Kayıtlar

Nisan, 2023 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

CAN SIKINTISI ÜZERINE FELSEFI VE MODERN YAKLAŞIMLAR

 Can sıkıntısı, insanlık tarihi boyunca bireysel ve toplumsal bir mesele olarak tartışılmıştır. Bu duygu, yalnızca basit bir ruh hali değil, insanın varoluşsal sorularını ve anlam arayışını yansıtan derin bir olgudur. Tarihten modern zamana kadar uzanan bu kavram, felsefi analizlerle zenginleşmiş ve modern yaşamın etkileriyle dönüşüme uğramıştır. Makalenin Amacı   Bu makalede, can sıkıntısının tanımından başlayarak, felsefi yaklaşımlar, modern toplum üzerindeki etkileri ve çözüm önerileri detaylı bir şekilde ele alınacaktır. Can Sıkıntısının Tanımı ve Doğası Can Sıkıntısı Nedir? Can sıkıntısı, genellikle bir şey yapma isteksizliği, yaşamın monotonluğu ya da bir amaçsızlık hissi olarak tanımlanır. Bu duygu, bireyin içinde bulunduğu çevresel koşullardan kaynaklanabilir ya da içsel bir huzursuzluğun dışavurumu olabilir. - Seneca ve Antik Dönem: Antik Yunan ve Roma döneminde düşünürler, insanın günlük yaşamının rutinlerinden kaynaklanan monotonluğa dikkat çekmişlerdir. Özellikl

ZAMANSIZ ŞEHİR: İSTANBUL / BESTE ZORLU

Resim
      Her şehir başka bir hikayedir ama İstanbul başlı başına salt bir kara kutudur. Koskoca imparatorları başkent düşüncelerine sürükleyen, üzerinden atlıları, denizinden kalyonları geçirmiş bir kocakarı, İstanbul. Hepimiz istesek de istemesek de ya bir parçası olmuşuz ya da fısıltısıyla bizi sırılsıklam eden bu tepeye vurulmuşuz.     Tabii, bir vakitler o henüz bu kadar yaşlı bir kadın değilken, arsız bir kokona gibi, nice süsleri takmış takıştırmış boynuna. Sanmayınki yalnız şimdilerde onun kalbine kurulmuş kahvehaneler, restoranlar, meyhaneler olduğunu. Nicesi eskimiş, kimisi zamanın içinde kaybolup gitmiş, kimi kaderin sillesini yemiş mekanlara ev sahipliği yaparmış İstanbul.     Bir kısmı kitaplara, filmlere, dizilere konu olmuş da hikayesini anlatabilmiş. Ama bazıları varmış ki onlar doğuştan şanssızmış. Bazen usulca geçmişiz yanlarından da tanımamışız, bazen zaten hep burada deyip bozuk bir oyuncak gibi kenara fırlatmışız. İşte şimdi ben de bu sessiz tanıklara kul

PARADOKS İÇİNDE SIKIŞMIŞ TABLO

Resim
    Kitapdedektifiyiz.com ’da yayınlanan “ İkitablonun gücü !” başlıklı yazıyı okuyanlar “Kaplumbağa Terbiyecisi” tablosu için yazılmış aşağıdaki alıntıyı hatırlayacaktır:   “Osman Hamdi’nin İstibdat döneminde II. Abdülhamid ile çalıştığı bir sır değil. Hatta bazı çevreler tarafından Yıldız Sarayı'ndan hiç çıkmadığına dair eleştiriler alıyor. Yetmiyor, bu konuda yakın çevresine yazdığı mektuplarda alttan alta rahatsızlığını dile getiriyor. Ancak aynı Hamdi, Hürriyet devrimi gerçekleştikten hemen sonra özgürlüğe kavuştuğuna dair de yine yakın çevresine mektuplar yazıyor. Bir de üstüne başkarakterin Osman Hamdi olarak tasvir edilmesi eklenince “o tamburun şekli boşuna değil” diyesi geliyor insanın.”        Geçen hafta Pera Müzesinde gerçekleştirdiğim gezi bu düşünce üzerine tekrar düşünmeme yol açtı; tabloya alternatif bir yorum olamaz mı?      Bu satırlar, değişen düşünce ve birikimden ziyade, var olan bilgi birikiminize ek sağlamayı hedefliyor. Yazı, tabloya bir tersten oku

Umudu “Yaşamak” / Dilşa Tekin

Resim
    Yaşamak, Çinli yazar Yu Hua’nın Komünist devrim sonrası sosyal hayatı ele aldığı ve bunu yaparken insanların iç dünyasına da inerek sönmeyen umutlarını aktardığı romanıdır. Romanda ana karakterimiz, zengin bir ailede büyümüş ve bunun şımarıklığını üzerinde taşıyan Fugui’dir. Babasının varlığıyla hayatını geçiren, güzel bir kadınla evlenen Fugui, elindekilerini kaybetmek için adeta çaba sarf eden, karısını aldatan ve tüm varlığını kumarda kaybeden “kötü” olarak tanımlanabilecek biridir. Fakat kitap bize, hayatın ondan götürdükleriyle birlikte Fugui’nin nasıl bir değişim gösterdiğini anlatır.   Fugui, her şeyini kaybettikten sonra ailesiyle birlikte bir kulübede yaşamaya başlar. Bir zamanlar sahibi oldukları topraklarda işçi olarak çalışırlar. Bu durum babasının kahırdan ölmesine sebep olur. Yokluk, en başından kendisini hissettirmeye başlamış ve kaybettiği ikinci kişi ailesinin evine dönmek zorunda olan hamile karısı olmuştur. Aylarca annesi ve kızıyla işçilik yaparak hayatta ka

BİRİ OLMAK İÇİN BİRİNİ TANIMAK / Merve Sağışan

Resim
     Birini tanımak ve onlarla, toplumla ilişkilenmek için mi biri oluruz yoksa biri olmak için, toplum ve diğerleriyle ilişkilenmek ihtiyacı duyarız?              Birini tanımak, oldukça uzun iş aslen. Çünkü önce kendini, kendi biriliğini tanımak gerekiyor.Geçmişten biri bize tanıdık hissettirir, kimileri için güven sebebi dahi olabilir. Ama ne sen geçmişindeki birisin, ne de karşımızdaki eskiden tanımış olduğumuz insanlar. Hepimiz değiştik             -değişmeye devam ediyoruz da. Sadece bunun kabulü yok içimizde. Büyümenin sancılı tarafını yaşayanlar ile sancısız büyüyen insanlar arasındaki derin farklar, ayırır geçmişin biri'lerinden bizi.     Bu yüzden erken büyüyen, ve yaş aldığı halde hala büyümeyen insanlarla doludur çevremiz. Ki büyümek bile, başlı başına tartışılacak bir konu çünkü herkes için büyümenin sorumluluğu farklı.  Bu dostluklar, komşular, hatta akrabalar için de geçerlidir. Değişmeyen insanlar, genelde benden geçti diye düşünen artık günleri eskiten

Stefan Zweig'ın “Satranç” Eserinde Yazar ve Karakterin Psikolojik Bağlantıları / Rahşan Karabulut

Resim
    Stefan Zweig'ın Satranç adlı eserini savaşın etkisi altında yazdığı aşikardır. Bu sebepledir ki roman savaşın ve kendi yaşamının izlerini çokça taşımaktadır. Zweig, romanında bir karakter yaratarak kendini dışsallaştırır ve Dr.B adlı kahraman bu şekilde ortaya çıkmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sırasında ortaya çıkan zor koşullarla başa çıkmak isteyen yazar, kitap yazmak dışında bunu tam olarak başaramaz. Satranç'ın kahramanı Dr.B de Stefan Zweig gibi sürgüne gönderilir ve psikolojik gerilimi bu olayla başlar. Yazar da benzer şekilde Avusturya doğumlu bir Yahudi olduğu için sürgün edilmiştir. Hem yazar hem de başkahramanın Yahudi olmak, toplumdan dışlanmak, anlamsızlık duygusu gibi hemen hemen aynı zorlukları yaşaması, yazarın iç dünyasını bu karakter ile ifade ettiğini göstermektedir. Neredeyse aynı koşullarda yaşamalarına rağmen bazı benzerlik ve farklılıklara sahiptirler. Bu inceleme ile yazarın ve kahramanın psikolojisi psikanaliz bakış açısı ile ele alınmaktadır.

ANONİMLİK, İMZA VE ŞÖHRET BAĞLAMINDA ORTAÇAĞ’DAN GÜNÜMÜZE SANATÇI KARAKTERİ; ÜNLÜ OLARAK SANATÇI / Elif Renda

Resim
  Rönesansa doğru ortaya çıkan; sanatçının bireyselliğinin öne çıkması, sanatçı şöhretinin oluşmaya başlaması ile sanat anonimlikten uzaklaşmıştır ve sanatçı toplumda üst kademelere ulaşmıştır. Özellikle sanatın mimetik bir etkinlik olmaktan kopması sonucunda, zamanla Kant’ın teorisi ile güçlenen "Deha Sanatçı’’ kavramının öne çıkması ile birlikte sanatçı karakterinde bir değişim gerçekleşmiştir. 20. yüzyılda   popüler kültür ile birlikte oluşan -ünlü olarak sanatçı- karakteri sanatın içeriğine etki etmiştir.   Rönesans döneminde prestijli bir meslek haline gelen sanat, beraberinde imzanın da yaygınlaşmasını sağlamıştır.   Se mbolik anlamı dışında imza bir bireysellik anlamı da barındırır ve bu bireysellik anlamı K ant'la birlikte yani "Deha S anatçı " kavramı ile daha da güçlenmiştir. Bu deha sanatçı kavramı sanatçıya yarı-tanrı özellikleri bah şe tmiştir ve sanatçıyı daha seçkin bir insan grubuna yerleştirmiştir. Ancak bu " D eha S anatçı" kavram

Almanya / Ali Kurt

Resim
  3 Eki. 21   Ferahevler     Bir sabah kardeşim rüyasında görmüşçesine uykudan kalkar kalkmaz heyecanla: 'Lan abi, ara verip kaçmaç mı oynasak?' dedi. Bense yatakta uykuyla uyanıklık arasında dolanıp duruyordum.   -   Nerden geldi lan aklına?   -   Köyde oynardık ya, niye burada da oynamıyoruz diye düşündüm.   -   Ne zaman düşündün, daha şimdi uyanmadın mı?   -   Ya abi ne çok soru sordun, hadi kalk oynayak!   - Annem uyanınca sinirlenmez mi lan?   -   Bişe demez, bişe demez!     Ve fırladı. Zaten bir şey aklına düştü mü mutlaka yapardı. Sonuçlarını ise ancak her şey olup bittikten sonra düşünürdü. Ben de arkasından çıktım yataktan. Arka arkaya banyoya koşturduk, gülüşerek, itişerek aynı lavaboda yüzümüzü yıkadık. Abim, ablam, annem hala yatıyorlardı.     'Lan Eren, gel de bir şeyler yiyip öyle çıkalım!'. Koşturduk, mutfakta hızlıca iki tane sokum ekmek yaptık. Eren: 'Dur abi, öyle kuru kuru gitmez' dedi. Dolabı açtı, iç