20 y.y. Felsefesi

Varoluşçuluk ve Önemli Temsilcileri Varoluşçuluk, bireyin kendi varlığını ve anlamını yaratma sorumluluğunu vurgulayan bir felsefi akımdır. Varoluşçulara göre, insan varlığı, önceden belirlenmiş bir öz veya anlam taşımaz. İnsan, kendi seçimleri ve eylemleriyle anlam yaratır. Bu nedenle, varoluşçuluk, bireysel özgürlük ve sorumluluğu ön plana çıkarır. Önemli Temsilciler: Søren Kierkegaard: Varoluşçuluğun öncülerinden biri olarak kabul edilir. İnanç, kaygı ve bireysellik üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Friedrich Nietzsche: Güç iradesi, Üstinsan ve Tanrı'nın ölümü gibi kavramlarla varoluşçuluğa önemli katkılar sağlamıştır. Jean-Paul Sartre: Varoluşçuluğun en tanınmış temsilcilerinden biridir. "Varoluş özden önce gelir" sözüyle varoluşçuluğun temel tezini özetler. Simone de Beauvoir: Kadınların varoluşsal durumunu ve cinsiyetçiliği ele alarak varoluşçuluğa yeni bir boyut kazandırmıştır. Postmodernizm: Eleştir

Almanya / Ali Kurt

 



3 Eki. 21

 

Ferahevler

 

 Bir sabah kardeşim rüyasında görmüşçesine uykudan kalkar kalkmaz heyecanla: 'Lan abi, ara verip kaçmaç mı oynasak?' dedi. Bense yatakta uykuyla uyanıklık arasında dolanıp duruyordum.

 

-  Nerden geldi lan aklına?

 

-  Köyde oynardık ya, niye burada da oynamıyoruz diye düşündüm.

 

-  Ne zaman düşündün, daha şimdi uyanmadın mı?

 

-  Ya abi ne çok soru sordun, hadi kalk oynayak!

 

-Annem uyanınca sinirlenmez mi lan?

 

-  Bişe demez, bişe demez!

 

 Ve fırladı. Zaten bir şey aklına düştü mü mutlaka yapardı. Sonuçlarını ise ancak her şey olup bittikten sonra düşünürdü. Ben de arkasından çıktım yataktan. Arka arkaya banyoya koşturduk, gülüşerek, itişerek aynı lavaboda yüzümüzü yıkadık. Abim, ablam, annem hala yatıyorlardı.

 

 'Lan Eren, gel de bir şeyler yiyip öyle çıkalım!'. Koşturduk, mutfakta hızlıca iki tane sokum ekmek yaptık. Eren: 'Dur abi, öyle kuru kuru gitmez' dedi. Dolabı açtı, içine kafasını soktu, sonra tüm belden yukarısı dolabın içinde kayboldu. Hışırtılar, poşet ve benzeri seslerin içinden zaferle bir içecek kurtarmış, sırıtarak doğruldu: 'Biliyordum buraya sakladığını'. Ablam değerli nesi olsa evde bir yerde mutlaka saklardı. Ablamın sakladığınıysa ablamdan başka bir tek Eren bulurdu. Zafer içeceklerimizi büyük bardaklara koyduk, kıkırdayarak kahvaltımızı yaptık. Ablamın içeceğini gene gerisin geri dolaba koyacaktık ki Eren'i durdurdum: 'Oğlum, yarısını içtik, anlar öyle. Ver sen!' Elinden kaptığım meyve suyu kutusunun kapağını açtım, çeşmeden ağzına kadar dolum yaptım. Geri Eren'e verdim. Önce kıkırdamaya başladık, sonra dayanamadık, karnımızı, kasıklarımızı tutarak kahkahalar attık. Kah birbirimizi dürterek, kah yerlere kadar eğilerek iyice güldükten sonra gözlerimizin yaşını sildik. İçeceği geri yerine bıraktık. Artık suçta Eren'le ortaktık. Bir an göz göze geldik, aynı anda: 'Hadi!'.

 

 Bir solukta sokaktaydık. Eren zaten nasıl yapar, ne eder çocukların hepsini başına toplardı. Sokağa inince bir iki ıslık çaldı. Hoplaya zıplaya şarkı söylerek yürüdü. Ben hep bir iki adım arkasından gidiyordum. Bizim sokağın köşesini dönünce ekmeğe giden Fatih'i gördü: 'Şş, Fatih, gel lan ara verip kaçmaç oynuyoz.'

 

-Bismillah lan, sabah sabah, ekmeğe gidiyorum oğlum, annem öldürür. O nasıl bir oyun ki? Adı ney dedin?

 

-Ara verip kaçmaç, çok basit lan, bizim köyün oyunu. İkiye ayrılıyon, ara veriyon, kaçanlar var, kovalayanlar var. Kaçışma başlamadan önce öndekiler bağırıyor, 'Hazırlanın, haydi!'. Sonra arkadakiler kovalıyor, ama tabi ara veriyon ya, öndekiler hızla koşup çalı, ekin ne bulsa saklanıyor, arkadakiler de onları bulmaya çalışıyor. Oynayak mı?

 

-  Ne ekini, çalısı oğlum burası köy mü?

 

 Fatih tereddüt etti, elinde ekmek parası, kolunda poşet, ekmek almaya gidiyordu. Ben girdim araya: 'Erkek oyunu oğlum, sen oynayaman, sen ekmeğine git!'. Hemen alındı, olduğu yerde dikleşti, 'Tamam lan, oynayak, korkanın anasını...'

 

 Sonra sıradan kim geldiyse topladık, nasıl olduğunu anlamadan yarım saat içinde tüm çocuk milleti sokaktaydık. İki gruba ayrıldık, Eren'le ben oyunu bildiğimiz için grup liderleri olduk. Adım atarak birbirimize yanaştık ve gruba 'adamlarımızı' aldık. Sonra ben yaşça büyük olduğum için kuralları açıkladım.

 

-Arkadaşlar, önce kura çekilecek. Hangisi kaçan, hangisi kovalayan karar verilecek. Sonra, kaçanlar önde dizilecek, 'Hazırlanın!' diye bağıracak. Arkadakiler bekleyecek, 'Haydi!' denilince ise iki grup koşmaya başlayacak. Evlere saklanmak yok, onun dışında her yer olur. Karşı mahalleye kadar gitmek de yok, bu mahallede oynanacak. Eğer kovalayanlar kaçanları bulamazsa başladığı yere gelip buradan üç kez ses isteyebilir. Saklananlar ses vermek zorundadır, ses vermezse yenilmiş sayılır. Ses verip de hala bulamıyorsa kovalayanlar pes edebilir. Pes etmek için hepsi hep yandan 'Gullüp' diye bağırır. Anlaşıldı mı?

 

-  Ne diye bağırılır?

 

-  Gullüp, siz bilmezsiniz, benle Eren var oyunda, anlatırız gene. Tamam mı?

 

Hepsi hep yandan:

 

- Tamam! dediler.

 

 Gruplara ayrıldık, kuraya Fatih'in ekmek almak için cebinde tuttuğu bozukluktan birini kullandık. Benim grup kovalayan oldu, Eren'in grubu ise kaçan. Zaten Eren her zaman kurada, oyunda daha şanslı olurdu, ben de buna alışkındım. Aramızı verdik, önden bir ses: 'Hazırlanın!'. Öne doğru eğildim, ilk hareketi alacak bacağımı bir adım önde doğru açtım, yere bakarak, kulağım gelecek emir sesinde, hazırlandım. Benim grup da oyunu bilmediğinden ben ne yapsam aynısını yaptı. Yere baktığım için Eren'i görmesem de muzur hareketler yaptığını biliyordum, fısır fısır taktik vermeler, kıkırdamalar, olduğu yerde duramayıp zıplamalar. Bekledikçe bekliyordu, tane tane tüm ekibine nereye saklanması gerektiğini anlatıyordu, biliyordum. Dayanamadım, kafamı kaldırdım, benimle göz göze geldi, muzurca gülümsedi; çukur gamzeleri, kırık ön dişi, kıvırcık saçları ve kapkara teniyle birden gözleri parladı: 'Haydi!'

 

 Ve koşturmaca başladı. Bağırışlar, küfürler, ıslıklar ve laf atmalarla zorlu bir koşu... Eren, grup lideri, bir anda köşeyi dönüp kaybolmuştu, biliyordum bunu yapacağını, zira yel gibi koşardı. Ben de nefes almadan koşuyordum, kaçanların çürüklerini hemen bastırdım: 'Fatih, Emre, Ömer, Nesim, Ali çık!' hışımla köşeyi döndüm, orta hızla kaçanlara ikinci bir çabayla ulaştım: 'Ferit, çık!' az daha gayret: 'Hakan, çık!'. Kime çık diye bağırsam, mızmızlanarak kenara çekiliyordu. Gel gör ki Eren'i ve diğer hızlı koşan birkaç kişiyi yakalayamamıştım. Yoruldum, arkamdan gelen bizimkilere bağırdım: 'Nesibe ablagile doğru kaçtılar, koşun!'. Ben kenarda soluklanmak için durdum, elimi duvara koyup iki büklüm kaldım. Bizim ekipten birkaç kişiyi taktik yaparak ters yöne koşturmuştum. Onlar doğrudan benim arkamdan gelmeyecek, arka sokaktan Eren'in kaçmayı planladığını sandığım diğer sokaklara çıkacaklardı. Öyle de yaptılar. Ben de soluklandıktan sonra ekibi toplayıp hasılata bakmak istedim.

 

 Tahmin ettiğim gibi olmuştu; verdiğim taktik işe yaramış, Eren'in has kaçıcıları da beş dakika içinde yakalanmıştı. Başladığımız noktaya döndük, hasılatı saydık. Eren'den başka herkes yakalanmıştı. Şimdi başımız belada diye düşündüm. Oyunun taktiklerini iyi bildiği için Eren'i yakalamak çok zor olacaktı. Bütün ekibi topladım, birinci ses isteme hakkımızı kullanmaya karar verdim. Benim gruptan bazıları biz ses isterken mahallede başka yerlerde durmak istedi ama

uyardım, bu hile olurdu. Eren onların yakınında olursa sesin yerini hemen anlarlar ve gidip yakalarlardı. Bu, ara verip kaçmaçta kural dışıydı. Onlara bunu izah ettikten sonra ses istedim: 'Ereeeeeen! Bir seeeeeeeeeeees!'. Eren'den önce ses çıkmadı, her şeyin kuralına göre oynandığından emin olmak istiyordu sanki, tekrar ettim: 'Ereeeeeen! Bir seeeeeeeeeeees!'. Ve yine ses yok. Eren'in grubundaki yakalananlar muzur muzur gülüyor, bizimle dalga geçiyordu, liderlerini yakalamamıza imkan yoktu. Üçüncüde mutlaka ses vereceği düşüncesiyle yineledim: 'Ereeeeeen! Bir seeeeeeeeeeees!'. Ve sesime cevap geldi: 'Ben burdayıııııııııııııııııııım!' Bir anlık sessizlikten sonra benim ekibe bağırdım, 'Koşun!'. Ekip bir anda dağıldı ama ben biliyordum ki Eren bizim köyün taktiğini uygulamıştı. Ses verirken ellerini ağzının tek tarafına siper edip olduğu yerde dönerek bağırmıştı. Böylece ses dört bir yana dağılmış, tam olarak nerede olduğu anlaşılamamıştı. Bu yüzden Eren'i arama zahmetine bile girmedim, ekibi gönderdim ve bekledim. Biraz sonra tahmin ettiğim gibi başarısızlıkla döndüler. Bozulan motivasyonlarını tamir ettim: 'Merak etmeyin, nasıl olsa yakalanır. Şimdi tekrar ses isteyelim. Bu sefer iyi dinleyin çünkü adam, yerinde dönerek ses veriyor, nereden geldiği tam anlaşılmıyor.'. Barış öne çıkarak yine ahlaksızlık teklifinde bulundu, ara sokaklarda çaktırmadan saklanıp sesi tespit etmek istedi ama izin vermedim. Eren'i cengaverce yakalayacaktım.

 Tekrar tüm ekibi topladım, kaçan ekip de yanı başımızda çaresizliğimizle dalga geçer dururken ben yine ses istedim: Bir seeeeeeeeeeees!'. Çok fazla beklemeden ikinciye ünlüyordum ki benim sesim Eren'in sesine karıştı: 'Ben burdayıııııııııııııııııııım!'. Yine beni yanıltmıştı! Taktik yapmış, ben ikinciye bağırdığım anda bağırmış, olasılıkla yine yerinde dönerek bunu yapmıştı ve kural olarak ses vermiş olmuştu. Biz yine kulak kesildik, birkaç tahminle farklı birkaç yere dağıldık, aramalara başladık. Ben sinirlenmiştim artık, 'Allah kahretsin, nereye gitti bu çocuk?'. 'Aramadık köşe kalmayıncaya kadar arayın!' talimatını verdim ve ben de sağlam bir iki çocuğu yanıma alarak mahalleyi taradım. Ama yine yarım saat kadar sonra çaresizlikle başladığımız yere döndük. Ekibin tamamı ümitsizlikle bana bakıyor, söyleyeceklerimi bekliyordu. Bir ikisi bitirelim diyecek oldu, g... diyelim, adı neydi onun? 'Gullüp' dedim. 'Ama bilmediğiniz bir şey var çocuklar. Gullüp diyince oyunu biz kaybediyoruz; saklanan kişi çıkıyor ve onların takımı yine kaçan taraf oluyor.' Bunu duyunca bizim ekip yıkıldı, Eren'in ekibi ise bayram sevincine boğuldu. Liderleri için tezahürat etmeye başladılar: 'Hadi lan Eren, görelim seni, hadi, Allah'ına kurban!'. Bizim ekibin ise maneviyeti kırılmıştı artık, onlara çare olarak son kez ses isteyeceğimizi ve bu sefer de bulamazsak oyunu bitirmek için gullüp diyebileceğimizi belirttim. Hemen şevke geldiler: 'Buluruz evellallah!'. 'Tamam öyleyse!' dedim. Ekibi dağıtarak bazılarının sağ tarafı, bazılarının arka tarafı, bazılarının da kalan yönleri dinlemesi emrini verdim. Herkes kendi tarafından sorumluydu. Hazır olduğumuzda yine ses istedim: 'Ereeeeeen! Bir seeeeeeeeeeees!'. Acele etmedim, iyice kulak kesildik. Sonra tekrar: 'Ereeeeeen! Bir seeeeeeeeeeees!', ölümüne bir sessizlik, uzun bir bekleme ve ses gelmeyince bu sefer artık son kez olmak üzere: 'Ereeeeeen! Bir seeeeeeeeeeees!!!' diye çağırdım.

 

- Ben burdayım!

 

 Hepimiz şok olmuştuk, ses bu kez epey yakından gelmişti. Ben daha bir şey demeden bütün ekip dağıldı, herkes sesin geldiğini sandığı yöne doğru atıldı. Bense önce bir tereddüt ettim, artık hata yapma hakkımız kalmamıştı. Bekledim, bir tahminde bulundum. Sesi belli bir yandan vermiş olduğunu ama ses verir vermez tersine koşmuş olabileceğini düşündüm. Diğer türlüsü olursa çocuklar yakalardı zaten. Ben önce sağa, oradan karşımızda duran sokaklara doğru yalnız başıma bir koşuya başladım. Nefesimi tutmuş öyle bir hızla gidiyordum ki, hızımdan karşımdaki hava

yüzüme doğru rüzgar oluyor, yalayıp geçiyordu. Koşarken bir yandan da kesişen sokaklardan geçerken hızlı bir baş hareketiyle sağa sola ani birer bakış atıyor, tekrar hızlanarak ileriye koşuyordum. Sokak aralarında bir ses işitir gibi oldum, heyecanlandım, bu sefer yaklaşmış olmalıydım. Hafiften yavaşlayarak topuklarıma bastım ve ayakkabılarımı bulunduğum yerde elimi vurmadan çıkarıp attım. Artık daha sessizce koşabilecektim. Kafamı jokey gibi ileri attım ve sokaklardan yılan gibi kayarcasına koşmaya başladım. Sağ sokaktan bir ses işittim, tamam, işte O'ydu kesin! Hiç tereddüt etmeden sağ sokağa saptım ve ben girer girmez benim gelişimi takip eden hasmımı görür gibi oldum. Eren, sokağın caddeye çıkan ucuna yakın bir yerde bir ağaçla direği kendine siper etmiş, belki koşmaktan kesilmiş ve benim takip ettiğimi fark etmiş olacak, saklanıp beni gözlemlemek istemişti; O'ydu, O olmalıydı kesin. Bir yandan tekrar o yöne atılırken bir yandan da zarflamak için 'Eren çık, gördüm seni!' diye bağırdım. Oysa tam anlamıyla görememiş, sadece o olacağını tahmin etmiştim. Zarfımı yemedi, duvarın üstünden maymun gibi beceriklilikle birinin geçtiğini gördüm, evlerin avluları arasındaki boşluklarda, bir sokaktan diğerine geçilen o efsanevi dar alanlarda süzülüp gidiyordu; ve ben adım gibi biliyordum ki O Eren'di. O'nun girdiği o dar aralardan geçemeyeceğimi bildiğim için tekrar geri döndüm, yan sokağa geldiğim yandan girecektim. Ne de olsa caddeye kadar çıkamazdı, çıkarsa mahelleyi çıkmış sayılır ve oyunu kaybederdi. Kararlıydım, bu sefer kaçamazdı!

 

 Hızlıca geldiğim yönden paralel sokağa çıktım, sokak başında durdum, uçtan uca iyice baktım ama göremedim. Yılmadım. Artık bundan sonrası koşma kabiliyeti değil stratejik savaşa dönüşmüştü. Sokağın caddeye çıkan ucuna doğru yavaş adımlarla, bir yandan da soluklanarak ve kulağım kirişte yürüdüm. Yürürken sokağın saklanılabilecek her yerine baktım, arabaların altına bile eğildim ve bu şekilde caddeye vardım ama yoktu. Hayal kırıklığına uğradım, herhalde benim bu sokağa kadar onu takip etmiş olabileceğimi tahmin etmiş, ben geri dönerek buraya girerken, kendi, girdiği aradan tekrar ilk karşılaştığımız sokağa çıkmış ve sonrasında da mahallenin uçsuz bucaksız taraflarında kaybolmuştu. Artık umudum kalmadı. Gerisin geri yürüyerek ayakkabılarımı aldım ve oyunun başlangıç noktasına ulaştım. Ayağımdaki çoraplar pislenmişti. Hala soluğum kesiliyordu. Beni çaresiz bir şekilde gören Eren'in ekibi sevinçten havalara uçtu. Bizim ekip ise aramasını tamamlamış, onlar da aradığını bulamamıştı. Beni görünce onlar da oyunu kaybettiğimizi anladı. Yüzüm yere eğik, kırık bir sesle, 'Gullüp diyelim mi çocuklar?' diye sordum. Hafif bir mırıldanma oldu, başka da ses çıkmadı. Olan olmuştu, oyunu kaybetmiştik. Sonra döndüm, 'Siz söyleyin' dedim ve eve doğru yürüdüm. İçime sebebibi bilmediğim bir sıkıntı dolmuştu ve 'Gullüp' bile diyememiştim.

 

 Ayakkabılarım halen elimde yalınayak yürüdüğüm halde evin önüne vardığımda bizim evin önünde bir kalabalık gördüm. Yaklaşınca bunun sebebinin Almanya'dan gelen amcam olduğunu anladım. Büyük amcam babamı kaybettiğimizden bu yana ilk olarak geliyordu Almanya'dan. Sanki kötü bir şey olacakmış gibi içim burkuldu; ellerimde ayakkabılar, ayaklarım toz toprak içinde, el gibi kendi evimin avlusuna bakakaldım. Varıp bir merhaba bile diyemedim. Sonra Eren'i gördüm. Eren eve gelmiş, amcamın dizine oturmuş, yüzünde kocaman bir gülümseme, sağa sola bakıyordu. Bu, sanki bir kavuşma anı değildi de bir topluluk resmiydi ve herkesin yüzüne bir ifade oturmuştu. Abim kayıtsız, ablam ise amcamın valizine bakarak merakta, ikisi de ayakta dikiliyordu. Annemin yüzünde bir acı gülümseme vardı, dudaklarını ısırıyordu ve mahalleden insanlar, komşular, merhabalaşmalar, hoş geldinler ve uğultu içinde bir kalabalık...

 

 Herkesin içinde beni yine Eren gördü. Amcamın kucağından hopladığı gibi yanıma geldi:

 

- Abi, Hasan amcam geldi, bak!

-  İyi ya! Gördük işte!

-  Beni Almanya'ya götürecekmiş. Bak, hepimize hediyeler getirmiş!

 

 Donup kalmıştım. Sahi, ne zamandır konuşuluyordu evin içinde, Eren'i Almanya'ya götürecek diye. Ama hiçbir zaman gerçek olacağına inanmamıştık. 'Ne belliymiş götüreceği?' diye belli bellisiz söylenerek girdim içeri, Eren de arkamdan. Beni görünce Hasan amcam konuşmasını yarıda kesti, 'Oo, Halil Bey, bir merhaba yok mu?'. 'Merhaba' dedim, gittim elini öptüm. Sonra yine bir uğultu koptu, mahalleden sesler ve ben hiçbir şey anlamadım. Bir tek annemin yüzünün güzelliğini hatırlıyorum: Hüzün, yüzüne duru bir ifade katmıştı, saçları öylecene dağınık, belinde siyah-beyaz bir etek, hala diri kadınsı hatları ve annemin suratı sapsarı.

 

 Sonra ne oldu, ne olmadı anlamadık. Amcamın gelişinden, Eren'i de alarak gittiği üç gün içinde kendi evimizde yabancı gibi kalmıştık. Bir tek amcam evin sahibiydi sanki; bir de Eren yüzünde kocaman bir gülümseme, çukur gamzeleri, esmer teni ve eksik dişiyle kalbindeki hislerin tüm kıvrımlarını yansıtıyordu sanki: Sevinçliydi. Ve sonra gitti. Anlaşmıştık halbuki, mahalleyi çıkmak yoktu. Eren oyunu bozdu, mahalleyi ilk çıkan oldu. Ben de bir daha ara verip kaçmaç oynamadım. Madem oyunumuz bozuldu. Ben de okula, derslerime ve daha sonraları da işe güce verdim kendimi. Ne de olsa aynı yatağa sokulduğum, sabah akşam kıkır kıkır gülüştüğüm, kavgamın ortağını, ruhumun diğer yarısını kaybetmiştim. O'nun gidişi babamın ölümünden bile ağır gelmişti belki bana.

 

 Yıllar içerisinde alıştım. Eren de yılda en az bir defa gelmeyi ihmal etmedi hiçbir zaman. Her gelişi bizim evde bir bayram oldu. Bir geldiğinde iki olmuştu, müstakbel eşini de getirdi. Alman bir kızdı, hanımefendi birisi, Eren'i de çok sevmişti. Bir gelişinde üç oldular, sonra dört... Eren her daim benden önde olmalıydı çünkü. O, oyunda gözleri parlayarak hızla kaçan, benim giremediğim kıvrımlardan su gibi akan olmalıydı. Bense onu kovalayan ama yakalayamayan, her daim onun ardından bakan...

 

 Eren’in mezarı başında donup kaldığımda aklımdan bunlar geçti işte, hem de hepsi birden, boşanmış sel gibi zihnime hücum ederekten. Ne vardı sanki? Oyunu bu kadar uzatmaya gerek var mıydı? Yenilmiştim, anladık. Söylemem mi gerekirdi, ne olmuştu söyleyemediysem? Bir ‘Gullüp’ desem Eren belki de kalacaktı, bir ‘Gullüp’ desem belki de hiç mahalleden çıkmayacaktı. Onun bu gidişine kızdım, ayağımın ucuyla toprağına vurdum: ‘Sen bozdun oyunu! Konuşmuştuk halbuki, çıkmak yoktu mahalleden. Önce mahalleden çıktın, sonra...’ Gözlerim doldu, sinirlerim boşaldı, benim sırdaşım artık toprak mı olmuştu? Elimde olmadan dizim üstü düştüm taze mezarın dibine. Bir garip türkü tutturdum, söyledim, söyledim de ağladım. Kızdım, kahırlandım, üzüldüm ve çaresiz kaldım. ‘Sana yakışmadı be kardaş, yakışmadı! Daha bitirilecek bir oyunumuz vardı. Sen kaçacaktın ve ben hep seni arayacaktım. Tamam olsun, çık öyleyse. Bu sefer ‘Gullüp’ olsun. Oldu mu kardaş, gullüp!’

 

 ‘Amca, gullüp ne demek?’. Üzüntüden ne yaptığımı bilmez bir halde sızlanırken yanıbaşımda işittiğim bu sesle ürperdim. Eren’in kendi gibi esmer güzeli küçük oğlu, o ağır kalabalığın içinden güvercin adımlarla çıkmış ve olan biteni anlamamış bir merakla soruvermişti. Donakaldım, eğildim, saçlarını kokladım ve sonra sarılıp bağrıma bastım:

 

-‘Gitme, kal!’ demek güzel yavrum, ‘Gitme, kal!’ demek!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme