20 y.y. Felsefesi

Varoluşçuluk ve Önemli Temsilcileri Varoluşçuluk, bireyin kendi varlığını ve anlamını yaratma sorumluluğunu vurgulayan bir felsefi akımdır. Varoluşçulara göre, insan varlığı, önceden belirlenmiş bir öz veya anlam taşımaz. İnsan, kendi seçimleri ve eylemleriyle anlam yaratır. Bu nedenle, varoluşçuluk, bireysel özgürlük ve sorumluluğu ön plana çıkarır. Önemli Temsilciler: Søren Kierkegaard: Varoluşçuluğun öncülerinden biri olarak kabul edilir. İnanç, kaygı ve bireysellik üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Friedrich Nietzsche: Güç iradesi, Üstinsan ve Tanrı'nın ölümü gibi kavramlarla varoluşçuluğa önemli katkılar sağlamıştır. Jean-Paul Sartre: Varoluşçuluğun en tanınmış temsilcilerinden biridir. "Varoluş özden önce gelir" sözüyle varoluşçuluğun temel tezini özetler. Simone de Beauvoir: Kadınların varoluşsal durumunu ve cinsiyetçiliği ele alarak varoluşçuluğa yeni bir boyut kazandırmıştır. Postmodernizm: Eleştir

İNSANIN BİLGİYLE TRAJEDİSİ

  


 Birçok kez bahsettiğimiz gibi “insanın trajedisi” aleti bulmasıyla başladı. Söz konusu bu aletin icadı insanın aklını fark ettiğini ve ona hükmettiğini gösteriyordu. Ancak elbette ki buraya kadar herhangi bir yanlışlık yoktu; yaşadığı doğa oldukça sert ve çetindi. Sonuçta insan o aleti eline almasaydı güçsüzlüğünde ezilecek ve yok olacaktı. Dolayısıyla insan da sert olmak zorunda kaldı. Bu sertlik hali, kültürel aktarımla birlikte kendi türünde de geçerli olmaya başladı. Bu noktada Thomas Hobbes’a göre yaşanan paradoks şöyle başladı:

“(…) Hobbes için insanlar arasındaki doğal eşitlik sürekli bir çatışmanın imkan zeminidir. Eşitliğin yol açtığı genel güvensizlik savaşı üretir. Savaşın üç temel nedeni bu doğal eşitlik üzerinde, bu doğal zemin üzerinde iş görür. Öyleyse bunlar doğa durumundaki savaşın doğal nedenleridir: "Böylece insan doğasında [in the nature of man], üç temel kavga nedeni buluruz: birincisi, rekabet; ikincisi, güvensizlik; üçüncüsü, şan." Unutulmamalıdır ki insan kendi varlığını korumak için doğal amacının peşinden gider. Doğa durumunda insan kendi varlığını korumaya çalışmakta, bununla birlikte bu çaba ancak bir yıkım üretebilmektedir. Yaşamda kalma arzusu başattır ancak ona dair güvence temin edilememektedir. Aksine insanların doğal eşitliği güvencesizliğe zemin oluşturur. Doğa durumunda bu arzuların karşılıklı yıkımı ve yıkım riski hüküm sürer. Elbette burada tek başına insan değil ama insanlar söz konusudur.”[1]

 Bu tekinsiz ortamda yine bilgi ve hüküm insanlığın imdadına yetişti. İnsan öğrendikleriyle devleti kurdu.[2] [3] Bu sınırın zaten çoktan doğduğunu ispatlar nitelikteydi. Sınırlar sınıfların olmasına ve sınıflarsa doğadan zihnen kopmayan ama fiziksel olarak kopan insan için aynı doğadaki gibi kaos anlamına geliyordu. Bu kez de süreç Hobbes’e göre yeni bir meyve doğurdu:

“İnsanlar arasındaki yıkıcı davranışlar ancak devlet protezinin inşa edilişiyle adaletsizlik ve suç halini alır. Bilindiği gibi Hobbes doğa durumundaki o bitimsiz savaş halini tasvir ederken burada insan doğasında herhangi bir suçluluk olmadığını vurgular: "İnsanın arzuları ve diğer tutkuları kendi başlarına günah değildir. İnsanlar onları yasaklayan bir yasayı tanıyıncaya kadar, bu tutkulardan ileri gelen eylemler de günah değildir. Adaletsizlik, suç, günah tüm bu kavramlar yasa protezini getiren devlet proteziyle birlikte gelen protezlerdir.”[4]

 Başka bir ifadeyle artık sınırlar, sınıflar ve bu ikisini kontrol eden bir imge doğmuştu: Devlet. [5] Bu imge elle tutulmuyor, gözle görülmüyor ancak kutsallık ithaf ediliyordu. Bunu sağlayan kültürel aktarımdı. “O olmazsa biz olamayız” algısıyla devam ediyordu. Öte yandan tamamen insanın ürettiği ve sadece onun tarafından ortadan kaldırılabilecek bir oluşum olduğu için canlı bir organizmaydı. Bu canlılık hali insanın bütün yozluğu ve vahşilik durumuyla beraber bürokratikleşiyordu.  Böylelikle sınırlarında yaşayan insanlar için oluşturulan başka bir kavram olan kamu çıkarı gidiyor, yerine devletin başındaki her kimse onun çıkarları gelmeye başlıyordu. Bu kimsenin orada sürekli olarak kalması için maddi bir dayanağa ihtiyacı vardı. Bu dayanağın çekirdek kısmınıysa maddi güç oluşturduğu için sermaye ne derse onun çıkarına göre hareket eden ve onun çıkarlarını koruyan bir baskı aygıtı oluşmuştu.  Her sınıf, kendi bulunduğu konumu sert bir şekilde savunmaya başladı. Bu durum, bir kez daha insanın akıl olarak doğadan kopmadığını gösteriyordu. Barbarlık her tarafından saçılıyordu insanın.

 Modern dünyayla beraber (!) işler daha da kızışmaya başladı ve hükmedilen alet, bu kez insana hükmetmeye başladı. Koşullar olağan olduğunda boş zaman, fiziksel rahatlık gibi işine yaraması gereken teknoloji insanı boğmaya başladı. Üstelik yine aynı teknoloji fişlenme, aptallaştırma ve kitle kontrolü gibi son derece hileli işlerde kullanılmaya başlandı.

 İnsanın aklıyla birlikte ortaya çıkan zaman kavramı, modern dünya ile birlikte insan emeğinin sömürülmesine fazlaca katkı sağladı. Bu katkı, yaşı fiziksel olarak zorlanan kişilerin sistemden atılmasına neden oldu.

 Bu duruma en somut ve yakıcı örnek:

“Fransa'da Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un emeklilik yaşını 62'den 64'e çıkarmak istemesi. Milyonlarca kişi, haftalardır grev ve gösteri yaparak, bu değişikliğe karşı çıkıyor. Protestocular, emeklilik reformunun kendilerini daha uzun çalışmaya zorlayacağını ve emeklilik maaşlarını düşüreceğini savunuyor. Ayrıca, mevcut sistemin maddi olarak sürdürülebilir olduğunu ve hükümetin sosyal hakları kısıtlamak istediğini iddia ediyor.

Hükümet ise, emeklilik reformunun kaçınılmaz olduğunu ve Fransa'nın yaşlanan nüfusu ve artan borcu karşısında sosyal güvenlik sistemini korumak için gerekli olduğunu öne sürüyor. Macron, bu reformun lüks değil, mecburiyet olduğunu söylüyordu. Hükümet ayrıca, emeklilik reformunun daha adil ve basit bir sisteme geçiş sağlayacağını ve bazı meslek gruplarına tanınan ayrıcalıkları ortadan kaldıracağını belirtiyor.

Fransa'da emeklilik reformu, Senato'da da onaylandıktan sonra yasalaşmak üzere. Ancak protestoların son bulması beklenmiyor. Sendikalar ve muhalefet partileri, hükümetin parlamentoyu baypas ettiğini ve halkın iradesini yok saydığını ileri sürüyor. Bazı protestocular da şiddete başvurarak, polisle çatışıyor, çöp kutularını yakıyor, devlet binalarına saldırıyor. Polis de göz yaşartıcı gaz ve tazyikli su kullanarak müdahale ediyor. Fransa İçişleri Bakanı Darmanin, bugün yapılacak protestolarda çok ciddi şiddet riski olduğu uyarısında bulundu.

Fransa'da emeklilik reformu, hem siyasi hem de toplumsal bir krize yol açtı. Ülke genelinde ulaşım, eğitim, sağlık ve petrol sektörleri felç oldu. Halkın günlük hayatı olumsuz etkilendi. Turizm gelirleri azaldı. Fransa'nın uluslararası imajı zedelendi. Macron'un popülaritesi düştü. Fransa'da emeklilik reformu, sadece bir yasa tasarısı değil, aynı zamanda bir toplum meselesi haline geldi.”

 
İtalik harflerle yazılan bu metnin tamamı Bing tarafından sanal akıl aracılığıyla yazıldı. Şimdi tam bu noktada sormak lazım: Anlatılan olayın kendisi mi yakıcı, yoksa sanal akılın kullanılması mı?  Bu satırları yazana göre sadece ilk durum.


                                                   


 İşte burada Julien David'in "Seniors 3000" isimli kısa animasyonu, yarı makineye dönüşen yaşlı bir sekreterin hikayesi üzerinden vahşi kapitalizmi 16 dakikada analiz ediyor. Üstelik alt yazılı olmasına rağmen konu o kadar evrensel ki hiçbir şekilde alt yazıya gerek kalmıyor.

 Çözümü oldukça radikal bir şekilde bitiren David, insan yerine konulmayan “emeklileri” yahut “yaşı ileri olanları (o ne demekse)” gündeme taşıyor.

 Son sözü Uçan Salyangoz’un Masalların Mitolojisi podcastindeki finalinden yapalım:

(…) Yani insanlığın 4,5 milyon yılda geldiği nokta; paran yoksa ısınamıyorsun, paran yoksa yemek yiyemiyorsun, paran yoksa su içemiyorsun ve paran yoksa giyinemiyorsun. Hatta konaklayamıyorsun. En vahimi deprem oluyor, bina çöküyor, binaya izin vermesi vermemesi ayrı konu deprem sonrası krizleri yönetemiyor. Bir de üstüne depremden haftalar haftalar geçiyor ve halen cenazelerle sağ olanları bulup çıkaramıyor. Kaç kişi öldü belli olmuyor. Ama anormal derecede normal. Çünkü daha sağlıklıyken bile ikametgâhlarının ne olduğu belli değil; İnsanların nerede oturduğu bile bilinmiyor.  Ama öte yandan sen batıdasın onlar doğuda. Batıda birileri zengin olsun diye kazandığın asgari ücret bile sana üç gün yetmiyor. Neden? Çünkü vergini veriyorsun. Şimdi tablo böyleyken bilgiyi keşfeden homo erectus (biz insan diyelim) bu bilgiyle ne yapacak?

 

Filmi buradan izleyebilirsiniz

 

 

 

 

 



[1] Çağımız ve Thomas Hobbes, Editör: M. Ertan Kardeş, Vakıf Bank Yayınları, 2021,  syf. 188

[2] http://www.kitapdedektifiyiz.com/2022/12/obruk-bir-cokusun-hikayesi-kurak-gunler.html

[3] http://www.kitapdedektifiyiz.com/2022/12/sevdigin-isi-yap-kulturu-ve-zararlar.html

[4] A.g.e. syf 191

[5] http://www.kitapdedektifiyiz.com/2023/02/toplumun-depremi-depremin-toplumu.html

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme