdan 20. yy Türk şiirinin önemli isimlerinden biri olan Behçet Necatigil’in şiirlerini estetik yönden incelenmeye imkân verecek pek çok nitelik barındırdığı kanısını taşıyoruz. Hatta B. Necatigil’in şiirleriyle beraber bütün eserlerinin bu şekilde bir incelemeye tabi tutulmasının gerekli olduğunu söyleyebiliriz. Bu yazıda şairin tek bir şiiri üzerinden böyle bir inceleme yapılacaktır. Bir şairin kendisiyle özdeşleşmiş bazı şiirler vardır. “Solgun Bir Gül Oluyor Dokunuca,” “Gizli Sevda,” “Abdal,” “Sevgilerde” gibi şiirler, şairi olan Behçet Necatigil ile özdeşleşmiştir. Bu şiirlerden biri de “Nilüfer” şiiridir. Adı geçen şiirin estetik değer yönünden çözümlemeye uygun olduğunu düşünüyoruz.

 

Öncelikle adı geçen şiiri alıntılıyoruz:

                                             

                          NİLÜFER

 

Ben oraya koymuştum, almışlar,

Arasına sıkışık saatlerin.

Çıkarır bakardım kimseler yokken

Beni bana gösterecek aynamdı, almışlar.

Kışken ilkyaz, sularımda açardı;

Buzlu dağlar gerisine kaçıracak ne vardı?

Eski defterlerde sararmış yaprak.

Beni bana gösterecek anlamdı, almışlar.

Bir ışıktı, yanardı eski gecelerde;

Akşam, çiçekler uykuya yattı,

Sardı karşı kıyıları karanlık- -

Beni bana gösterecek lambamdı, almışlar. [1]

 

 Estetik değer bahsinde önümüzde bir sanat yapıtı olduğunda güzellik o yapıtın estetik değerini ifade eder. Değerli bir şiir demek, güzel bir şiir demektir. Bir şiirin estetik değerini belirlemek istiyorsak öncelikle tahlilci yöntemlere başvurmak gerekir. Bununla beraber şiir tahlili yapıp, anlamını açığa çıkarmak estetik değer çözümlemesi ile bir düşünülemez. Amacımız “Nilüfer” şiirini çözümlemeye tabî tutup estetik değerini belirlemek olsa da biz bu şiirin epistemolojik referansını da estetik bir çekicilik barındığını düşünüyoruz.

 

 Nilüfer şiirinin arka planı Yunan mitolojisindeki Hero ile Leandros aşkına dayanmaktadır.  Behçet Necatigil bu aşk hikâyesini şöyle anlatmaktadır:

 

 Heles Pantos'ta (Çanakkale Boğazı) Abdyos’lu bir genç olan Leandros, boğazın karşı yakasında Sestos şehrinde bir Aphrodite rahibesi olan Hero’yu seviyor, her gece yüze yüze karşıya geçip sevgilisiyle buluşuyordu. Hero’nun koyduğu bir ışık, Leandros’un karanlıkta yolunu bulmasını sağlıyordu. Bir gece fırtına ışığı söndürdü. Leandros boğuldu, Hero kendini kuleden aşağı attı.[2]

 

 Bu giriş sonrasında önce şiirin başlığı üzerinde durmak gerekir. Nilüfer, yaprakları yuvarlak ve geniş çiçekleri beyaz, sarı, mavi, pembe renkte, durgun sularda veya havuzlarda yetişen bir su bitkisidir. Kısacası nilüfer doğaya ait bir varlıktır. Doğada olan bir nesne sanat yapıtına aktarıldığında bunun üzerinde düşünülmesi gerekir. Bu da doğada ve sanatta güzel olan ne tür bir güzellik algısına dayandığıdır. Estetikte güzel olan hem doğa için hem sanat için kullanılagelmiştir. Doğa güzelliği diye bir güzellik vardır. Ayrıca doğa güzelliğinin sanatsal güzelliğin de kaynağı olduğunu öne süren anlayışlar da vardır. Bu anlayışlardan en önemlilerinden biri Yansıtma (Mimesis) Teorisi’dir. Yansıtma teorisine göre nesneler dünyası ve doğa biçimleri sanat için daima bir örnek, bir model oluşturur.

 

 Şiirin ilk kıtasının sonunda “beni bana gösterecek aynamdı almışlar” ifadesinde “ayna” kelimesi yansıtma teorisi açısından bir ipucu niteliği taşır. Ancak burada bir ayrıntıya dikkat çekmek gerekir. Ayna metaforu sayesinde nilüfer ile resmi özdeş kılan şair burada kendisiyle nilüfer/resim arasında birliktelik kuruyor. Diğer bir deyişle onu idealleştiriyor. Aristo’nun söylemiyle gerçekten olan değil, olabilir olan ifade ediliyor. Nilüfer’in imajı ayna sayesinde aslından kopuyor ve şairin “ben”ine dönüşüyor. Melchior-Bonet’in saptamasıyla,

 

 Ayna, bireyi sürekli olmak ve gözükmek diyalektiği içine angaje ederek hayali kışkırtır, yeni perspektifleri harekete geçirir ve başka bir gerçekliği haber verir. Bireyin kendisiyle karşı karşıya kalmış olması, başkalarının bakışından koparılmış mahremiyet alanı sadece bir görüşün pasif algılanışı değil, bir projeksiyondur, arzu, yansıma ve yansıtma arasında bir dolaşımdır. Bireyin kendisini gözlemlemesi, değerlendirmesi, kendisiyle ilgili düşler kurması, kendisini değiştirmesi: Bunlar kendine bakışı uzun süre engelleyen yasakların ötesinde aynayla her türlü buluşmanın hayata geçirdiği farklı işlevlerdir.” [3]

 

 Bu saptamadan yola çıkarak ayna, şairin kendini yeniden görmesinde, her bakışta kendini yeniden keşfetmesinde aracı rol oynamaktadır. Ayrıca metinler arası ilişkiler bakımından Yunus Emre’nin “Beni bende demen bende değilim / Bir ben vardır bende benden içeri” dizeleriyle bağlantı kurulabilir. Aynanın alınması haliyle kendi beninden uzaklaşmaya, kendi benini bir bakıma yeniden kazanmaya sebep olmaktadır.

 

 Doğa güzelliğinin bir parçası olan nilüfer bu şiirde güzelliğini doğa varlığı düzeyinde değil, ona müdahale eden, onu değiştiren, bütün bunları yaparken de doğayı tinselleştiren, ona fantezi katan, onu hayal gücüyle bezeyen tinsel etkinlikte elde edilir. Nilüfer burada şair için yalnızca bir ilham kaynağıdır, yani model değildir. Şair doğal olguyu (nilüfer) kendi ruhunda meydana gelen ifadeyle ilgi içine koyar.

 

 Sanat yapıtı yapma bir güzelliktir. Bir bitki olan nilüfer ise doğa güzelliği yahut doğal güzelliktir. Doğal olan ile yapma olanın birleştiği yer bir sanat yapıtıdır. B. Croce bunu tinsel olan şeyin, ifadenin doğal elemanlarda dışlaşması olarak anlatır. Sonuçta nilüfer doğal bir güzelliğin temsili olsa da asıl güzel olan sanat yapıtı, burada okuduğumuz biçimiyle şiirdir.

 

 Şiirde aynadan sonra ipucu niteliğindeki ifade anlamdır (“Beni bana gösterecek anlamdı, almışlar”). Önceki kıtada aynasını kaybeden şair şimdi de anlamını kaybediyor. Ayna şairin benliğinin bir bakımdan görüntüsüydü. Anlam ise Ben’e benliğini kazandıran unsurdur. Böylece kaybetme ile ayna ve anlam arasında bir bağlantı kuruluyor. Ayna görüntüyü, anlam ise açıklığı ifade ediyor. Estetik ise açık seçikliğini değil duyusal olanın incelenmesini kendine görev edinir.

 

 Anlamın somut/gerçek ile bağlantısı düşünüldüğünde kaybedilen anlam aynı zamanda gerçek olandır. Gerçek olanın kaybedildiği yer ise aslında estetiğe açılan kapıdır. Reel (gerçek) dünyadan çıkıp gerçek olmayan bir dünyaya adım atmak estetik tavır alışı niteler. Edebiyatta ise gerçeküstücü sanat anlayışlarına göndermede bulunur. Burada B. Necatigil’in şiirlerinde anlam ile anlamsızlığın birbirini sentezlediği anımsanmalı. Anlamsızlık olumsuz bir anlamı değil anlamın katmanlaşıp yoğunlaşması ve yeniden/başka bir açıdan üretilmesidir.

 

 Duyu organlarıyla kavranılan gerçeklikle sanat yapıtındaki gerçeklik birbirinden ayrılır. Sanat yapıtında kavranılan gerçeklik duyu organlarıyla kavranılan gerçeğin ötesine geçer, daha doğrusu farklı bir açıyla gerçekliği yeniden üretir. Bunu estetik biçimler sayesinde oluşturur. Kısacası doğada kavradığımız gerçek ile sanattaki gerçek birbirinden ayrıdır.

 

 İlk kıtada ayna, ikinci kıtada anlamın kaybedilmesinden sonra şiirin üçüncü ve son kıtasının sonunda lambanın da kaybedildiğini görüyoruz (Beni bana gösterecek lambamdı, almışlar). Yazının başlangıcında şiirin epistemolojik referansı olduğunu belirttiğimiz Hero ile Leandros aşkı bu kıtada somutlaşır. Ayna görünüşü, anlam benliği, lamba ise aydınlığı yani görünüş ve benin farkının açığa çıkmasını simgeler. Bu üç unsur da aşama aşama kaybediliyor. Lambanın kaybı karanlığı, dolayısıyla ölümü simgeler. Görüleceği gibi sıralanan üç unsur şiirde reel anlamından ayrılıyor. Bunu Necip Fazıl’ın Poetika yapıtında yaptığı, “şiirde teşhis, tecrit içindir” ve Asaf Halet Çelebi’nin poetikasını kaleme aldığı “Benim Gözümde Şiir Davası” yazısında “müşahhas malzemeyle mücerret bir âlem kurmak” tarifleriyle bağlantılı olarak düşünebiliriz. Teşhis, duyularla idrak edilen maddi bir dünyanın kavranılması (sanatta mimesis’e bağlı anlayış), tecrit ise dış dünyanın zihni bir karakter kazanması veya doğrudan doğruya zihni bir yaratıcılık olarak tanımlanabilir. Bu durumda şiirde geçen ayna, anlam ve lamba kelimeleri somut bir ifade olsa da soyuta doğru bir yönelişi sembolize eder. Şiirde bu unsurlar adım adım reel bağlamından sıyrılır.

 

 Ayna benliğin yansıması, anlam ona gerçeklik kazandıran unsur ve lamba ise bütün bunların bir arada yok oluşudur. Estetik değer açısından bakıldığında önce karşı karşıya olunan gerçek (reel) kaybedilir, anlamın kaybıyla ikinci bölüme geçilir burada kaybedilen gerçeğin bir muğlaklık haline dönüştüğü görülür. Lambanın kaybıyla artık her şeyin sona erdiği anlaşılır. Sıralama yaparsak: Gerçeklik, gerçeküstü ve mücerret bir âlem.

 

 Aşama aşama kaybedilen üç unsurun ardından şairin gerçek âlemden koparak gerçeküstü bir âleme ulaştığı sonucuna varabiliriz. Gerçeküstü âlemden kasıt şairin tasavvurundaki mutlak âlemdir.

 

 “Nilüfer” şiirinde ulaştığımız sonuçla bağlantılı olarak Borges’in “Ayna ve Maske” öyküsünü hatırlayabiliriz. Öyküde zafer kazanan kral ozandan zaferi anlatacak bir şiir yazmasını talep eder. Ozan şiiri okuduğunda kral ona ayna hediye eder. Ancak kişiliğinde bir sarsılma olmadığı için yeni bir şiir yazmasını talep eder. Ozan yeni şiiri okuyunca kral hayranlığını gizleyemez, ozana maske hediye eder ancak bunun daha da güzelini yazabileceğini söyleyerek ozana işaret verir. Ozan daha sonra başka bir şiirini okur kralın huzurunda. Ancak aradan geçen bir yıllık zaman içinde ozanın başkalaştığı görülür. Tek sözcükten oluşan şiirini okuduğu zaman ne kral ne de ozan onu tekrar etmeye cesaret edebilir. Ozanın bu defaki hediyesi hançerdir ve bu hançerle kendini öldürür, kral ise kayıplara karışır. Bu bakımından “Nilüfer” şiiriyle “Ayna ve Maske” arasında metinler arası bir ilişkinin sezildiği söylenebilir. Metinler arası ilişkiyi sağlayan etken, B. Necatigil ile Borges’in sanat ve estetik anlayışlarının yakınlığının sezilmesinde anahtar rolü oynar.

 

 Son olarak insanın doğayı bilme isteği giderek insanı bilime, doğayı değiştirme isteği ise sanata götürmüştür. Bu anlamda bütün sanat insanın denkleşmesini dile getirir. Hemen bütün sanatlarda dile gelen bu denkleşme, özellikle çağdaş soyut sanatta ve onun güzellik anlayışında en belirgin biçimde dışa vurulmaktadır. Bunun nedeni, soyut sanat ve güzellik teorisinde klasik süje-obje ilgisinin aşılmış olmasıdır.

 

 “Nilüfer” şiiri estetik değer açısından birçok ipucunu barındırır. Bunları yansıtma teorisi, güzel, reel-irreel dünya olarak sıraladık. Ayrıca şiirin dayanak noktası, anlamlı bir bütün oluşturabilmesi, anlatımı, oranı vb. gibi unsurlarla da şiir, estetik açıdan değerlendirmeye imkân sağlayacak eşsiz malzeme barındırır. Bunun biraz da çok sesli yapısına borçlu olduğunu söyleyebiliriz. Çok sesli şiir ve estetiği zengin birikimi ve göz alıcılığıyla okurunu yeniden birbirinden farklı çözümlemelere çağırıyor.  

 

KAYNAKÇA

 

Melchior-Bonet: Aynanın Tarihi, (Çev: İsmail Yerguz) Dost Kitabevi Yayınları 2007, Ankara

Necatigil Behçet: Şiirler, Yapı Kredi Yayınları 2012, İstanbul 5. Baskı

Necatigil Behçet: Yüz Soruda Mitologya, K Kitaplığı, 2002 İstanbul

Okay Orhan: Poetika Dersleri, Dergâh Yayınları, 2016 İstanbul 5. Baskı 

Tunalı İsmail: Estetik, Remzi Kitabevi, 2002 İstanbul

                   

                                            



[1] Behçet Necatigil, Şiirler, S: 209

[2] Behçet Necatigil, Yüz Soruda Mitologya, S: 57

[3] Melchior-Bonet, Aynanın Tarihi, S: 144

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme

Divan Edebiyatının Kökeni ve Gelişimi