20 y.y. Felsefesi

Varoluşçuluk ve Önemli Temsilcileri Varoluşçuluk, bireyin kendi varlığını ve anlamını yaratma sorumluluğunu vurgulayan bir felsefi akımdır. Varoluşçulara göre, insan varlığı, önceden belirlenmiş bir öz veya anlam taşımaz. İnsan, kendi seçimleri ve eylemleriyle anlam yaratır. Bu nedenle, varoluşçuluk, bireysel özgürlük ve sorumluluğu ön plana çıkarır. Önemli Temsilciler: Søren Kierkegaard: Varoluşçuluğun öncülerinden biri olarak kabul edilir. İnanç, kaygı ve bireysellik üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Friedrich Nietzsche: Güç iradesi, Üstinsan ve Tanrı'nın ölümü gibi kavramlarla varoluşçuluğa önemli katkılar sağlamıştır. Jean-Paul Sartre: Varoluşçuluğun en tanınmış temsilcilerinden biridir. "Varoluş özden önce gelir" sözüyle varoluşçuluğun temel tezini özetler. Simone de Beauvoir: Kadınların varoluşsal durumunu ve cinsiyetçiliği ele alarak varoluşçuluğa yeni bir boyut kazandırmıştır. Postmodernizm: Eleştir

MANİFESTOCU’NUN BÜYÜK MANİFESTOSU / Gülsen Akar


MANİFESTOCU’NUN BÜYÜK MANİFESTOSU

 

“Manifesto: Bir parti, grup ya da bireyin kamu politikası beyanı.”

 

  Bildiğiniz ve alışık olduğunuz tüm film tarzlarını unutun çünkü bu yazıya ancak öyle başlayabiliriz. Julian Rosefeldt özgün perspektifi ile toplumsal meseleleri fütürizm ve absürdizmle ele alan bir yönetmendir. İlk uzun metraj filmi olan “Manifesto”da bizlere bilindik bir bütünlüğü olan bir film sunmuyor. Çoklu video kompozisyonlarından oluşan filmini, odak metindeki ortak tema ile bütünlüğe ulaştırıyor. Bu ortaklığı sağlayan unsur ise Futurizm, Dadaizm, Dogma 95, Fluxus vb. tarihe damga vurmuş ve ses getirmiş sanat akımlarının haykırdığı manifestoları kendi sinematografisinde “manifestonun manifestosu” olarak sunuyor olması...

 

  13 ayrı kadrajda 13 ayrı persona olarak izlediğimiz Cate Blanchett ise bu manifestoya adeta bir “ruh” katıyor. Her bir karakterin bulunduğu mekana ait sahne dekorları ve yerleşimleri, kıyafet ve makyaj seçimleri, kamera açıları, çekim teknikleri... Hepsi sunulan manifestolara hizmet etmek için olabilecekleri en iyi halde sunuluyor. Cate Blanchett, manifestolara dair monologlarını okurken ses tonuna kattığı dalgalanma, jest ve mimikleri, konuşmaya kattığı duygu ve heyecan yüklü anlatısı ile filmi “sıkıcı” bir deneysel-sanat filmi olmaktan kurtarıyor. Monologlar halinde ilerleyen filmde Blanchett, kimi zaman kendisiyle konuşuyor, kimi zaman kuklacı oluyor, kimi zaman ise bir haber spikeri olarak göze çarpıyor.

 

 Tarihteki eril hegemonya merkezli manifestoları yıkıp bugün tekrar bu manifestoları inşa ediyor ve zamanın ruhuna göre bir manifesto sunuyor. İlk kısımda evsiz adam ve köpeği kadraja giriyor. Kapitalist sisteme ve burjuvazinin dayatmalarına isyan eden bu adam, sanatçının aynı zamanda bir “devrimci” rolünde olması gerektiğini vurguluyor. Sınıfsal ayrımı ve bunun doğurduğu öfkeyi bilinçli bir abartıyla oynuyor. Bu kısma dair sahnelerde havai fişek patlatan yaşlılar ve oyun oynayan çocuklar ise tüm bu çürümüş sistemin içinde “yaratıcı” ve “özgün” olanı işaret ederek bir tür isyan bayrağı çekiyor. Çünkü kapitalizm oyundan, kazançsız eğlenceden kısacası işlevi olmayan hiçbir şeyden haz etmez.


 

 Dövmeli ve punk karakterin olduğu kısımda ise nihilizmin baskınlığını görüyoruz. Kameraya büyük bir öfkeyle manifestosunu sunan kadın, her şeyin ve hiçbir şeyin anlamsızlığını, ahlaki olanın aslında “olmadığını” hem arka plandaki performanslarla hem de cümleleri ile anlatıyor. Açıkçası nihilizmi okumayı ne kadar sevsem de hep biraz ruh emici olduğunu düşünmüşümdür. Bu sahnelerde de ruhumun bedenimden çekildiğini, büyük bir umutsuzluğa itildiğimi hissetmedim değil. Ancak bana hissettirdiklerini bir kenara bırakırsak yaratılan persona söz konusu akıma dair mesajı, sunulan manifestoyu oldukça güçlendirmektedir.

 

Cenaze töreni kısmında ise bir Dada manifestosunu dinliyoruz. I. Dünya Savaşı döneminden sonra ortaya çıkan Dadaizm, savaş sonrası atmosferin umutsuzluğunu ve karamsarlığını taşıyor. Filmdeki en çarpıcı sahnelerden biri olan cenaze töreni sahnesindeki konuşmada görünmez korkulardan, mutluluğun veya hazların birilerine ve bir şeylere bağımlı olmasından bahseden manifesto, kendisini en iyi cümlesiyle noktalıyor: “Dada, hiçbir şeydir.” Konuşmasını adeta kusarcasına yapan Cate Blanchett, dönemin atmsoferinin uyandırdığı tiksintiyi estetik kaygıyla karşı karşıya getiriyor.

 

Son kısım olan okul sahnesinde ise aslında filmin neredeyse tamamına hakim olan Dogma 95 temasını görüyoruz. Çocuklara Dogma 95 manifestosunu anlatan öğretmen, her birinin ayrı ayrı bir kısa film çekmesini ve projeleri onun kurallarına göre yapmalarını istiyor. Arka planda beyaz tahtaya kocaman “Hiçbir şey orijinal değildir.” yazan öğretmen, önemli olanın özgünlük olduğunu vurguluyor. Yani istediği her şeyi çalabileceğini, hırsız olmaktan korkmaması gerektiğini ancak ruhuna dokunan şeyleri çalmasını böylece hırsızlığın özgün bir hal alacağını ekliyor. Gerçek olanı hakikati açığa çıkarmak için estetik kaygıları esas alarak ortaya çıkarılan özgün işin sanat olduğunu vurguluyor. Dogma 95’e göre sonuçta önemli olan nereden aldığın değil nereye götürdüğündür.

 

Tüm filmde ortak ve tekrarlayan bir patern olarak “şimdi”nin gücünü de hissedebiliyoruz. Geçmiş bitti, gelecek henüz ortada yok ve yaşanmayan deneyimden söz edilemez. Ancak ve ancak “şimdi” vardır. Filmde ortak bir paternden ve fikirden bahsedebilsek de aynı zamanda sunulan manifestoların bazılarının birbirini desteklediğini, bazılarının ise birbiriyle çelişebildiğini görüyoruz. Çelişmek derken bu, filme dair bir eleştiri veya noksanlık olarak algılanmamalı; yönetmen bize sahnenin ilk dakikalarında yaptığı konuşmasında “devamlı çelişki”den yana olduğunu açıkça söylüyor.

 

Eleştirisini yapan ve fikrini sunup çekilen her sahneden sonra yönetmen bizi bir sonuca götürmüyor aksine sahnelerin sonunu ucu açık bırakarak topu bize atıyor. Yani eylemlerimizin sorumluluğunu almamızı istiyor.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme