“Şiir Ve Bellek” Üstüne, Bir Deneme/ Ali Ekber ATAŞ
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Şiire yolculuk,
insana yolculuktur. Ve insan hayatın anlamıdır. Buna göre şiir adına yapıp
ettiklerimizin hepsi, geçmişten bugüne “Şiir/imiz/in Belleği”ne, düşülen
notlarıdır insanın.
Savaş
çığırtkanlığının üst düzeyde yaşatıldığı bir döneme denk düşürülen bu tür
çabalar, bir bakıma bellek yitimine ve zihinlerde yaratılmak istenen erezyona
da bir müdahale sayılmalı diyorum. İster yazınsal olsun, ister bir yerden bir
yere yapılan bir yolculuk, çizilen bir resim, oylumlarıyla
insanı büyüleyen bir yontu, bir köy halısındaki desenlerin ardışık dizilişleri,
oyalı bir mendil, tülbent, masal, öykü, mani,
yakılan türkü... bütün bunlar, bir bellek oluşturma çabasıdır insanın, unutulup
gitmeye karşı bir duruş.
Özelde şair, genelde
sanatçı, ayağını bastığı, kökünü bulduğu toprağın insanıdır. Yaşadığı
coğrafyaya benzer. Bu toprakta yetişir, filizlenip dal budak salar, sürgün
verir. Ancak, şair, kendi yerelinde doğmuş, ulusal bir kimlik kazanmış
olmasının çok ötesinde, insancı ve evrensel bir dünyanın parçasıdır da aynı
zamanda. Salt kendi yerel coğrafyası ve toplumsalında olup bitenle ilgili
değildir. Somut sınırların çizildiği, olayların, olguların ve durumların
belirdiği insan da değildir o. Bunları çok çok aşan bir aşkınlığın, ortak bir
insanlık ekini (kültürü) yaratmanın en büyük paydaşıdır aslında. Dünyada olup
bitenlere, politikacılar, askerler, din adamları, bilim insanları ve bizler
gibi bakmaz, bakamaz. Dünya onun evidir, köyüdür. Bütün insanlar akraba,
tanıdık eş, dost ve arkadaşlarıdır. İnsanlığın yaratıları, sanatsal
düşüncesinin varlık nedeni, şiirinin ve us belleğinin de kaynağıdır. Genel
anlamıyla bu, bazen bir şiir, bazen düzyazının değişik alanlarında somutluk
kazanan bir eser, notalara dökülüp gelen bir müzik eseri, heykeltıraşın hünerli
elleri ve yaratıcı dehasıyla dışlaştırdığı bir yontu, bazen de bir ressamın
fırçasında hayat bulan bir resim olarak çıkar karşımıza. Hangi görüntü ve
anlamda çıkarsa çıksın, bir somutluk kazandığı anda, bellek oluşturma süreci de
başlamış demektir. Belki de insan yaşamının en büyük kazanımı, ödülü bellektir.
Sonsuzluk gibi! Çılgınca yaşanan, anlık, sınırsız mutlulukları, acıları,
kayıpları düşünelim bir. Bütün bir hayata ömür katan, her şeyi içinde
barındıran o büyük zıtlık (diyalektik gerçeklik) işte bu! Anlatmanın, konuşabilmenin
o en zor anı, sözün, sesin tükendiği yerdir, bizi bekleyen o büyük ödül. Ve
anımsamak, anımsanmak da tabi!..
Bana öyle geliyor ki,
insana dair yapılan
yolculukların en tehlikelisi şiirdir.
“Neden tehlikelidir”, sorusunun yanıtı,
yüzlerce yıllık tarihi, binlerce yıllık yaşanmışlıkları ve biriktirmelerine/birikimlerine,
yani insanlığın belleğine eğildiğimizde, şu sesle karşılık verir bize:
"Bir karşı
duruşun sesiyim ben. Baskıya, haksızlığa ve sömürüye…Yani insanca yaşanabilir
bir dünya oluşturma sürecinde, insanın karşılaşıp, ona bunun bir yazgıymış gibi
dayatılmaya çalışıldığı her durumda, başkaldırının sesiyim. Benim adım şiir!
Kıldan ince, kılıçtan daha da keskinliğim var benim…"
Böyle olduğu içindir
ki, her türden tehlikeyi barındırır içinde.
Zamanda
zamansızlığı, mekânda olmazsa olmazlığının zorlu yolculuğudur. Aşk gibi
devrimci ve dünyaya soldan bakar.
Ne kadar büyük
tehlike içeriyorsa, o derece kendine çeken de bir derinliğe sahip. İşte böyle
bir
aşkınlığın içine girdiğinizde, bütün
insanlığın belleğiyle buluşturur sizleri.
İnsan doğar, insan yaşar,
insan biriktirir. İnsan, paylaşır da!..
Şair, geçmiş
yaşamları (buna şiirin belleği de diyebiliriz), aktarırken, şiirin gücünden
yararlanarak yapar bunu. Bazen bir destanda anlatır, bazen bir dizede dışlaşır
belleğin sakladıkları. Bir yerde şiirin belleği, insanın varoluş sürecinin de
bir yansıması olup çıkıyor bu durumda karşımıza. İnsana dair baş döndürücü
değişimin ayrıntılarıyla beslenir. Biriken her bir anlamı, mekânsız, zamansız,
umulmadık bir anda bize iletir. Diyebiliriz ki, her bir şiir, kendi belleğinden
kopup gelen zaman ve uzam ayraçlarıdır. Belleğin derinliğindeki, toplumsal ve
bireysel anların içine kök salar. Geçmişle geleceğin, düşle gerçekliğin
zıtlıkların bütünlüğünde, kendi usuna dayalı bir anımsatmalar köprüsüdür bize;
başlangıçtan sonsuza uzayıp giden yoldur. Ve şiirin belleği salt anlık
duygulardan da oluşmaz. Düşüncenin, somut kavramların yuvalandığı, güçlü, cesur
ve sınırsız boğumlara da sahiptir.
Şiirin elleriyle
belleğe her dokunuşumuzda, bin yıllar ötesinden bize, hiç ölmemiş yaşamları
alıp getirir ve ussal belleğimize nakışlar. Tıpkı Homeros’un İlyada ve
Odesseus’u, bizim Gılgamış, Kerem İle Aslı, Yusuf İle Züleyha ve Mem-ü Zin’imiz
gibi… Her bir nakışında biz, insanın/insanlığın değişik yaşanmışlıklarını,
insanı insan yapan yanlarını yeniden yaşar ve tadarız. Kimi gün hüzünbaz anlara
sürükler bizi, kimi kez sevinçler kapı komşumuz olur. Aşkı aşkınlığı, iyiyi
kötüyü, güzeli çirkini, ayrılığı kavuşmayı, gurbeti sılayı, özlemi hasreti
işleyen yanlarıyla hayata anlam katar.
Hayvan
hayvan olarak doğar, insan insan olarak doğmaz, sonradan oluşturulur, diyor Roterdamlı Erasmus.
.
O halde şiir,
insanlaşma sürecimizde bizim en iyi öğretmenimiz. Onunla başkaldırıyı ve isyanı
öğreniyoruz. Özünde şiirin bu yanını, çocuğun isyanına benzetebiliriz de. Çünkü
bizim dünya tasarımlarımızda çocuğa yer yoktur. Bunu yaşayarak öğrenir çocuk.
Kendini bu gerçeklikten, oyun yoluyla soyutlar ve kendi düşsel gerçekliğine
dönüşün yolunu resimle bulur. Bu bir yaratma sürecidir aslında. Çocukça
yaratıcılığının dışlaşması, elle tutulur bir somutluğa dönüşmesidir. Aynı
zamanda bu, bellek oluşturma sürecinin, bilinçle atılan ilk adımıdır. Onun
içindir ki, Sezer Tansuğ, çocukların bu yaratıcı güçleri karşısında onları, ustalığın
zahmetine çekmeden birer usta… olarak
görür ve belletir bizlere. Çocuk hep alıcıdır, depolayıcı. Bütün yaşantılardan süzüp aldıklarıyla
oluşturduğu belleğin, bize oyun ve resim olarak dönüşü ne ise, şairin
yaşantılardan çıkarıp aldıklarını şiiriyle somutlaması da odur. Hele ki,
çocukluk, isyanın anavatanıdır, yurdudur, toprağıdır. En içli şiirler burada
yazılır, ilkin hayata dair ve belleğin silip atamadığı parçalar, burada
tamamlanır, bizi tamamlayan da budur aslında. Bizler şiirin gücüne sığınarak
yaparız bunu....
Çocuksu bu dünyanın
yaşanmışlıklarının unutulmaz anları, belleğin asla ve asla kapanmayan
penceresi. Belleksiz bir yaşamda; aşk, acı, sevgi, hüzün, hasretlik, özlem,
gurbetlik, sıla; kısası, geçmiş zamanın unutulmaz yanları anlamsız kalırdı,
çocuk olmak da. Sevmek, yaşamak, ölmek de öyle. Varolmak anlamını yitirirdi,
dahası! Çünkü anımsayamadıklarımız bizim olmadı hiç. Gelecek baharı düşlemek,
geçmiş baharı anımsamadan geçmiyor mu? Düşlemeyen kişi, beklemeyi ve umut
etmeyi de bilemez. Umudun olmadığı yerde hayat, günbatımındadır, ömrünü tamam ettiğine
inanır. İşte şiirin varoluş nedenlerinden biridir bu:
Belleği canlı tutma, anımsatma, yaşatma, belleğin dehlizlerine
bırakıp saklama…
Çünkü insan kaybetme
korkusunu hep içinde taşıdığından, kaybetmeyecekmiş gibi sarılır dört elle yaşama/yaşamına. Bunu çok iyi bilen şair, bu
kaybedilmişliğe, yitirilişe, bellek yitimine
karşı, şiirle devreye
girer. Şairce müdahale kaçınılmazdır burada. Sahiplenmenin ve yok olup gitmenin
bir şekil alması, şiir ve belleğin adeta derin bir gereksinimi olarak
kendiliğinden var olduğu an, bu andır. İnsan, dolayısıyla bellek, kaybetmek
istemediklerinin kaydını tutar, yaşatmak istediklerini de şiirle var eder. Hatta
şaire, “Öldük, ölümden bir şey umarak” dedirtecek, ölümün bile! Ancak şu da
var; insan belleği unutmaya yatkındır. Bunun önüne geçmenin en iyi yoludur
şiir.
Güzellik ve insan
adına her şeyin tükenmeye yüz tuttuğu, dahası tüketildiği bir çağda, dünyanın,
biçimden ve düzenden yoksun, uyumsuz ve karmaşık bir yapıya döndürüldüğü bu
zamanda, yaşanmışlıkları şiire tutunarak yaşatma çabası, belki de en aşkın
yanıdır insanın. Bu çaba, insanın bellek yitimine direnme çabasıdır da aynı
zamanda. Unutmaya, unutulmaya, direnmesi(dir). Şöyle düşünüyorum:
Şiir ve bellek
toplumsal bir olgunun, olayın, durumun, yaşantının; kültürel, sanatsal,
bilimsel ve felsefi olarak fotoğraflarının, defalarca çekilip doldurulduğu bir
coğrafya, yakın olduğu kadar bir o kadar da uzak. Bu coğrafyada salt insansal
olgular yer almıyor elbette ki. Bunların dışında doğa ve doğa varlıklarını da
düşünmek gerek. Şair bu coğrafyanın gezginidir. Önündeki şiir atlasına kimi
zaman rastlantısal, kimi zaman bilinçli seçmelerle gideceği adaların, yerlerin,
durumların, kişilerin, yolculukların toplumsal belleklerini çizer, bırakır.
Ben bu coğrafyayı
önceden gezmiş olanları düşünürüm hep...
Yorumlar
Yorum Gönder