CAN SIKINTISI ÜZERINE FELSEFI VE MODERN YAKLAŞIMLAR

 Can sıkıntısı, insanlık tarihi boyunca bireysel ve toplumsal bir mesele olarak tartışılmıştır. Bu duygu, yalnızca basit bir ruh hali değil, insanın varoluşsal sorularını ve anlam arayışını yansıtan derin bir olgudur. Tarihten modern zamana kadar uzanan bu kavram, felsefi analizlerle zenginleşmiş ve modern yaşamın etkileriyle dönüşüme uğramıştır. Makalenin Amacı   Bu makalede, can sıkıntısının tanımından başlayarak, felsefi yaklaşımlar, modern toplum üzerindeki etkileri ve çözüm önerileri detaylı bir şekilde ele alınacaktır. Can Sıkıntısının Tanımı ve Doğası Can Sıkıntısı Nedir? Can sıkıntısı, genellikle bir şey yapma isteksizliği, yaşamın monotonluğu ya da bir amaçsızlık hissi olarak tanımlanır. Bu duygu, bireyin içinde bulunduğu çevresel koşullardan kaynaklanabilir ya da içsel bir huzursuzluğun dışavurumu olabilir. - Seneca ve Antik Dönem: Antik Yunan ve Roma döneminde düşünürler, insanın günlük yaşamının rutinlerinden kaynaklanan monotonluğa dikkat çekmişlerdir. Özellikl

“Şiir Ve Bellek” Üstüne, Bir Deneme/ Ali Ekber ATAŞ

 

 

 Şiire yolculuk, insana yolculuktur. Ve insan hayatın anlamıdır. Buna göre şiir adına yapıp ettiklerimizin hepsi, geçmişten bugüne “Şiir/imiz/in Belleği”ne, düşülen notlarıdır insanın.

 

 Savaş çığırtkanlığının üst düzeyde yaşatıldığı bir döneme denk düşürülen bu tür çabalar, bir bakıma bellek yitimine ve zihinlerde yaratılmak istenen erezyona da bir müdahale sayılmalı diyorum. İster yazınsal olsun, ister bir yerden bir yere yapılan bir yolculuk, çizilen bir resim, oylumlarıyla insanı büyüleyen bir yontu, bir köy halısındaki desenlerin ardışık dizilişleri, oyalı bir mendil, tülbent, masal, öykü, mani, yakılan türkü... bütün bunlar, bir bellek oluşturma çabasıdır insanın, unutulup gitmeye karşı bir duruş.

 

 Özelde şair, genelde sanatçı, ayağını bastığı, kökünü bulduğu toprağın insanıdır. Yaşadığı coğrafyaya benzer. Bu toprakta yetişir, filizlenip dal budak salar, sürgün verir. Ancak, şair, kendi yerelinde doğmuş, ulusal bir kimlik kazanmış olmasının çok ötesinde, insancı ve evrensel bir dünyanın parçasıdır da aynı zamanda. Salt kendi yerel coğrafyası ve toplumsalında olup bitenle ilgili değildir. Somut sınırların çizildiği, olayların, olguların ve durumların belirdiği insan da değildir o. Bunları çok çok aşan bir aşkınlığın, ortak bir insanlık ekini (kültürü) yaratmanın en büyük paydaşıdır aslında. Dünyada olup bitenlere, politikacılar, askerler, din adamları, bilim insanları ve bizler gibi bakmaz, bakamaz. Dünya onun evidir, köyüdür. Bütün insanlar akraba, tanıdık eş, dost ve arkadaşlarıdır. İnsanlığın yaratıları, sanatsal düşüncesinin varlık nedeni, şiirinin ve us belleğinin de kaynağıdır. Genel anlamıyla bu, bazen bir şiir, bazen düzyazının değişik alanlarında somutluk kazanan bir eser, notalara dökülüp gelen bir müzik eseri, heykeltıraşın hünerli elleri ve yaratıcı dehasıyla dışlaştırdığı bir yontu, bazen de bir ressamın fırçasında hayat bulan bir resim olarak çıkar karşımıza. Hangi görüntü ve anlamda çıkarsa çıksın, bir somutluk kazandığı anda, bellek oluşturma süreci de başlamış demektir. Belki de insan yaşamının en büyük kazanımı, ödülü bellektir. Sonsuzluk gibi! Çılgınca yaşanan, anlık, sınırsız mutlulukları, acıları, kayıpları düşünelim bir. Bütün bir hayata ömür katan, her şeyi içinde barındıran o büyük zıtlık (diyalektik gerçeklik) işte bu! Anlatmanın, konuşabilmenin o en zor anı, sözün, sesin tükendiği yerdir, bizi bekleyen o büyük ödül. Ve anımsamak, anımsanmak da tabi!..

 

 Bana öyle   geliyor  ki, insana dair yapılan       yolculukların en tehlikelisi şiirdir. “Neden tehlikelidir”, sorusunun yanıtı, yüzlerce yıllık tarihi, binlerce yıllık yaşanmışlıkları ve biriktirmelerine/birikimlerine, yani insanlığın belleğine eğildiğimizde, şu sesle karşılık verir bize:

 

 "Bir karşı duruşun sesiyim ben. Baskıya, haksızlığa ve sömürüye…Yani insanca yaşanabilir bir dünya oluşturma sürecinde, insanın karşılaşıp, ona bunun bir yazgıymış gibi dayatılmaya çalışıldığı her durumda, başkaldırının sesiyim. Benim adım şiir! Kıldan ince, kılıçtan daha da keskinliğim var benim"

 

 Böyle olduğu içindir ki, her türden tehlikeyi barındırır içinde.

 

 Zamanda zamansızlığı, mekânda olmazsa olmazlığının zorlu yolculuğudur. Aşk gibi devrimci ve dünyaya soldan bakar.

 

 Ne kadar büyük tehlike içeriyorsa, o derece kendine çeken de bir derinliğe sahip. İşte böyle bir


aşkınlığın içine girdiğinizde, bütün insanlığın belleğiyle buluşturur sizleri.

 

İnsan doğar, insan yaşar, insan biriktirir. İnsan, paylaşır da!..

 

 Şair, geçmiş yaşamları (buna şiirin belleği de diyebiliriz), aktarırken, şiirin gücünden yararlanarak yapar bunu. Bazen bir destanda anlatır, bazen bir dizede dışlaşır belleğin sakladıkları. Bir yerde şiirin belleği, insanın varoluş sürecinin de bir yansıması olup çıkıyor bu durumda karşımıza. İnsana dair baş döndürücü değişimin ayrıntılarıyla beslenir. Biriken her bir anlamı, mekânsız, zamansız, umulmadık bir anda bize iletir. Diyebiliriz ki, her bir şiir, kendi belleğinden kopup gelen zaman ve uzam ayraçlarıdır. Belleğin derinliğindeki, toplumsal ve bireysel anların içine kök salar. Geçmişle geleceğin, düşle gerçekliğin zıtlıkların bütünlüğünde, kendi usuna dayalı bir anımsatmalar köprüsüdür bize; başlangıçtan sonsuza uzayıp giden yoldur. Ve şiirin belleği salt anlık duygulardan da oluşmaz. Düşüncenin, somut kavramların yuvalandığı, güçlü, cesur ve sınırsız boğumlara da sahiptir.

 

 Şiirin elleriyle belleğe her dokunuşumuzda, bin yıllar ötesinden bize, hiç ölmemiş yaşamları alıp getirir ve ussal belleğimize nakışlar. Tıpkı Homeros’un İlyada ve Odesseus’u, bizim Gılgamış, Kerem İle Aslı, Yusuf İle Züleyha ve Mem-ü Zin’imiz gibi… Her bir nakışında biz, insanın/insanlığın değişik yaşanmışlıklarını, insanı insan yapan yanlarını yeniden yaşar ve tadarız. Kimi gün hüzünbaz anlara sürükler bizi, kimi kez sevinçler kapı komşumuz olur. Aşkı aşkınlığı, iyiyi kötüyü, güzeli çirkini, ayrılığı kavuşmayı, gurbeti sılayı, özlemi hasreti işleyen yanlarıyla hayata anlam katar.

 

 Hayvan hayvan olarak doğar, insan insan olarak doğmaz, sonradan oluşturulur, diyor Roterdamlı Erasmus. .

 

 O halde şiir, insanlaşma sürecimizde bizim en iyi öğretmenimiz. Onunla başkaldırıyı ve isyanı öğreniyoruz. Özünde şiirin bu yanını, çocuğun isyanına benzetebiliriz de. Çünkü bizim dünya tasarımlarımızda çocuğa yer yoktur. Bunu yaşayarak öğrenir çocuk. Kendini bu gerçeklikten, oyun yoluyla soyutlar ve kendi düşsel gerçekliğine dönüşün yolunu resimle bulur. Bu bir yaratma sürecidir aslında. Çocukça yaratıcılığının dışlaşması, elle tutulur bir somutluğa dönüşmesidir. Aynı zamanda bu, bellek oluşturma sürecinin, bilinçle atılan ilk adımıdır. Onun içindir ki, Sezer Tansuğ, çocukların bu yaratıcı güçleri karşısında onları, ustalığın zahmetine çekmeden birer usta… olarak görür ve belletir bizlere. Çocuk hep alıcıdır, depolayıcı. Bütün yaşantılardan süzüp aldıklarıyla oluşturduğu belleğin, bize oyun ve resim olarak dönüşü ne ise, şairin yaşantılardan çıkarıp aldıklarını şiiriyle somutlaması da odur. Hele ki, çocukluk, isyanın anavatanıdır, yurdudur, toprağıdır. En içli şiirler burada yazılır, ilkin hayata dair ve belleğin silip atamadığı parçalar, burada tamamlanır, bizi tamamlayan da budur aslında. Bizler şiirin gücüne sığınarak yaparız bunu....

 

 Çocuksu bu dünyanın yaşanmışlıklarının unutulmaz anları, belleğin asla ve asla kapanmayan penceresi. Belleksiz bir yaşamda; aşk, acı, sevgi, hüzün, hasretlik, özlem, gurbetlik, sıla; kısası, geçmiş zamanın unutulmaz yanları anlamsız kalırdı, çocuk olmak da. Sevmek, yaşamak, ölmek de öyle. Varolmak anlamını yitirirdi, dahası! Çünkü anımsayamadıklarımız bizim olmadı hiç. Gelecek baharı düşlemek, geçmiş baharı anımsamadan geçmiyor mu? Düşlemeyen kişi, beklemeyi ve umut etmeyi de bilemez. Umudun olmadığı yerde hayat, günbatımındadır, ömrünü tamam ettiğine inanır. İşte şiirin varoluş nedenlerinden biridir bu:

 

Belleği canlı tutma, anımsatma, yaşatma, belleğin dehlizlerine bırakıp saklama…

 

 Çünkü insan kaybetme korkusunu hep içinde taşıdığından, kaybetmeyecekmiş gibi sarılır dört elle yaşama/yaşamına. Bunu çok iyi bilen şair, bu kaybedilmişliğe, yitirilişe, bellek yitimine


karşı, şiirle devreye girer. Şairce müdahale kaçınılmazdır burada. Sahiplenmenin ve yok olup gitmenin bir şekil alması, şiir ve belleğin adeta derin bir gereksinimi olarak kendiliğinden var olduğu an, bu andır. İnsan, dolayısıyla bellek, kaybetmek istemediklerinin kaydını tutar, yaşatmak istediklerini de şiirle var eder. Hatta şaire, “Öldük, ölümden bir şey umarak” dedirtecek, ölümün bile! Ancak şu da var; insan belleği unutmaya yatkındır. Bunun önüne geçmenin en iyi yoludur şiir.

 

 Güzellik ve insan adına her şeyin tükenmeye yüz tuttuğu, dahası tüketildiği bir çağda, dünyanın, biçimden ve düzenden yoksun, uyumsuz ve karmaşık bir yapıya döndürüldüğü bu zamanda, yaşanmışlıkları şiire tutunarak yaşatma çabası, belki de en aşkın yanıdır insanın. Bu çaba, insanın bellek yitimine direnme çabasıdır da aynı zamanda. Unutmaya, unutulmaya, direnmesi(dir). Şöyle düşünüyorum:

 

 Şiir ve bellek toplumsal bir olgunun, olayın, durumun, yaşantının; kültürel, sanatsal, bilimsel ve felsefi olarak fotoğraflarının, defalarca çekilip doldurulduğu bir coğrafya, yakın olduğu kadar bir o kadar da uzak. Bu coğrafyada salt insansal olgular yer almıyor elbette ki. Bunların dışında doğa ve doğa varlıklarını da düşünmek gerek. Şair bu coğrafyanın gezginidir. Önündeki şiir atlasına kimi zaman rastlantısal, kimi zaman bilinçli seçmelerle gideceği adaların, yerlerin, durumların, kişilerin, yolculukların toplumsal belleklerini çizer, bırakır.

  Freud: "Ne zaman bir bilinçaltına insem, benden önce bir şairin oraya girdiğini görürüm" demişti.

 

 Ben bu coğrafyayı önceden gezmiş olanları düşünürüm hep...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme