CAN SIKINTISI ÜZERINE FELSEFI VE MODERN YAKLAŞIMLAR

 Can sıkıntısı, insanlık tarihi boyunca bireysel ve toplumsal bir mesele olarak tartışılmıştır. Bu duygu, yalnızca basit bir ruh hali değil, insanın varoluşsal sorularını ve anlam arayışını yansıtan derin bir olgudur. Tarihten modern zamana kadar uzanan bu kavram, felsefi analizlerle zenginleşmiş ve modern yaşamın etkileriyle dönüşüme uğramıştır. Makalenin Amacı   Bu makalede, can sıkıntısının tanımından başlayarak, felsefi yaklaşımlar, modern toplum üzerindeki etkileri ve çözüm önerileri detaylı bir şekilde ele alınacaktır. Can Sıkıntısının Tanımı ve Doğası Can Sıkıntısı Nedir? Can sıkıntısı, genellikle bir şey yapma isteksizliği, yaşamın monotonluğu ya da bir amaçsızlık hissi olarak tanımlanır. Bu duygu, bireyin içinde bulunduğu çevresel koşullardan kaynaklanabilir ya da içsel bir huzursuzluğun dışavurumu olabilir. - Seneca ve Antik Dönem: Antik Yunan ve Roma döneminde düşünürler, insanın günlük yaşamının rutinlerinden kaynaklanan monotonluğa dikkat çekmişlerdir....

ZAMANSIZ ŞEHİR: İSTANBUL / BESTE ZORLU

 

 



 Her şehir başka bir hikayedir ama İstanbul başlı başına salt bir kara kutudur. Koskoca imparatorları başkent düşüncelerine sürükleyen, üzerinden atlıları, denizinden kalyonları geçirmiş bir kocakarı, İstanbul. Hepimiz istesek de istemesek de ya bir parçası olmuşuz ya da fısıltısıyla bizi sırılsıklam eden bu tepeye vurulmuşuz.

 

 Tabii, bir vakitler o henüz bu kadar yaşlı bir kadın değilken, arsız bir kokona gibi, nice süsleri takmış takıştırmış boynuna. Sanmayınki yalnız şimdilerde onun kalbine kurulmuş kahvehaneler, restoranlar, meyhaneler olduğunu. Nicesi eskimiş, kimisi zamanın içinde kaybolup gitmiş, kimi kaderin sillesini yemiş mekanlara ev sahipliği yaparmış İstanbul.

 

 Bir kısmı kitaplara, filmlere, dizilere konu olmuş da hikayesini anlatabilmiş. Ama bazıları varmış ki onlar doğuştan şanssızmış. Bazen usulca geçmişiz yanlarından da tanımamışız, bazen zaten hep burada deyip bozuk bir oyuncak gibi kenara fırlatmışız. İşte şimdi ben de bu sessiz tanıklara kulak vermek istiyorum. İstanbul’un eski mücevherlerine bir ışık tutmak istiyorum. Size genç ve duru İstanbul’un masalını anlatmak istiyorum.

 

 Her şey İstanbul henüz herkesinken başlamış. O zamanlar kahve hatırıyla içilir, yemekler de hep beraber bir masada yenirmiş. Şimdilerde vakit doldurmak için yapılan boş lakırdılar, o zaman gönülleri bir hoş edermiş. Yani bir varmış, bir yokmuş; İstanbul’un efsunu herkesi bulmuş. Akşamları gidilen, bir kadehte dostu, bir tabakta mutluluğu, bir zamanda herkes kendi ruhunu anlatır olmuş. Bugün de o ruhların ağırlandığı restoranlara bir göz atalım. İlk konuğumuz; Rejans.

 

 Rejans, ihtilalden kaçan Ruslar tarafından kurulmuş bir Rus restoranı. Geniş kolonlarındaki çerçevelerde zamanı durdurmuş, hatırıyla Ata’nın bile gönlünde taht kurmuş. Akşamları hanımefendiler ve nice şapkalı beyefendiler doldurmuş beyaz örtülü masalarını. Başlamışlar hikayelerini anlatmaya. Kimisi adıyla yaşar derler ya, o da o hesap. Çünkü Rejans, zarafet, incelik demekmiş. Agatha Christie’ler hatta inanır mısınız, İspanya Kralı 4. Alfonso bile yemek yemiş burada. Sen nereden buldun Rejans’ı Bey Amca desem de içimden, belki de Rejans kendi varlığıyla buldurmuştur.

 

 Bir diğer misafirimiz için İstanbul’un başka bir ara sokağına uzanalım, Kör Agop;

 

 Anason kokularının yıkadığı bir sokaktayız. Akşam için mezelerini yapıyor Agop Efendi. Bir de plak koymuş gramofona usul usul çalıyor. Haydi gelin, şöyle sessizce oturalım da bir yudumda Agop’un hikayesini anlatalım. Ne zaman ve nasıl kurulduğundan ziyade ilkleri dolayısıyla bende özel bir yeri var Agop’un. Buranın İstanbul’da kadın ve erkeğin ilk defa beraber oturduğu ve içtiği mekan olduğu söylenir. Kumkapı'da olması dolayısıyla meze ve balık için biçilmiş kaftandır. Tabii o zamanlarda henüz İstanbul’un boğazı bereket saçarken, kaptanlar yaşarmış Kumkapı’da. Herkes balığını çeker, ağına bakar, gözünü deryaya, ellerini Tanrı’ya açar, şükredermiş. Agop Efendi de böyle açmış dükkanı. Şıkır şıkır beyaz örtüleri ve hoş sohbetiyle o da adını yazdırmış bu şehre.


 

 Burası, Agora Meyhanesi desem ve yarıda bıraksam bence hepiniz o güzelim Müzeyyen Abla’yı devam ettirirsiniz. Şimdi de Balat'tayız. İki sur arasında kalmış bir küçük dükkan.

 

 Ah bakın işte Stelyo Efendi geliyor. El sallayalım öyleyse. O da bizim bu hoş selamımızı geri çevirmiyor.

 

-Gelin, gelin şöyle bre! Bir şeyler ikram edeyim.

 

 E, tabii onu kırmak olmaz. Oturuveriyoruz bir masaya. O da anlatıveriyor...

 

 Eski bir Rum meyhanesi Agora. Adı da bir o kadar güzel. Agora Yunanca’ da amiyane bir tabir yapacağım. Şehrin merkezi demek. İnsanların oturduğu, konuştuğu, anlattığı, dinlediği ve bazen de sustuğu, ağladığı ve güldüğü yer yani Agora. Tıpkı eski meyhane gibi. Burada da beyaz, kolalanmış masa örtüleri dikkatimi çekiyor. Haydi, müsaade isteyelim Stelyo Efendiden. Esnafı tutmak olmaz.

 

 Bakıyorum da turumuz hoşunuza gitti benden bile önde gidiyorsunuz. Haydi bir vapura atlayalım da Baylan Pastanesinin yolunu tutalım. Hem belki simit ve sıcak vapur çayı eşliğinde birazcık daha anlatırım bu masalı.

 

 Baylan da eski bir pastane. Sabahları çörekleri, yazları dondurmaları ve bazen de bir bardak çayıyla bazen aşıkların buluşma noktası olmuş, bazen yazarların dert ortağı. Şöyle bir kafamızı uzatalım desek içeri, kim ne hikayeler sarıp sarmalar bizi. Yine bir beyaz örtü görüyorum masalarda. Dostane eller üzerinde, şen kahkahalar tavanında.

 

 Bir vapura daha atlayalım. Belki de sizi yanından defalarca geçtiğiniz ama bilmediğiniz son iki yere daha götüreyim, Markiz ve Lebon pastaneleri.

 

 Birbirine komşu iki pastane. İstiklal’in tam orta yerine mıh gibi çakılmış bir nine ve bir dede onlar benim için. Öyle birleştirici ve güzel kokular gelirmiş ki bacalarından. Paskalya çöreği ve Ramazan pidesi bir fırında dumanlanırmış. Markiz’in tozlu camlarının arkasında eski seramikler gözüme çarpıyor.

 

 Şimdi tekrar dönelim, bugüne. Yıkıp yok ettiğimiz yaşlı kadın İstanbul’a. Artık bu saydığım yerlerin bir kısmı yok. Hepsi kaderine terk edilmiş. Kimisinin adını bile bilmez olmuş bir zamanlar oralarda hoşbeş eden nenelerin torunları.

 

 Beyaz örtüler birer kefen gibi örtülmüş camlarına. Halbuki nasıl da güzelmiş ahşap masalarda beyaz örtüler. Her yerde adeta masumiyeti ve aşkı ve huzuru ve hoşgörüyü ve saygıyı ve yılları anlatan beyaz örtüler.

 

 Her masal mutlu son ister ama kimisi mutlu sonu bilmez.

 

 Haydi çocuklar siz uykuya, İstanbul’da onun içindeki kötülere rağmen beyaz örtülerini kuşanmaya.

 

 Masal burada bitmiş, gökten üç elma düşmüş;

 

 Biri bu masalı okuyup da meraklanan zihinlere, diğeri eski hanımların ve beylerin aziz hatıralarına, sonuncusu da bunca kötülüğe rağmen bizi sarıp sarmalayan İstanbul’a.


 

Yorumlar

  1. Rakı masasında minik tabaklarda sunulmuş lezzetli ve tadına doyamadığımız mezeler gibi güzel bir yazı.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme

Divan Edebiyatının Kökeni ve Gelişimi