MANİFESTOCU’NUN BÜYÜK MANİFESTOSU / Gülsen Akar
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
MANİFESTOCU’NUN BÜYÜK MANİFESTOSU
“Manifesto: Bir parti, grup ya da bireyin
kamu politikası beyanı.”
Bildiğiniz ve alışık olduğunuz tüm film
tarzlarını unutun çünkü bu yazıya ancak öyle başlayabiliriz. Julian Rosefeldt
özgün perspektifi ile toplumsal meseleleri fütürizm ve absürdizmle ele alan bir
yönetmendir. İlk uzun metraj filmi olan “Manifesto”da bizlere bilindik bir
bütünlüğü olan bir film sunmuyor. Çoklu video kompozisyonlarından oluşan
filmini, odak metindeki ortak tema ile bütünlüğe ulaştırıyor. Bu ortaklığı
sağlayan unsur ise Futurizm, Dadaizm, Dogma 95, Fluxus vb. tarihe damga vurmuş
ve ses getirmiş sanat akımlarının haykırdığı manifestoları kendi
sinematografisinde “manifestonun manifestosu” olarak sunuyor olması...
13 ayrı kadrajda 13 ayrı persona olarak
izlediğimiz Cate Blanchett ise bu manifestoya adeta bir “ruh” katıyor. Her bir
karakterin bulunduğu mekana ait sahne dekorları ve yerleşimleri, kıyafet ve
makyaj seçimleri, kamera açıları, çekim teknikleri... Hepsi sunulan
manifestolara hizmet etmek için olabilecekleri en iyi halde sunuluyor. Cate
Blanchett, manifestolara dair monologlarını okurken ses tonuna kattığı
dalgalanma, jest ve mimikleri, konuşmaya kattığı duygu ve heyecan yüklü
anlatısı ile filmi “sıkıcı” bir deneysel-sanat filmi olmaktan kurtarıyor.
Monologlar halinde ilerleyen filmde Blanchett, kimi zaman kendisiyle konuşuyor,
kimi zaman kuklacı oluyor, kimi zaman ise bir haber spikeri olarak göze
çarpıyor.
Tarihteki eril
hegemonya merkezli manifestoları yıkıp bugün tekrar bu manifestoları inşa
ediyor ve zamanın ruhuna göre bir manifesto sunuyor. İlk kısımda evsiz adam ve
köpeği kadraja giriyor. Kapitalist sisteme ve burjuvazinin dayatmalarına isyan
eden bu adam, sanatçının aynı zamanda bir “devrimci” rolünde olması gerektiğini
vurguluyor. Sınıfsal ayrımı ve bunun doğurduğu öfkeyi bilinçli bir abartıyla oynuyor.
Bu kısma dair sahnelerde havai fişek patlatan yaşlılar ve oyun oynayan çocuklar
ise tüm bu çürümüş sistemin içinde “yaratıcı” ve “özgün” olanı işaret ederek
bir tür isyan bayrağı çekiyor. Çünkü kapitalizm oyundan, kazançsız eğlenceden
kısacası işlevi olmayan hiçbir şeyden haz etmez.
Dövmeli ve punk
karakterin olduğu kısımda ise nihilizmin baskınlığını görüyoruz. Kameraya büyük
bir öfkeyle manifestosunu sunan kadın, her şeyin ve hiçbir şeyin
anlamsızlığını, ahlaki olanın aslında “olmadığını” hem arka plandaki
performanslarla hem de cümleleri ile anlatıyor. Açıkçası nihilizmi okumayı ne
kadar sevsem de hep biraz ruh emici olduğunu düşünmüşümdür. Bu sahnelerde de
ruhumun bedenimden çekildiğini, büyük bir umutsuzluğa itildiğimi hissetmedim
değil. Ancak bana hissettirdiklerini bir kenara bırakırsak yaratılan persona
söz konusu akıma dair mesajı, sunulan manifestoyu oldukça güçlendirmektedir.
Cenaze töreni kısmında ise bir Dada manifestosunu dinliyoruz. I.
Dünya Savaşı döneminden sonra ortaya çıkan Dadaizm, savaş sonrası atmosferin
umutsuzluğunu ve karamsarlığını taşıyor. Filmdeki en çarpıcı sahnelerden biri
olan cenaze töreni sahnesindeki konuşmada görünmez korkulardan, mutluluğun veya
hazların birilerine ve bir şeylere bağımlı olmasından bahseden manifesto,
kendisini en iyi cümlesiyle noktalıyor: “Dada, hiçbir şeydir.” Konuşmasını
adeta kusarcasına yapan Cate Blanchett, dönemin atmsoferinin uyandırdığı
tiksintiyi estetik kaygıyla karşı karşıya getiriyor.
Son kısım
olan okul sahnesinde ise aslında filmin neredeyse tamamına hakim olan Dogma 95
temasını görüyoruz. Çocuklara Dogma 95 manifestosunu anlatan öğretmen, her
birinin ayrı ayrı bir kısa film çekmesini ve projeleri onun kurallarına göre
yapmalarını istiyor. Arka planda beyaz tahtaya kocaman “Hiçbir şey orijinal
değildir.” yazan öğretmen, önemli olanın özgünlük olduğunu vurguluyor. Yani
istediği her şeyi çalabileceğini, hırsız olmaktan korkmaması gerektiğini ancak
ruhuna dokunan şeyleri çalmasını böylece hırsızlığın özgün bir hal alacağını
ekliyor. Gerçek olanı hakikati açığa çıkarmak için estetik kaygıları esas
alarak ortaya çıkarılan özgün işin sanat olduğunu vurguluyor. Dogma 95’e göre
sonuçta önemli olan nereden aldığın değil nereye götürdüğündür.
Tüm filmde ortak ve tekrarlayan bir patern olarak “şimdi”nin
gücünü de hissedebiliyoruz. Geçmiş bitti, gelecek henüz ortada yok ve
yaşanmayan deneyimden söz edilemez. Ancak ve ancak “şimdi” vardır. Filmde ortak
bir paternden ve fikirden bahsedebilsek de aynı zamanda sunulan manifestoların
bazılarının birbirini desteklediğini, bazılarının ise birbiriyle
çelişebildiğini görüyoruz. Çelişmek derken bu, filme dair bir eleştiri veya
noksanlık olarak algılanmamalı; yönetmen bize sahnenin ilk dakikalarında yaptığı
konuşmasında “devamlı çelişki”den yana olduğunu açıkça söylüyor.
Eleştirisini yapan ve fikrini sunup çekilen her sahneden sonra
yönetmen bizi bir sonuca götürmüyor aksine sahnelerin sonunu ucu açık bırakarak
topu bize atıyor. Yani eylemlerimizin sorumluluğunu almamızı istiyor.
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder