Almanya / Ali Kurt
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Ferahevler
Bir sabah kardeşim
rüyasında görmüşçesine uykudan kalkar kalkmaz heyecanla: 'Lan abi, ara verip
kaçmaç mı oynasak?' dedi. Bense yatakta uykuyla uyanıklık arasında dolanıp
duruyordum.
- Nerden geldi lan aklına?
- Köyde oynardık ya, niye burada da
oynamıyoruz diye düşündüm.
- Ne zaman düşündün, daha şimdi uyanmadın
mı?
- Ya abi ne çok soru sordun, hadi kalk
oynayak!
-Annem uyanınca sinirlenmez
mi lan?
- Bişe demez, bişe demez!
Ve fırladı. Zaten
bir şey aklına düştü mü mutlaka yapardı. Sonuçlarını ise ancak her şey olup
bittikten sonra düşünürdü. Ben de arkasından çıktım yataktan. Arka arkaya
banyoya koşturduk, gülüşerek, itişerek aynı lavaboda yüzümüzü yıkadık. Abim,
ablam, annem hala yatıyorlardı.
'Lan Eren, gel de
bir şeyler yiyip öyle çıkalım!'. Koşturduk, mutfakta hızlıca iki tane sokum
ekmek yaptık. Eren: 'Dur abi, öyle kuru kuru gitmez' dedi. Dolabı açtı, içine
kafasını soktu, sonra tüm belden yukarısı dolabın içinde kayboldu. Hışırtılar,
poşet ve benzeri seslerin içinden zaferle bir içecek kurtarmış, sırıtarak
doğruldu: 'Biliyordum buraya sakladığını'. Ablam değerli nesi olsa evde bir
yerde mutlaka saklardı. Ablamın sakladığınıysa ablamdan başka bir tek Eren
bulurdu. Zafer içeceklerimizi büyük bardaklara koyduk, kıkırdayarak
kahvaltımızı yaptık. Ablamın içeceğini gene gerisin geri dolaba koyacaktık ki
Eren'i durdurdum: 'Oğlum, yarısını içtik, anlar öyle. Ver sen!' Elinden
kaptığım meyve suyu kutusunun kapağını açtım, çeşmeden ağzına kadar dolum
yaptım. Geri Eren'e verdim. Önce kıkırdamaya başladık, sonra dayanamadık,
karnımızı, kasıklarımızı tutarak kahkahalar attık. Kah birbirimizi dürterek,
kah yerlere kadar eğilerek iyice güldükten sonra gözlerimizin yaşını sildik.
İçeceği geri yerine bıraktık. Artık suçta Eren'le ortaktık. Bir an göz göze
geldik, aynı anda: 'Hadi!'.
Bir solukta
sokaktaydık. Eren zaten nasıl yapar, ne eder çocukların hepsini başına
toplardı. Sokağa inince bir iki ıslık çaldı. Hoplaya zıplaya şarkı söylerek
yürüdü. Ben hep bir iki adım arkasından gidiyordum. Bizim sokağın köşesini
dönünce ekmeğe giden Fatih'i gördü: 'Şş, Fatih, gel lan ara verip kaçmaç
oynuyoz.'
-Bismillah lan, sabah sabah, ekmeğe gidiyorum oğlum, annem
öldürür. O nasıl bir oyun ki? Adı ney dedin?
-Ara verip kaçmaç, çok basit lan, bizim köyün oyunu. İkiye
ayrılıyon, ara veriyon, kaçanlar var, kovalayanlar var. Kaçışma başlamadan önce
öndekiler bağırıyor, 'Hazırlanın, haydi!'. Sonra arkadakiler kovalıyor, ama
tabi ara veriyon ya, öndekiler hızla koşup çalı, ekin ne bulsa saklanıyor,
arkadakiler de onları bulmaya çalışıyor. Oynayak mı?
- Ne ekini, çalısı oğlum burası köy mü?
Fatih tereddüt etti, elinde ekmek parası, kolunda poşet, ekmek almaya gidiyordu. Ben girdim araya: 'Erkek oyunu oğlum, sen oynayaman, sen ekmeğine git!'. Hemen alındı, olduğu yerde dikleşti, 'Tamam lan, oynayak, korkanın anasını...'
Sonra sıradan kim
geldiyse topladık, nasıl olduğunu anlamadan yarım saat içinde tüm çocuk milleti
sokaktaydık. İki gruba ayrıldık, Eren'le ben oyunu bildiğimiz için grup
liderleri olduk. Adım atarak birbirimize yanaştık ve gruba 'adamlarımızı'
aldık. Sonra ben yaşça büyük olduğum için kuralları açıkladım.
-Arkadaşlar, önce kura çekilecek. Hangisi kaçan, hangisi
kovalayan karar verilecek. Sonra, kaçanlar önde dizilecek, 'Hazırlanın!' diye
bağıracak. Arkadakiler bekleyecek, 'Haydi!' denilince ise iki grup koşmaya başlayacak.
Evlere saklanmak yok, onun dışında her yer olur. Karşı mahalleye kadar gitmek
de yok, bu mahallede oynanacak. Eğer kovalayanlar kaçanları bulamazsa başladığı
yere gelip buradan üç kez ses isteyebilir. Saklananlar ses vermek zorundadır,
ses vermezse yenilmiş sayılır. Ses verip de hala bulamıyorsa kovalayanlar pes
edebilir. Pes etmek için hepsi hep yandan 'Gullüp' diye bağırır. Anlaşıldı mı?
- Ne diye bağırılır?
- Gullüp, siz bilmezsiniz, benle Eren var
oyunda, anlatırız gene. Tamam mı?
Hepsi hep yandan:
- Tamam! dediler.
Gruplara ayrıldık,
kuraya Fatih'in ekmek almak için cebinde tuttuğu bozukluktan birini kullandık.
Benim grup kovalayan oldu, Eren'in grubu ise kaçan. Zaten Eren her zaman
kurada, oyunda daha şanslı olurdu, ben de buna alışkındım. Aramızı verdik,
önden bir ses: 'Hazırlanın!'. Öne doğru eğildim, ilk hareketi alacak bacağımı
bir adım önde doğru açtım, yere bakarak, kulağım gelecek emir sesinde,
hazırlandım. Benim grup da oyunu bilmediğinden ben ne yapsam aynısını yaptı.
Yere baktığım için Eren'i görmesem de muzur
hareketler yaptığını biliyordum, fısır fısır taktik vermeler, kıkırdamalar,
olduğu yerde duramayıp zıplamalar. Bekledikçe bekliyordu, tane tane tüm ekibine
nereye saklanması gerektiğini anlatıyordu, biliyordum. Dayanamadım, kafamı
kaldırdım, benimle göz göze geldi, muzurca
gülümsedi; çukur gamzeleri, kırık ön dişi, kıvırcık saçları ve kapkara teniyle
birden gözleri parladı: 'Haydi!'
Ve koşturmaca
başladı. Bağırışlar, küfürler, ıslıklar ve laf atmalarla zorlu bir koşu...
Eren, grup lideri, bir anda köşeyi dönüp kaybolmuştu, biliyordum bunu
yapacağını, zira yel gibi koşardı. Ben de nefes almadan koşuyordum, kaçanların
çürüklerini hemen bastırdım: 'Fatih, Emre, Ömer, Nesim, Ali çık!' hışımla
köşeyi döndüm, orta hızla kaçanlara ikinci bir çabayla ulaştım: 'Ferit, çık!'
az daha gayret: 'Hakan, çık!'. Kime çık diye bağırsam, mızmızlanarak kenara
çekiliyordu. Gel gör ki Eren'i ve diğer hızlı koşan birkaç kişiyi
yakalayamamıştım. Yoruldum, arkamdan gelen bizimkilere bağırdım: 'Nesibe
ablagile doğru kaçtılar, koşun!'. Ben kenarda soluklanmak için durdum, elimi
duvara koyup iki büklüm kaldım. Bizim ekipten birkaç kişiyi taktik yaparak ters
yöne koşturmuştum. Onlar doğrudan benim arkamdan gelmeyecek, arka sokaktan
Eren'in kaçmayı planladığını sandığım diğer sokaklara çıkacaklardı. Öyle de
yaptılar. Ben de soluklandıktan sonra ekibi toplayıp hasılata bakmak istedim.
Tahmin ettiğim gibi olmuştu; verdiğim taktik işe yaramış, Eren'in has kaçıcıları da beş dakika içinde yakalanmıştı. Başladığımız noktaya döndük, hasılatı saydık. Eren'den başka herkes yakalanmıştı. Şimdi başımız belada diye düşündüm. Oyunun taktiklerini iyi bildiği için Eren'i yakalamak çok zor olacaktı. Bütün ekibi topladım, birinci ses isteme hakkımızı kullanmaya karar verdim. Benim gruptan bazıları biz ses isterken mahallede başka yerlerde durmak istedi ama
uyardım, bu hile olurdu. Eren onların yakınında olursa sesin yerini hemen anlarlar ve gidip yakalarlardı. Bu, ara verip kaçmaçta kural dışıydı. Onlara bunu izah ettikten sonra ses istedim: 'Ereeeeeen! Bir seeeeeeeeeeees!'. Eren'den önce ses çıkmadı, her şeyin kuralına göre oynandığından emin olmak istiyordu sanki, tekrar ettim: 'Ereeeeeen! Bir seeeeeeeeeeees!'. Ve yine ses yok. Eren'in grubundaki yakalananlar muzur muzur gülüyor, bizimle dalga geçiyordu, liderlerini yakalamamıza imkan yoktu. Üçüncüde mutlaka ses vereceği düşüncesiyle yineledim: 'Ereeeeeen! Bir seeeeeeeeeeees!'. Ve sesime cevap geldi: 'Ben burdayıııııııııııııııııııım!' Bir anlık sessizlikten sonra benim ekibe bağırdım, 'Koşun!'. Ekip bir anda dağıldı ama ben biliyordum ki Eren bizim köyün taktiğini uygulamıştı. Ses verirken ellerini ağzının tek tarafına siper edip olduğu yerde dönerek bağırmıştı. Böylece ses dört bir yana dağılmış, tam olarak nerede olduğu anlaşılamamıştı. Bu yüzden Eren'i arama zahmetine bile girmedim, ekibi gönderdim ve bekledim. Biraz sonra tahmin ettiğim gibi başarısızlıkla döndüler. Bozulan motivasyonlarını tamir ettim: 'Merak etmeyin, nasıl olsa yakalanır. Şimdi tekrar ses isteyelim. Bu sefer iyi dinleyin çünkü adam, yerinde dönerek ses veriyor, nereden geldiği tam anlaşılmıyor.'. Barış öne çıkarak yine ahlaksızlık teklifinde bulundu, ara sokaklarda çaktırmadan saklanıp sesi tespit etmek istedi ama izin vermedim. Eren'i cengaverce yakalayacaktım.
Tekrar tüm ekibi
topladım, kaçan ekip de yanı başımızda çaresizliğimizle dalga geçer dururken
ben yine ses istedim: Bir seeeeeeeeeeees!'. Çok fazla beklemeden ikinciye
ünlüyordum ki benim sesim Eren'in sesine karıştı: 'Ben
burdayıııııııııııııııııııım!'. Yine beni yanıltmıştı! Taktik yapmış, ben
ikinciye bağırdığım anda bağırmış, olasılıkla yine yerinde dönerek bunu
yapmıştı ve kural olarak ses vermiş olmuştu. Biz yine kulak kesildik, birkaç
tahminle farklı birkaç yere dağıldık, aramalara başladık. Ben sinirlenmiştim
artık, 'Allah kahretsin, nereye gitti bu çocuk?'. 'Aramadık köşe kalmayıncaya
kadar arayın!' talimatını verdim ve ben de sağlam bir iki çocuğu yanıma alarak
mahalleyi taradım. Ama yine yarım saat kadar sonra çaresizlikle başladığımız
yere döndük. Ekibin tamamı ümitsizlikle bana bakıyor, söyleyeceklerimi
bekliyordu. Bir ikisi bitirelim diyecek oldu, g... diyelim, adı neydi onun?
'Gullüp' dedim. 'Ama bilmediğiniz bir şey var çocuklar. Gullüp diyince oyunu
biz kaybediyoruz; saklanan kişi çıkıyor ve onların takımı yine kaçan taraf
oluyor.' Bunu duyunca bizim ekip yıkıldı, Eren'in ekibi ise bayram sevincine
boğuldu. Liderleri için tezahürat etmeye başladılar: 'Hadi lan Eren, görelim
seni, hadi, Allah'ına kurban!'. Bizim ekibin ise maneviyeti kırılmıştı artık,
onlara çare olarak son kez ses isteyeceğimizi ve bu sefer de bulamazsak oyunu
bitirmek için gullüp diyebileceğimizi belirttim. Hemen şevke geldiler: 'Buluruz
evellallah!'. 'Tamam öyleyse!' dedim. Ekibi dağıtarak bazılarının sağ tarafı,
bazılarının arka tarafı, bazılarının da kalan yönleri dinlemesi emrini verdim.
Herkes kendi tarafından sorumluydu. Hazır olduğumuzda yine ses istedim:
'Ereeeeeen! Bir seeeeeeeeeeees!'. Acele etmedim, iyice kulak kesildik. Sonra
tekrar: 'Ereeeeeen! Bir seeeeeeeeeeees!', ölümüne bir sessizlik, uzun bir
bekleme ve ses gelmeyince bu sefer artık son kez olmak üzere: 'Ereeeeeen! Bir
seeeeeeeeeeees!!!' diye çağırdım.
- Ben burdayım!
Hepimiz şok olmuştuk, ses bu kez epey yakından gelmişti. Ben daha bir şey demeden bütün ekip dağıldı, herkes sesin geldiğini sandığı yöne doğru atıldı. Bense önce bir tereddüt ettim, artık hata yapma hakkımız kalmamıştı. Bekledim, bir tahminde bulundum. Sesi belli bir yandan vermiş olduğunu ama ses verir vermez tersine koşmuş olabileceğini düşündüm. Diğer türlüsü olursa çocuklar yakalardı zaten. Ben önce sağa, oradan karşımızda duran sokaklara doğru yalnız başıma bir koşuya başladım. Nefesimi tutmuş öyle bir hızla gidiyordum ki, hızımdan karşımdaki hava
yüzüme doğru
rüzgar oluyor, yalayıp geçiyordu. Koşarken bir yandan da kesişen sokaklardan
geçerken hızlı bir baş hareketiyle sağa sola ani birer bakış atıyor, tekrar
hızlanarak ileriye koşuyordum. Sokak aralarında bir ses işitir gibi oldum,
heyecanlandım, bu sefer yaklaşmış olmalıydım. Hafiften yavaşlayarak topuklarıma
bastım ve ayakkabılarımı bulunduğum yerde elimi vurmadan çıkarıp attım. Artık
daha sessizce koşabilecektim. Kafamı jokey gibi ileri attım ve sokaklardan
yılan gibi kayarcasına koşmaya başladım. Sağ sokaktan bir ses işittim, tamam,
işte O'ydu kesin! Hiç tereddüt etmeden sağ sokağa saptım ve ben girer girmez
benim gelişimi takip eden hasmımı görür gibi oldum. Eren, sokağın caddeye çıkan
ucuna yakın bir yerde bir ağaçla direği kendine siper etmiş, belki koşmaktan
kesilmiş ve benim takip ettiğimi fark etmiş olacak, saklanıp beni gözlemlemek
istemişti; O'ydu, O olmalıydı kesin. Bir yandan tekrar o yöne atılırken bir
yandan da zarflamak için 'Eren çık, gördüm seni!' diye bağırdım. Oysa tam
anlamıyla görememiş, sadece o olacağını tahmin etmiştim. Zarfımı yemedi,
duvarın üstünden maymun gibi beceriklilikle birinin geçtiğini gördüm, evlerin
avluları arasındaki boşluklarda, bir sokaktan diğerine geçilen o efsanevi dar
alanlarda süzülüp gidiyordu; ve ben adım gibi biliyordum ki O Eren'di. O'nun
girdiği o dar aralardan geçemeyeceğimi bildiğim için tekrar geri döndüm, yan
sokağa geldiğim yandan girecektim. Ne de olsa caddeye kadar çıkamazdı, çıkarsa
mahelleyi çıkmış sayılır ve oyunu kaybederdi. Kararlıydım, bu sefer kaçamazdı!
Hızlıca geldiğim
yönden paralel sokağa çıktım, sokak başında durdum, uçtan uca iyice baktım ama
göremedim. Yılmadım. Artık bundan sonrası koşma kabiliyeti değil stratejik
savaşa dönüşmüştü. Sokağın caddeye çıkan ucuna doğru yavaş adımlarla, bir
yandan da soluklanarak ve kulağım kirişte yürüdüm. Yürürken sokağın
saklanılabilecek her yerine baktım, arabaların altına bile eğildim ve bu
şekilde caddeye vardım ama yoktu. Hayal kırıklığına uğradım, herhalde benim bu
sokağa kadar onu takip etmiş olabileceğimi tahmin etmiş, ben geri dönerek
buraya girerken, kendi, girdiği aradan tekrar ilk karşılaştığımız sokağa çıkmış
ve sonrasında da mahallenin uçsuz bucaksız taraflarında kaybolmuştu. Artık
umudum kalmadı. Gerisin geri yürüyerek ayakkabılarımı aldım ve oyunun başlangıç
noktasına ulaştım. Ayağımdaki çoraplar pislenmişti. Hala soluğum kesiliyordu.
Beni çaresiz bir şekilde gören Eren'in ekibi sevinçten havalara uçtu. Bizim
ekip ise aramasını tamamlamış, onlar da aradığını bulamamıştı. Beni görünce
onlar da oyunu kaybettiğimizi anladı. Yüzüm yere eğik, kırık bir sesle, 'Gullüp
diyelim mi çocuklar?' diye sordum. Hafif bir mırıldanma oldu, başka da ses
çıkmadı. Olan olmuştu, oyunu kaybetmiştik. Sonra döndüm, 'Siz söyleyin' dedim
ve eve doğru yürüdüm. İçime sebebibi bilmediğim bir sıkıntı dolmuştu ve
'Gullüp' bile diyememiştim.
Ayakkabılarım halen
elimde yalınayak yürüdüğüm halde evin önüne vardığımda bizim evin önünde bir
kalabalık gördüm. Yaklaşınca bunun sebebinin Almanya'dan gelen amcam olduğunu
anladım. Büyük amcam babamı kaybettiğimizden bu yana ilk olarak geliyordu
Almanya'dan. Sanki kötü bir şey olacakmış gibi içim burkuldu; ellerimde
ayakkabılar, ayaklarım toz toprak içinde, el gibi kendi evimin avlusuna
bakakaldım. Varıp bir merhaba bile diyemedim. Sonra Eren'i gördüm. Eren eve
gelmiş, amcamın dizine oturmuş, yüzünde kocaman bir gülümseme, sağa sola bakıyordu.
Bu, sanki bir kavuşma anı değildi de bir topluluk resmiydi ve herkesin yüzüne
bir ifade oturmuştu. Abim kayıtsız, ablam ise amcamın valizine bakarak merakta,
ikisi de ayakta dikiliyordu. Annemin yüzünde bir acı gülümseme vardı,
dudaklarını ısırıyordu ve mahalleden insanlar, komşular, merhabalaşmalar, hoş
geldinler ve uğultu içinde bir kalabalık...
Herkesin içinde beni
yine Eren gördü. Amcamın kucağından hopladığı gibi yanıma geldi:
- Abi, Hasan amcam geldi, bak!
- İyi ya! Gördük işte!
- Beni Almanya'ya götürecekmiş. Bak,
hepimize hediyeler getirmiş!
Donup kalmıştım.
Sahi, ne zamandır konuşuluyordu evin içinde, Eren'i Almanya'ya götürecek diye.
Ama hiçbir zaman gerçek olacağına inanmamıştık. 'Ne belliymiş götüreceği?' diye
belli bellisiz söylenerek girdim içeri, Eren de arkamdan. Beni görünce Hasan
amcam konuşmasını yarıda kesti, 'Oo, Halil Bey, bir merhaba yok mu?'. 'Merhaba'
dedim, gittim elini öptüm. Sonra yine bir uğultu koptu, mahalleden sesler ve
ben hiçbir şey anlamadım. Bir tek annemin yüzünün güzelliğini hatırlıyorum:
Hüzün, yüzüne duru bir ifade katmıştı, saçları öylecene dağınık, belinde
siyah-beyaz bir etek, hala diri kadınsı hatları ve annemin suratı sapsarı.
Sonra ne oldu, ne
olmadı anlamadık. Amcamın gelişinden, Eren'i de alarak gittiği üç gün içinde
kendi evimizde yabancı gibi kalmıştık. Bir tek amcam evin sahibiydi sanki; bir
de Eren yüzünde kocaman bir gülümseme, çukur gamzeleri, esmer teni ve eksik
dişiyle kalbindeki hislerin tüm kıvrımlarını yansıtıyordu sanki: Sevinçliydi.
Ve sonra gitti. Anlaşmıştık halbuki, mahalleyi çıkmak yoktu. Eren oyunu bozdu,
mahalleyi ilk çıkan oldu. Ben de bir daha ara verip kaçmaç oynamadım. Madem
oyunumuz bozuldu. Ben de okula, derslerime ve daha sonraları da işe güce verdim
kendimi. Ne de olsa aynı yatağa sokulduğum, sabah akşam kıkır kıkır gülüştüğüm,
kavgamın ortağını, ruhumun diğer yarısını kaybetmiştim. O'nun gidişi babamın
ölümünden bile ağır gelmişti belki bana.
Yıllar içerisinde
alıştım. Eren de yılda en az bir defa gelmeyi ihmal etmedi hiçbir zaman. Her
gelişi bizim evde bir bayram oldu. Bir geldiğinde iki olmuştu, müstakbel eşini
de getirdi. Alman bir kızdı, hanımefendi birisi, Eren'i de çok sevmişti. Bir
gelişinde üç oldular, sonra dört... Eren her daim benden önde olmalıydı çünkü.
O, oyunda gözleri parlayarak hızla kaçan, benim giremediğim kıvrımlardan su
gibi akan olmalıydı. Bense onu kovalayan ama yakalayamayan, her daim onun
ardından bakan...
Eren’in mezarı
başında donup kaldığımda aklımdan bunlar geçti işte, hem de hepsi birden,
boşanmış sel gibi zihnime hücum ederekten. Ne vardı sanki? Oyunu bu kadar
uzatmaya gerek var mıydı? Yenilmiştim, anladık. Söylemem mi gerekirdi, ne
olmuştu söyleyemediysem? Bir ‘Gullüp’ desem Eren belki de kalacaktı, bir ‘Gullüp’
desem belki de hiç mahalleden çıkmayacaktı. Onun bu gidişine kızdım, ayağımın
ucuyla toprağına vurdum: ‘Sen bozdun oyunu! Konuşmuştuk halbuki, çıkmak yoktu
mahalleden. Önce mahalleden çıktın, sonra...’ Gözlerim doldu, sinirlerim
boşaldı, benim sırdaşım artık toprak mı olmuştu? Elimde olmadan dizim üstü
düştüm taze mezarın dibine. Bir garip türkü tutturdum, söyledim, söyledim de
ağladım. Kızdım, kahırlandım, üzüldüm ve çaresiz kaldım. ‘Sana yakışmadı be
kardaş, yakışmadı! Daha bitirilecek bir oyunumuz vardı. Sen kaçacaktın ve ben
hep seni arayacaktım. Tamam olsun, çık öyleyse. Bu sefer ‘Gullüp’ olsun. Oldu
mu kardaş, gullüp!’
‘Amca, gullüp ne
demek?’. Üzüntüden ne yaptığımı bilmez bir halde sızlanırken yanıbaşımda
işittiğim bu sesle ürperdim. Eren’in kendi gibi esmer güzeli küçük oğlu, o ağır
kalabalığın içinden güvercin adımlarla çıkmış ve olan biteni anlamamış bir
merakla soruvermişti. Donakaldım, eğildim, saçlarını kokladım ve sonra sarılıp
bağrıma bastım:
-‘Gitme, kal!’ demek güzel yavrum, ‘Gitme, kal!’ demek!
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder