CAN SIKINTISI ÜZERINE FELSEFI VE MODERN YAKLAŞIMLAR

 Can sıkıntısı, insanlık tarihi boyunca bireysel ve toplumsal bir mesele olarak tartışılmıştır. Bu duygu, yalnızca basit bir ruh hali değil, insanın varoluşsal sorularını ve anlam arayışını yansıtan derin bir olgudur. Tarihten modern zamana kadar uzanan bu kavram, felsefi analizlerle zenginleşmiş ve modern yaşamın etkileriyle dönüşüme uğramıştır. Makalenin Amacı   Bu makalede, can sıkıntısının tanımından başlayarak, felsefi yaklaşımlar, modern toplum üzerindeki etkileri ve çözüm önerileri detaylı bir şekilde ele alınacaktır. Can Sıkıntısının Tanımı ve Doğası Can Sıkıntısı Nedir? Can sıkıntısı, genellikle bir şey yapma isteksizliği, yaşamın monotonluğu ya da bir amaçsızlık hissi olarak tanımlanır. Bu duygu, bireyin içinde bulunduğu çevresel koşullardan kaynaklanabilir ya da içsel bir huzursuzluğun dışavurumu olabilir. - Seneca ve Antik Dönem: Antik Yunan ve Roma döneminde düşünürler, insanın günlük yaşamının rutinlerinden kaynaklanan monotonluğa dikkat çekmişlerdir. Özellikl

Arnold Böcklin’den Ölüme Müzikal Bakış: “Keman Çalan Ölümle Otoportre" / Aleyna Tuncer

 



   On dokuzuncu yüzyıl sanatçılarından Arnold Böcklin, kendini en iyi şekilde tasvir edebilecek bir portre yapmak istedi; “Self-Portrait with Death Playing the Fiddle” Türkçe adıyla “Keman Çalan Ölümle Otoportre” eseri. Eser, onun benliğini ritimle birleştiren ölüm olgusunu anlatmaktadır. Nostaljiyi yakalayabilmek adına sadece belirli tonda renkler üzerinde çalıştığı bu eser, sanatçıyı yakından inceleyebilmemize olanak sağlayacak niteliktedir. Anlaşılmak üzere yapılmış olduğu her detayından bellidir. Onun açısından varoluşunu ne kadar kasvetli bulduğunu görebiliriz. Resimlerinde arka planda gizlenmiş ögelere yer vermeyi sever. Böcklin, romantizmin yanı sıra sembolist de bir ressamdır. Çoğu sürrealist ve sembolist ressamı kendisine hayran bırakmıştır.

   Ölüm figürünün iskelet aracılığıyla anlatılması ve bir iskeletin keman çalabilmesi eseri fantastik kılan bir tasvirdir. Suratındaki sabit ifade ölümden korkmadığının, ölüme karşı herhangi bir duygu beslemediğinin, belki de onu çok daha önceden beklediğinin ifadesidir. Böcklin, canlı bedeninin yanında beliren ruhu aynı zaman ve mekânda bulundurur. Elinde görülen palet ve fırçayla beraber ölümün ona yakınlığına aldırış etmeden resmine devam etme arzusunda olduğu anlaşılmaktadır. Resim kadar müzikal hazza önem veren ressam ikisinin birleşiminden memnun  durmaktadır. Müzik, Böcklin’in hayatında büyük önem taşıyor olacak ki arka planı tamamen kemana bırakmıştır. Ölümden korkmadığı gibi yaşamının arzusunu müzik ile bulmuştur. Onun için müzik varoluşsal bir lütuftur. Bu tabloyla ölümünün ritmik bir şekilde olmasını istemiştir. Sessiz bir ölüm asıl korktuğu şeydir. Korkulması gereken karanlık bir atmosferde sakin kalabilmesi, ölümden korkmaktansa onu mutlak varılacak bir son olarak gördüğünün ifadesidir.

   Gotik sanat eserlerinin ürperticiliği ve aynı zamanda kendine çeken bir yönü vardır. “Keman Çalan Ölümle Otoportre”de bu ürperticiliği fark edebiliyoruz. Genellikle bu tarz eserlerde yoğunluklu olarak sarı ve siyah alt tonlu renkler kullanılır. Sarı, nevrotik duyguları açığa çıkaran bir renktir. Sanatçı bize ölüme karşı bir korkusu olmadığını gösterse de ona karşı bir kaygı beslediğini düşünebiliriz. Israrla gösterilen ölüm ve arasındaki romantik ilişkinin altında sanatçının bir takım bilinçdışı nevrotik düşünceleri yatıyor olabilir. Eserde özellikle vurgulanmak istenen portrenin kendisi değil, arka plandaki figürlerdir. Yüz ifadesinde ölümünü bir yansımadan görüyor olması, Böcklin’in, resmi inceleyenlerin arka plana bakmasını istediğinin çıkarımını yapmamızı sağlamaktadır.

  Ölüm konusuna olan takıntısına bir başka eseri olan Ölüler Adası’nda rastlıyoruz. Böcklin, bu eserinin tam beş versiyonunu yapmıştır. İkinci Dünya Savaşı sırasında yok olduğu iddia edilen bu eserinin savaş sonrasında siyah beyaz fotoğraf kopyaları kalmıştır. Ölüler Adası, ölü ruhların kayıkla taşındığı bir ada olarak tasvir edilmiştir. Tıpkı otoportesinde olduğu gibi ortada bir ölü var fakat tek başına değil bir aracı ile anlatılmıştır. Ölüler adasındaki kayık da keman gibi ölümle ilişkisi olan nesnedir. Sembolizmin büyük örneklerinden olan Böcklin eserleri Adolf Hitler tarafından satın alınmış, o dönemde Berlin şehrinde ismi üne kavuşmuştur. O, artık ölülerin ressamı olarak görülmeye başlanmıştır. İnsanlar onun bu tarzını korkunç karşılamamıştır. Belki sevilmesinin, belki de Böcklin’in özgünlüğünün verdiği bir güç, onun yükselmesini destekleyen ana faktörlerdir. Sadece eserleri dolayısıyla toplumda hor görülen ressamlar varken Böcklin’in bu durumdan başı ağrımamıştır.

 Birçok esere konu olan salgın hastalıklar, insanların o zamanki ölüm korkusunun sembolik hâlidir.  Edvard Munch’un “İspanyol Gribi Sonrası Otoportre” eseri gibi Böcklin de bir salgın durumundan ilham alarak, yüzyıllar sonra o korkuyu hissedebilmemize olanak tanıyor. Vebadan aldığı ilham ile Böcklin, 1898 yılında Plague (Veba) isimli tablosunu yaratmıştır. Tabloda, yine bir iskelet ayrıntısına yer vererek iskeleti ölüm ile bağdaştırmıştır. Ölüm, devasa bir yaratığın üzerine binerek şehri gezdirmektedir. Hastalık durumu, soluk bir yeşil tonlama ile tabloya yansımıştır. Yaratığın yanıbaşında ise bir kadının cesedi yer almaktadır. Kasvetin hüküm sürdüğü şehirde yaşam belirtisi veren tek bir detaya bile yer yoktur…

  Arnold Böcklin’e yalnızca ressam demek doğru olmaz. Heykeltıraş sanatıyla da uğraşmış, bu sanatta da aynı sıradışı tarzda devam etmiştir. Öğrenim gördüğü Düsseldorf, sonrasında büyük bir çalışma gezisiyle farklı ülkelerde sanatını yaymasına olanak sağlamıştır. Neredeyse boşa geçen bir zaman dilimi olmayan Böcklin, iki sene kadar Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğretim vermiştir.

 Askerliğinden sonra gittiği Roma, onda çeşitli duygular uyandırır. Mitolojiye ilgi duymaya başlamasında bu şehir önemli rol oynar. Roma’nın, Böcklin’in üzerindeki tesiri dolayısıyla resimlerinde ince mitolojik ögelere rastlamak mümkündür. Roma’nın gerek tarihi gerekse estetik yapıları sanatçıyı mest eder. Bunun neticesinde 1852 senesinde “Roman Landscape” isimli eserini yaratmıştır. İsminden de anlaşılacağı üzere Roma manzarasını konu alan eser, sık ağaçların bulunduğu bir alanda doğanın ihtişamını yine kendine özgü karanlık bir biçemde gözler önüne sermektedir. Sert kayaların ardındaki yarı çıplak yüzücü figürü tabloda göze çarpan detaylardan birisidir. Ağaçların kapattığı siyah gölete girmek için hazırlanan figürün yüzü gözükmese bile kadın vücudunun orantı ve omurgasını, Böcklin’in büyük özenle yaptığı aşikardır.

 Arnold Böcklin’in melankolik yaşamı 1901 yılında İtalya’da sona ermiştir. Ölümü ne yazık ki otoportresindeki kadar romantik bir ölüm değil, tüberkülozdur. Geriye kalan ise yaşayanlara ölümü hatırlatan sanat eserleri olmuştur.

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme