ZAMANSIZ ŞEHİR: İSTANBUL / BESTE ZORLU
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Her şehir başka bir
hikayedir ama İstanbul başlı başına salt bir kara kutudur. Koskoca
imparatorları başkent düşüncelerine sürükleyen, üzerinden atlıları, denizinden
kalyonları geçirmiş bir kocakarı, İstanbul. Hepimiz istesek de istemesek de ya
bir parçası olmuşuz ya da fısıltısıyla bizi sırılsıklam eden bu tepeye
vurulmuşuz.
Tabii, bir vakitler
o henüz bu kadar yaşlı bir kadın değilken, arsız bir kokona gibi, nice süsleri
takmış takıştırmış boynuna. Sanmayınki yalnız şimdilerde onun kalbine kurulmuş
kahvehaneler, restoranlar, meyhaneler olduğunu. Nicesi eskimiş, kimisi zamanın
içinde kaybolup gitmiş, kimi kaderin sillesini yemiş mekanlara ev sahipliği
yaparmış İstanbul.
Bir kısmı kitaplara,
filmlere, dizilere konu olmuş da hikayesini anlatabilmiş. Ama bazıları varmış
ki onlar doğuştan şanssızmış. Bazen usulca geçmişiz yanlarından da tanımamışız,
bazen zaten hep burada deyip bozuk bir oyuncak gibi kenara fırlatmışız. İşte
şimdi ben de bu sessiz tanıklara kulak vermek istiyorum. İstanbul’un eski
mücevherlerine bir ışık tutmak istiyorum. Size genç ve duru İstanbul’un
masalını anlatmak istiyorum.
Her şey İstanbul
henüz herkesinken başlamış. O zamanlar kahve hatırıyla içilir, yemekler de hep
beraber bir masada yenirmiş. Şimdilerde vakit doldurmak için yapılan boş
lakırdılar, o zaman gönülleri bir hoş edermiş. Yani bir varmış, bir yokmuş;
İstanbul’un efsunu herkesi bulmuş. Akşamları gidilen, bir kadehte dostu, bir
tabakta mutluluğu, bir zamanda herkes kendi ruhunu anlatır olmuş. Bugün de o
ruhların ağırlandığı restoranlara bir göz atalım. İlk konuğumuz; Rejans.
Rejans, ihtilalden
kaçan Ruslar tarafından kurulmuş bir Rus restoranı. Geniş kolonlarındaki
çerçevelerde zamanı durdurmuş, hatırıyla Ata’nın bile gönlünde taht kurmuş.
Akşamları hanımefendiler ve nice şapkalı beyefendiler doldurmuş beyaz örtülü
masalarını. Başlamışlar hikayelerini anlatmaya. Kimisi adıyla yaşar derler ya,
o da o hesap. Çünkü Rejans, zarafet, incelik demekmiş. Agatha Christie’ler
hatta inanır mısınız, İspanya Kralı 4. Alfonso bile yemek yemiş burada. Sen
nereden buldun Rejans’ı Bey Amca desem de içimden, belki de Rejans kendi
varlığıyla buldurmuştur.
Bir diğer
misafirimiz için İstanbul’un başka bir ara sokağına uzanalım, Kör Agop;
Anason kokularının
yıkadığı bir sokaktayız. Akşam için mezelerini yapıyor Agop Efendi. Bir de plak
koymuş gramofona usul usul çalıyor. Haydi gelin, şöyle sessizce oturalım da bir
yudumda Agop’un hikayesini anlatalım. Ne zaman ve nasıl kurulduğundan ziyade ilkleri
dolayısıyla bende özel bir yeri var Agop’un. Buranın İstanbul’da kadın ve
erkeğin ilk defa beraber oturduğu ve içtiği mekan olduğu söylenir. Kumkapı'da olması dolayısıyla meze ve balık için biçilmiş
kaftandır. Tabii o zamanlarda henüz İstanbul’un boğazı bereket saçarken,
kaptanlar yaşarmış Kumkapı’da. Herkes balığını çeker, ağına bakar, gözünü
deryaya, ellerini Tanrı’ya açar, şükredermiş. Agop Efendi de böyle açmış dükkanı. Şıkır şıkır beyaz örtüleri ve hoş
sohbetiyle o da adını yazdırmış bu şehre.
Burası, Agora
Meyhanesi desem ve yarıda bıraksam bence hepiniz o güzelim Müzeyyen Abla’yı
devam ettirirsiniz. Şimdi de Balat'tayız. İki sur arasında kalmış bir küçük
dükkan.
Ah bakın işte Stelyo
Efendi geliyor. El sallayalım öyleyse. O da bizim bu hoş selamımızı geri
çevirmiyor.
-Gelin, gelin şöyle bre! Bir
şeyler ikram edeyim.
E, tabii onu kırmak
olmaz. Oturuveriyoruz bir masaya. O da anlatıveriyor...
Eski bir Rum
meyhanesi Agora. Adı da bir o kadar güzel. Agora Yunanca’ da amiyane bir tabir
yapacağım. Şehrin merkezi demek. İnsanların oturduğu, konuştuğu, anlattığı,
dinlediği ve bazen de sustuğu, ağladığı ve güldüğü yer yani Agora. Tıpkı eski
meyhane gibi. Burada da beyaz, kolalanmış masa örtüleri dikkatimi çekiyor.
Haydi, müsaade isteyelim Stelyo Efendiden. Esnafı tutmak olmaz.
Bakıyorum da turumuz
hoşunuza gitti benden bile önde gidiyorsunuz. Haydi bir vapura atlayalım da
Baylan Pastanesinin yolunu tutalım. Hem belki simit ve sıcak vapur çayı
eşliğinde birazcık daha anlatırım bu masalı.
Baylan da eski bir pastane. Sabahları çörekleri, yazları
dondurmaları ve bazen de bir bardak çayıyla bazen aşıkların buluşma noktası
olmuş, bazen yazarların dert ortağı. Şöyle bir kafamızı uzatalım desek içeri,
kim ne hikayeler sarıp sarmalar bizi. Yine bir beyaz örtü görüyorum masalarda.
Dostane eller üzerinde, şen kahkahalar tavanında.
Bir vapura daha
atlayalım. Belki de sizi yanından defalarca geçtiğiniz ama bilmediğiniz son iki
yere daha götüreyim, Markiz ve Lebon pastaneleri.
Birbirine komşu iki
pastane. İstiklal’in tam orta yerine mıh gibi çakılmış bir nine ve bir dede
onlar benim için. Öyle birleştirici ve güzel kokular gelirmiş ki bacalarından.
Paskalya çöreği ve Ramazan pidesi bir fırında dumanlanırmış. Markiz’in tozlu
camlarının arkasında eski seramikler gözüme çarpıyor.
Şimdi tekrar
dönelim, bugüne. Yıkıp yok ettiğimiz yaşlı kadın İstanbul’a. Artık bu saydığım
yerlerin bir kısmı yok. Hepsi kaderine terk edilmiş. Kimisinin adını bile
bilmez olmuş bir zamanlar oralarda hoşbeş eden nenelerin torunları.
Beyaz örtüler birer
kefen gibi örtülmüş camlarına. Halbuki nasıl da güzelmiş ahşap masalarda beyaz
örtüler. Her yerde adeta masumiyeti ve aşkı ve
huzuru ve hoşgörüyü ve saygıyı ve yılları anlatan beyaz örtüler.
Her masal mutlu son
ister ama kimisi mutlu sonu bilmez.
Haydi çocuklar siz
uykuya, İstanbul’da onun içindeki kötülere rağmen beyaz örtülerini kuşanmaya.
Masal burada bitmiş,
gökten üç elma düşmüş;
Biri bu masalı
okuyup da meraklanan zihinlere, diğeri eski hanımların ve beylerin aziz
hatıralarına, sonuncusu da bunca kötülüğe rağmen bizi sarıp sarmalayan
İstanbul’a.
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Rakı masasında minik tabaklarda sunulmuş lezzetli ve tadına doyamadığımız mezeler gibi güzel bir yazı.
YanıtlaSil