20 y.y. Felsefesi

Varoluşçuluk ve Önemli Temsilcileri Varoluşçuluk, bireyin kendi varlığını ve anlamını yaratma sorumluluğunu vurgulayan bir felsefi akımdır. Varoluşçulara göre, insan varlığı, önceden belirlenmiş bir öz veya anlam taşımaz. İnsan, kendi seçimleri ve eylemleriyle anlam yaratır. Bu nedenle, varoluşçuluk, bireysel özgürlük ve sorumluluğu ön plana çıkarır. Önemli Temsilciler: Søren Kierkegaard: Varoluşçuluğun öncülerinden biri olarak kabul edilir. İnanç, kaygı ve bireysellik üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Friedrich Nietzsche: Güç iradesi, Üstinsan ve Tanrı'nın ölümü gibi kavramlarla varoluşçuluğa önemli katkılar sağlamıştır. Jean-Paul Sartre: Varoluşçuluğun en tanınmış temsilcilerinden biridir. "Varoluş özden önce gelir" sözüyle varoluşçuluğun temel tezini özetler. Simone de Beauvoir: Kadınların varoluşsal durumunu ve cinsiyetçiliği ele alarak varoluşçuluğa yeni bir boyut kazandırmıştır. Postmodernizm: Eleştir

SEMBOLİZMİN ARKA BAHÇESİ: MOTHER! / Gülsen Akar

 

 Filmin ilk gördüğüm afişinde Jennifer Lawrence, gözlerinin içindeki ışıltı ile elinde kalbini tutuyor ve bize doğru uzatıyor; bu sırada saçlarının ve yüzünün masumiyeti, arka plandaki soft çiçeklerin verdiği masumiyet imajıyla çelişkili bir mesaj veriyor. Açıkçası söz konusu afiş, filmden ne beklemem gerektiğini bilemediğim, belki absürt bir gerilim filmi izleyeceğimi belki de bağımlı bir anne-çocuk ilişkisi izleyeceğimi düşündürten bir mesaj taşıyordu. Ancak filmi izlemeye başladığınızda -sembolleri kabaca okuyabiliyorsanız- filmin ne anlatacağını az çok tahmin ediyorsunuz. Tabii bu anlatıyı Aronofsky’nin yaratıcı zekasından izlemek ayrı bir tat...




Filmin bütününde teolojik bir anlatıyı, bu bağlamda “insan”ın yıkıcı bir tür olmasına dair eleştirileri genellikle hatta neredeyse tamamıyla İncil referansıyla izliyoruz. Başrolde Javier Bardem’i isimsiz, yaratıcılık sancısı çeken bir yazar-şair olarak izlerken Jennifer Lawrence’ı “O”nun eşi ve evine bağlı bir “ilham perisi” Veronica olarak izliyoruz. Tabii bunlar suyun yüzeyinde kalanlar... İsimsiz ve ilham sancıları çeken yazarımız aslında Tanrı anlatısıyla yeni kitabını, öyküsünü anlatmaya dair yaratıcı rolünü; yazarın ilham perisi güzeller güzeli eşi ise evle olan empatik bağı, evin kalbini hissedebilmesi ve onu yaşatma gayretiyle Doğa Ana rolünü üstleniyor. Filmin ilk sekansında alevler içerisinde yanan bir kadın görüyoruz ancak bu Jennifer Lawrence’dan başka bir kadın... Filmin asıl kısmı ise Veronica’nın güneşin doğuşuyla birlikte gözlerini açması ve evinde uyanmasıyla başlıyor. Veronica, içinde yaşadıkları evle bir bütün gibi, onu hissederek hareket ediyor. Evi onarıyor, eve iyi bakmaya gayret ediyor. Ancak bu kısımlarda daha huzurlu sahneler izlemeyi beklerken aksine altta yatan bir huzursuzluk ve kaygıyla filmi izliyor; normalde evin bulunduğu yerdeki alabildiğine sonsuz ve yeşil bahçenin yani simgesel düzeyde yansıtılan Aden bahçesinin bana vermesi gereken huzura bir de bu kaygının eşlik ettiğini fark ediyorum.

Filmin ilerleyen dakikalarında kaygılarımızı haklı çıkaracak ve kaygımıza somut bir nesne bulmamızı sağlayacak olaylar silsilesi gelişiyor. Neredeyse hiçliğin ortasındaymış gibi sessiz ve sükunet içerisindeki bu eve davetsiz bir misafir, bir doktor uğruyor. “O” davetsiz misafiri eve seve seve kabul ederken Veronica daha temkinli ve tedbirli bir mesafede kalmayı


tercih ediyor. “O” misafire adeta eski bir tanıdığı gibi samimi, şefkatli ve sevgiyle alan açıyor çünkü aslında bu sahnede Tanrı’nın sonsuz şefkati ve kapsayıcılığı ile Adem’in yaratılışına tanıklık ediyoruz (İncil, Yaratılış: Tanrı insanı kendi suretinde yarattı, onu Tanrı’nın suretinde yarattı.). Doktor, “O”nun eserlerine bakarken kütüphanedeki kitapları onun yazdığına ne kadar şaşırdığını ve büyük hayranı olduğunu dile getiriyor: Tanrı ve kutsal kitaplarına referans... Bu misafirlik sırasında Veronica bir gece uyanıp yanında “O”yu bulamadığında evde onu ararken banyoda “O” ve doktorun özel bir anına tanıklık ediyor: “O” doktorun kaburgasının olduğu kısma pansuman yapıyor. Bu sahne bizi İncil’deki Havva’nın yaratılışı ile ilgili kısma götürüyor (İncil, Yaratılış 2: Adem ile Havva: RAB Tanrı Adem’e derin bir uyku verdi. Adem uyurken, RAB Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. Adem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Adem’e getirdi.). Ertesi gün herkes derin uykusundan uyandığında eve davetsiz bir misafir daha geliyor: doktorun eşi.

 




Veronica gittikçe huzursuzluğunun arttığını hissederken zaman zaman misafirlere karşı da bu gerilimini yansıtıyor ve özellikle ev konusundaki hassasiyetini gösteriyor ve ansızın bir gece, doktor ve eşi, girmenin kesinlikle yasak olduğu “O”nun odasına gizlice girip özellikle korunan kristali kırıyorlar. “O” ise bu olay karşısında daha fazla şefkatli ve affedici olamayıp oldukça sert bir tepki veriyor. Adem ile Havva, kendilerine yasaklanmış olan ağaçtan bir elma koparıyorlar ve Tanrı’nın gazabına uğruyorlar. Böylece Tanrı’nın onlara “iyiyle kötü” ağacından yeme emrini çiğniyor, artık kötünün ayırdına vardıkları cinselliğin hazzını tatmak isteyecekleri yeni bir bilince geçiyorlar. Yani artık onlar için sevap ve günah kavramları hayat buluyor. Artık “yasak” olanın tadına bakmış olan doktor ve eşi, o gece evde birlikte oluyorlar. Ertesi gün kapı çaldığında doktor ve eşinin iki oğlunu görüyoruz. Habil ile Kabil’in refere edildiği bu kardeşler, İncil’deki gibi bir sonla yani kardeşlerden birinin diğerini öldürmesiyle filmde yer alıyorlar. Veronica tüm bu olanlardan sonra daha fazla sessizliğini koruyamıyor, evin geldiği bu noktayı kabullenemiyor ve tabii evin çektiği acıyı kendi benliğinde hissediyor. Evde işlenen cinayetin ardından yerdeki kan lekesini çıkarmaya çalışsa da başaramıyor ve üstüne halı örtüyor. Ancak halının altındaki bu leke iyiden iyiye derinlere iniyor, derinlere indikçe evin kalbinin kanadığını ve yandığı hissediyoruz. Filmin bu dakikalarından itibaren kontrolün kaybedilişini, doğanın gittikçe artan öfkesini ve bir yıkım sürecinin başlamasını izliyoruz. İşte böylece dünya üzerindeki felaketlerin ilk bölümünü başlatıyoruz.

Cinayet ve ardından düzenlenen cenaze sebebiyle eve yabancı insanlar akın etmeye başlıyor ve işler çığırından çıkıyor. Veronica, bu noktadan sonra artık evi ve insanları kontrol

edemeyeceğini anladıkça savruldukları sona dair bir farkındalığa varıyor. Peki Doğa Ana, evine yapılan saygısızlıklardan ve bu işgalden rahatsızken Tanrı ne yapıyor? Tanrı insanların kendisine olan ilgisinden ve saygısından oldukça hoşnut bir şekilde tüm affediciliği ile insanlar ne yaparsa yapsın büyük bir hoşgörüyle onları izlemeye, kabul etmeye ve sonsuz merhametiyle kucaklamaya devam ediyor. Ancak bu sonsuz affediciliğine Aronofsky tarafından kibirli bir yön de eklenmiş vaziyette. Eve gelen her türden insan var; aslında dünyanın küçük bir versiyonunu bu evde izliyoruz. Ancak işler öyle bir noktaya geliyor ki Tanrı’nın affediciliği karşısında o kadar da affedici olmayan Veronica yani Doğa Ana, tüm bu saygısızlıklar, taşkınlıklar ve çirkinlikler karşısında sessiz kalamayıp insanları evinden kovuyor. Aslında bu kovulmaya sebep olan sahneler artık insanlığın çığrından çıktığı ve Tanrı’nın gazabıyla büyük fırtınaların insanlığı yok ettiği ancak sadece Nuh ve seçilmiş kafilesinin hayatta kalabildiği kısma referans veriyor.

 

 Filmin bundan sonraki kısmında “O” ve Veronica yalnız kalıyor. Aronofsky Tanrı’ya atfettiği kibri bu yüzleşme sahnelerinde daha da belirgin işliyor. Artık baş başa kalan Tanrı ve Doğa Ana sonunda birlikte oluyorlar, bu birliktelikten ise Doğa Ana hamile kalıyor. “O” arayıp da bulamadığı ilhamı bu bebek haberi sayesinde buluyor ve yeni bir kitap yazıyor. Kitabı insanlar tarafından beğeniliyor ve tüm kopyaları satılıyor. “O” ise bu ilgi karşısında oldukça tatmin olmuş ve gururlu bir şekilde haberi Veronica ile paylaşıyor. Aslında Tanrı’nın herkesin yazdıklarını anlayabilmesinden ancak farklı şekilde yorumlamalarından bahsederken sunduğu anlatının bu zamana dek gönderdiği kutsal kitapların okunup anlaşılması ancak bu kitaplardan sonra birbirinden farklı dinlerin ortaya çıkmasından bahsettiğini görüyoruz. İnsanlar kitabın çıkışından sonra yeniden Tanrı’nın evine akın etmeye ve ona olan hayranlıklarını göstermeye başlıyorlar. “O” gördüğü ilgiden ne kadar memnun olsa da Veronica, hem ev hem de artık bebeği için oldukça endişeli hale geliyor. Bu kalabalıkların yarattığı taşkınlıklara müsaade ettiği için “O” ya olan öfkesi ise bariz bir şekilde görülüyor. Yani, insanlar ne yaparsa yapsın, sadece “O”nun adına yapmaları ve ona tapınmaları sebebiyle mi Tanrı hepsini koşulsuzca affediyor? Yoksa her şeyin bir bedeli olacak mı?


Veronica, bebeğini dünyaya getiriyor ancak evin ikinci işgali ile beraber kontrol edilemez kalabalık, “O” dan bebeğini kendilerine vermesini istiyor. Veronica ne kadar dirense de “O” bebeği istediğinde ona güveniyor ancak “O”nun bebeğini kontrolsüz kalabalığa teslim etmesiyle bebek, parçalanıyor ve eti kalabalık arasında paylaşılıyor. Veronica ise bu kısımdan sonra artık gözünü karartıp evin yani dünyanın sonunu getirmek için “O” dan aldığı çakmakla içindeki her şeyle beraber evi de yakıyor. Veronica’ya bu kısımda bir Hz. Meryem atfı yapıldığını, doğan bebeğin ise Hz. İsa olduğunu ve sonunda çarmıha gerilip insanlar tarafından nasıl katledildiğini görüyoruz.

Aronofsky’nin anlatısındaki gibi Tanrı gerçekten de insanların sadece kendisine tapınmalarına, kendisine sundukları sevgiye önem verip geride kalan tüm vahşeti ve yıkıcılığı görmezden mi geliyor yoksa aslında Tanrı nezdinde de bunların bir bedeli var mı? Bu kısım, herkesin kendi perspektifinden yorumlayabildiği ve kendi inancını ilgilendiren bir kısım elbette... Aronofsky’nin seyirciye sunmak istediği ve bunu yaparken kullandığı sinematografik araçlar ile bu anlatısını kadim hikayeler üzerinden sembolizmle harmanlayarak sunması oldukça nitelikli bir eser üretmesi ile tadı damağımda kalan bir film oldu diyebilirim.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme