CAN SIKINTISI ÜZERINE FELSEFI VE MODERN YAKLAŞIMLAR

 Can sıkıntısı, insanlık tarihi boyunca bireysel ve toplumsal bir mesele olarak tartışılmıştır. Bu duygu, yalnızca basit bir ruh hali değil, insanın varoluşsal sorularını ve anlam arayışını yansıtan derin bir olgudur. Tarihten modern zamana kadar uzanan bu kavram, felsefi analizlerle zenginleşmiş ve modern yaşamın etkileriyle dönüşüme uğramıştır. Makalenin Amacı   Bu makalede, can sıkıntısının tanımından başlayarak, felsefi yaklaşımlar, modern toplum üzerindeki etkileri ve çözüm önerileri detaylı bir şekilde ele alınacaktır. Can Sıkıntısının Tanımı ve Doğası Can Sıkıntısı Nedir? Can sıkıntısı, genellikle bir şey yapma isteksizliği, yaşamın monotonluğu ya da bir amaçsızlık hissi olarak tanımlanır. Bu duygu, bireyin içinde bulunduğu çevresel koşullardan kaynaklanabilir ya da içsel bir huzursuzluğun dışavurumu olabilir. - Seneca ve Antik Dönem: Antik Yunan ve Roma döneminde düşünürler, insanın günlük yaşamının rutinlerinden kaynaklanan monotonluğa dikkat çekmişlerdir....

BİRİ OLMAK İÇİN BİRİNİ TANIMAK / Merve Sağışan

 

   Birini tanımak ve onlarla, toplumla ilişkilenmek için mi biri oluruz yoksa biri olmak için, toplum ve diğerleriyle ilişkilenmek ihtiyacı duyarız?

 

      


 

 Birini tanımak, oldukça uzun iş aslen. Çünkü önce kendini, kendi biriliğini tanımak gerekiyor.Geçmişten biri bize tanıdık hissettirir, kimileri için güven sebebi dahi olabilir. Ama ne sen geçmişindeki birisin, ne de karşımızdaki eskiden tanımış olduğumuz insanlar. Hepimiz değiştik             -değişmeye devam ediyoruz da. Sadece bunun kabulü yok içimizde. Büyümenin sancılı tarafını yaşayanlar ile sancısız büyüyen insanlar arasındaki derin farklar, ayırır geçmişin biri'lerinden bizi.  

  Bu yüzden erken büyüyen, ve yaş aldığı halde hala büyümeyen insanlarla doludur çevremiz. Ki büyümek bile, başlı başına tartışılacak bir konu çünkü herkes için büyümenin sorumluluğu farklı.  Bu dostluklar, komşular, hatta akrabalar için de geçerlidir. Değişmeyen insanlar, genelde benden geçti diye düşünen artık günleri eskiten insanlardır. 

  Biri olmak bile, başlı başına bir iştir. Çünkü, çoğunluk kendini sorgulamadan yoksun bir felsefede büyür. Toplumun doğrularının kabulü, aslında bizi kendimiz olmaktan herkesin dışında biri olmaktan, özgün ve orjinal olmaktan alıkoyar.

 Kişi önce kendini tanımanın yolunu bulmalıdır, yoksa bütün tanımış olduğu insanlar bilinçaltına küçüklüğünden beridir çevre tarafından kodlanan bir filtre ile tanınır. Bu filtreden dolayı; iki farklı cephede davalarını sürdüren siyasetçi, iki farklı mezhebe inanan insanlar, iki farklı takımı tutan fanatik kişiler birbiriyle zıtlığa düşer. O anlaşmazlıkların bütünü budur. İyi, kötüyü kabul edemez. Kötü, iyiyi hazmedemez.

 Bütün yanlış tanımalar, bu filtreden dolayı meydana gelir. Aslında insanın geçmişe düşkünlüğü de buradan kaynaklanır. O filtreyi kimse dönüştürmek istemez. Sadece o filtre ile zaten vakit geçirebildiği insanlarla devam etmek ister. Toksik ilişkilerden de bu yüzden kopamaz. Kültürel yozlaşma ve modernliğin batı toplumu tarafından yanlış absorbe edilmesi, bu zıtlığı daha da derinleştirir.

 Bütün bunlar nasıl aşılır nasıl dönüşür ki doğrusuna?

 Önce toplum değişmeli demek, neye yarar?

 Dünkü ben, bugünkü benden oldukça farklı. Çünkü her gün heybeme bilmediğim bir şeyi koyuyorum. Öğreniyorum. Öğrenci olmak; hayatın içinde insanları tanımanın da öğrencisi olmak, kendi cehaletini kabul etmekle başlar.

 Her konunun piri olamayız, mükemmel kariyerimizin olup olmayacağı bile bazı çevresel koşullar ile şekillenir : ekonomi ve aile gibi. Yine evlenip mutlu olacağımızı, ya da mutsuz olacağımızı da bilemeyiz. Hayatımızın aşkı bizi yarın da bulabilir, hiç bir zaman da. Bu bilinmezliği açmaya çalışmak, insanı sadece atıl kılar. Bilinmezliklerin içinde kendimizi tanımak önceliğimiz olmalı. Çünkü her ruhun yolu bir değil. Kiminin seksen yılda aşamadığı bir yolu, başkası bir yılda bile aşabilir.

 Birini tanımak; işte bütün bu kendi  içimizdeki dolambaçlı yolu arşınlamaktan sonra başlayabildiğinden, aslında kimsenin kendini dahi tam olarak tanımadığından dolayı gerçekleşmesi olanaksız bir paradoksa benzer.

 Nilgün Marmara bile şiirinde, eşi yine kendisi gibi şair olan Kaan İnce için şu dizeleri yazmıştır :

 “En yakın yabancı sendin, daha sürülmemişken ışığın biberi yaramıza, yaslanırken boşlukta duran bir merdiveni henüz. 

Güzdü sonsuz bir çöle takılan bakışımız, ilk yaz derken -kışı gözden kaçıran yüzlerce eller yukarı, sayı duruşlarımız en güçsüz kollarla-

Çözüldü aşkın zarif ilmeği, bulandı aynalar duruluğu. 

Çok gizli bir doğru gecenin toyluğunda, bilmedik çekenin yanlış bir uzaklık olduğunu... 

Yabancıların en yakınıydın sen!”

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme

Divan Edebiyatının Kökeni ve Gelişimi