Arnold Böcklin’den Ölüme Müzikal Bakış: “Keman Çalan Ölümle Otoportre" / Aleyna Tuncer
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
On dokuzuncu yüzyıl
sanatçılarından Arnold Böcklin, kendini en iyi şekilde tasvir edebilecek bir
portre yapmak istedi; “Self-Portrait with Death Playing the Fiddle” Türkçe
adıyla “Keman Çalan Ölümle Otoportre” eseri. Eser, onun benliğini ritimle
birleştiren ölüm olgusunu anlatmaktadır. Nostaljiyi yakalayabilmek adına sadece
belirli tonda renkler üzerinde çalıştığı bu eser, sanatçıyı yakından
inceleyebilmemize olanak sağlayacak niteliktedir. Anlaşılmak üzere yapılmış
olduğu her detayından bellidir. Onun açısından varoluşunu ne kadar kasvetli
bulduğunu görebiliriz. Resimlerinde arka planda gizlenmiş ögelere yer vermeyi
sever. Böcklin, romantizmin yanı sıra sembolist de bir ressamdır. Çoğu
sürrealist ve sembolist ressamı kendisine hayran bırakmıştır.
Ölüm figürünün
iskelet aracılığıyla anlatılması ve bir iskeletin keman çalabilmesi eseri
fantastik kılan bir tasvirdir. Suratındaki sabit ifade ölümden korkmadığının,
ölüme karşı herhangi bir duygu beslemediğinin, belki de onu çok daha önceden
beklediğinin ifadesidir. Böcklin, canlı bedeninin yanında beliren ruhu aynı
zaman ve mekânda bulundurur. Elinde görülen palet ve fırçayla beraber ölümün
ona yakınlığına aldırış etmeden resmine devam etme arzusunda olduğu
anlaşılmaktadır. Resim kadar müzikal hazza önem veren ressam ikisinin
birleşiminden memnun durmaktadır. Müzik,
Böcklin’in hayatında büyük önem taşıyor olacak ki arka planı tamamen kemana
bırakmıştır. Ölümden korkmadığı gibi yaşamının arzusunu müzik ile bulmuştur. Onun
için müzik varoluşsal bir lütuftur. Bu tabloyla ölümünün ritmik bir şekilde
olmasını istemiştir. Sessiz bir ölüm asıl korktuğu şeydir. Korkulması gereken
karanlık bir atmosferde sakin kalabilmesi, ölümden korkmaktansa onu mutlak
varılacak bir son olarak gördüğünün ifadesidir.
Gotik sanat eserlerinin
ürperticiliği ve aynı zamanda kendine çeken bir yönü vardır. “Keman Çalan
Ölümle Otoportre”de bu ürperticiliği fark edebiliyoruz. Genellikle bu tarz
eserlerde yoğunluklu olarak sarı ve siyah alt tonlu renkler kullanılır. Sarı,
nevrotik duyguları açığa çıkaran bir renktir. Sanatçı bize ölüme karşı bir
korkusu olmadığını gösterse de ona karşı bir kaygı beslediğini düşünebiliriz.
Israrla gösterilen ölüm ve arasındaki romantik ilişkinin altında sanatçının bir
takım bilinçdışı nevrotik düşünceleri yatıyor olabilir. Eserde özellikle
vurgulanmak istenen portrenin kendisi değil, arka plandaki figürlerdir. Yüz
ifadesinde ölümünü bir yansımadan görüyor olması, Böcklin’in, resmi
inceleyenlerin arka plana bakmasını istediğinin çıkarımını yapmamızı sağlamaktadır.
Ölüm konusuna olan
takıntısına bir başka eseri olan Ölüler Adası’nda rastlıyoruz. Böcklin, bu
eserinin tam beş versiyonunu yapmıştır. İkinci Dünya Savaşı sırasında yok
olduğu iddia edilen bu eserinin savaş sonrasında siyah beyaz fotoğraf kopyaları
kalmıştır. Ölüler Adası, ölü ruhların kayıkla taşındığı bir ada olarak tasvir
edilmiştir. Tıpkı otoportesinde olduğu gibi ortada bir ölü var fakat tek başına
değil bir aracı ile anlatılmıştır. Ölüler adasındaki kayık da keman gibi ölümle
ilişkisi olan nesnedir. Sembolizmin büyük örneklerinden olan Böcklin eserleri
Adolf Hitler tarafından satın alınmış, o dönemde Berlin şehrinde ismi üne
kavuşmuştur. O, artık ölülerin ressamı olarak görülmeye başlanmıştır. İnsanlar
onun bu tarzını korkunç karşılamamıştır. Belki sevilmesinin, belki de
Böcklin’in özgünlüğünün verdiği bir güç, onun yükselmesini destekleyen ana
faktörlerdir. Sadece eserleri dolayısıyla toplumda hor görülen ressamlar varken
Böcklin’in bu durumdan başı ağrımamıştır.
Birçok esere konu
olan salgın hastalıklar, insanların o zamanki ölüm korkusunun sembolik
hâlidir. Edvard Munch’un “İspanyol Gribi
Sonrası Otoportre” eseri gibi Böcklin de bir salgın durumundan ilham alarak,
yüzyıllar sonra o korkuyu hissedebilmemize olanak tanıyor. Vebadan aldığı ilham
ile Böcklin, 1898 yılında Plague (Veba) isimli tablosunu yaratmıştır. Tabloda,
yine bir iskelet ayrıntısına yer vererek iskeleti ölüm ile bağdaştırmıştır.
Ölüm, devasa bir yaratığın üzerine binerek şehri gezdirmektedir. Hastalık
durumu, soluk bir yeşil tonlama ile tabloya yansımıştır. Yaratığın yanıbaşında
ise bir kadının cesedi yer almaktadır. Kasvetin hüküm sürdüğü şehirde yaşam
belirtisi veren tek bir detaya bile yer yoktur…
Arnold Böcklin’e
yalnızca ressam demek doğru olmaz. Heykeltıraş sanatıyla da uğraşmış, bu
sanatta da aynı sıradışı tarzda devam etmiştir. Öğrenim gördüğü Düsseldorf,
sonrasında büyük bir çalışma gezisiyle farklı ülkelerde sanatını yaymasına
olanak sağlamıştır. Neredeyse boşa geçen bir zaman dilimi olmayan Böcklin, iki
sene kadar Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğretim vermiştir.
Askerliğinden sonra
gittiği Roma, onda çeşitli duygular uyandırır. Mitolojiye ilgi duymaya
başlamasında bu şehir önemli rol oynar. Roma’nın, Böcklin’in üzerindeki tesiri
dolayısıyla resimlerinde ince mitolojik ögelere rastlamak mümkündür. Roma’nın
gerek tarihi gerekse estetik yapıları sanatçıyı mest eder. Bunun neticesinde
1852 senesinde “Roman Landscape” isimli eserini yaratmıştır. İsminden de
anlaşılacağı üzere Roma manzarasını konu alan eser, sık ağaçların bulunduğu bir
alanda doğanın ihtişamını yine kendine özgü karanlık bir biçemde gözler önüne
sermektedir. Sert kayaların ardındaki yarı çıplak yüzücü figürü tabloda göze
çarpan detaylardan birisidir. Ağaçların kapattığı siyah gölete girmek için
hazırlanan figürün yüzü gözükmese bile kadın vücudunun orantı ve omurgasını,
Böcklin’in büyük özenle yaptığı aşikardır.
Arnold Böcklin’in
melankolik yaşamı 1901 yılında İtalya’da sona ermiştir. Ölümü ne yazık ki
otoportresindeki kadar romantik bir ölüm değil, tüberkülozdur. Geriye kalan ise
yaşayanlara ölümü hatırlatan sanat eserleri olmuştur.
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder