CAN SIKINTISI ÜZERINE FELSEFI VE MODERN YAKLAŞIMLAR

 Can sıkıntısı, insanlık tarihi boyunca bireysel ve toplumsal bir mesele olarak tartışılmıştır. Bu duygu, yalnızca basit bir ruh hali değil, insanın varoluşsal sorularını ve anlam arayışını yansıtan derin bir olgudur. Tarihten modern zamana kadar uzanan bu kavram, felsefi analizlerle zenginleşmiş ve modern yaşamın etkileriyle dönüşüme uğramıştır. Makalenin Amacı   Bu makalede, can sıkıntısının tanımından başlayarak, felsefi yaklaşımlar, modern toplum üzerindeki etkileri ve çözüm önerileri detaylı bir şekilde ele alınacaktır. Can Sıkıntısının Tanımı ve Doğası Can Sıkıntısı Nedir? Can sıkıntısı, genellikle bir şey yapma isteksizliği, yaşamın monotonluğu ya da bir amaçsızlık hissi olarak tanımlanır. Bu duygu, bireyin içinde bulunduğu çevresel koşullardan kaynaklanabilir ya da içsel bir huzursuzluğun dışavurumu olabilir. - Seneca ve Antik Dönem: Antik Yunan ve Roma döneminde düşünürler, insanın günlük yaşamının rutinlerinden kaynaklanan monotonluğa dikkat çekmişlerdir. Özellikl

AŞK, MARK VE ÖLÜM’ün Düşündürdükleri

 



 Cem Karaca, Derdiyoklar, Muhabbet, Killa Hakan, Kabus Kerim ve Derya Yıldırım gibi isimlerin ortak özelliği Almanya’ya göçmüş olmaları. Almanya, kimilerinin ilk toprağı, kimilerinin de ikinci.

 1961’de çıkan yasayla Almanya’ya göçenlerin hikayesini çoğu kişi bilir. Bazen akrabalarımız olur onlar, bazen tanıdığımız, eşimiz, dostumuz. İyi ama göç ne demek?

 Bir Kitapdedektifiyiz klasiği olarak “göç” kelimesinin kökenini incelemekle başlamak gerek.

 TDK’ya göre göç, “ekonomik, toplumsal, siyasi sebeplerle bireylerin veya toplulukların bir ülkeden başka bir ülkeye, bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim yerine gitme işi, taşınma, hicret, muhaceret.”[1]

 Nişanyan Sözlük’e göreyse, “eski Türkçe kȫç “taşınma, taşınan yük”  sözcüğünden evrilmiştir. Bu sözcük Eski Türkçe yazılı örneği bulunmayan *kö- biçiminden Eski Türkçe +Iş ekiyle türetilmiş olabilir; ancak bu kesin değildir.” Dolayısıyla, belli bir sebeple başka bir yerleşim yerine gidenler olarak yorumlayabiliriz. Çoğu sınıf tahlili yapan devrimciden farklı olarak İbrahim Kaypakkaya bu konuya eğilip şu tespitleri yapmıştır:

“Bir kısım yoksul köylüler de ekin biçme zamanı başkalarının (yukarı orta köylülerin ve varlıklı köylülerin) tarlalarını biçerler. Karşılık olarak tarlaya ekilen tohum kadar (bider kadar) buğday alırlar.

 Şehirlere göçenlerin çoğunluğunu bunlar oluşturuyor. Bunlar özellikle Antep’te, hamallık, odun kırıcılığı, un fabrikalarında işçilik vs. yapmaktadırlar. Almanya’ya gidenlerin de çoğunluğu yoksullardır. Köylüler, “eğer Almanya olmasaydı, çoğu acından ölürdü” demektedirler.

 Yoksul köylüler, Ziraat Bankası’ndan ve Tarım Kredi Kooperatifleri’nden yararlanamıyorlar. 200 lira kredi alabilmeleri için epey ter döküp bir sürü kapı aşındırmaları gerekir. Çoğu hiç kredi alamaz. Gün geçtikçe yaşama koşulları zorlaştığından, bu borçların ödemeleri ayrı bir dert oluyor. Üç-beş yerel faizciye, bakkallara vs. borçlu olmayan yoksul köylü hemen hemen yoktur. Toprağı ve hayvanı olmayan yoksul köylülere faizciler de borç vermiyor.

 Bu tabaka, devrime ve silahlı mücadeleye güçlü bir istek duymaktadır; her türlü reformist ve burjuva görüşlere dudak bükmektedir. Köylük bölgelerde dayanacağımız esas güç bunlardır. Bunların yazgısı ve kurtuluşu, proletaryanın yazgısı ve kurtuluşuyla kesin olarak ve kopmaz bir şekilde birleşmiştir.

 Orta Köylüler: Yıllık gelirleri 15 bin lirayı geçen aileler, genellikle bu gruba girerler. Bunlar, ya görece iyi topraklara sahiptirler, ya 50-60 davara sahiptirler ya da hem bir parça iyi toprağa, hem de bir miktar koyuna sahiptirler. Bir kısmının iki öküzü, bir veya birkaç ineği, bir eşeği veya katırı vardır. Bir kısmının ise toprağı ve davarı az olduğu halde (veya hiç olmadığı halde), elinde bir miktar parası vardır. Özellikle Almanya’ya gidip dönenlerin, dolmuşçuların, nahiyede bakkallık yapanların ve benzerlerinin durumu böyledir. Bunlar da orta köylü sayılırlar. Bunların bir bölümü faizle para verir, bir bölümü şehirde arsa vs. satın alır, bir bölümü ticarete atılır. Orta köylü aileleri çokluk bakımından yoksul köylülerden sonra gelirler. Fakat bunların sayısı yoksulların yanında pek az kalır.”[2]

 Elbette bu durum, Almanya’ya hiçbir şekilde şehirlerden gidilmedi anlamına gelmemekte.

 Toplumsal koşulların yanında sınıfsal koşulların insan düşünce gelişiminde etkili olduğu gerçeğinin yanında aynı zamanda da sınıfsal koşulların toplumu etkilediği ortada. Aslında işin başlangıcı da bu son cümlede bulunuyor. Bunun bir izdüşümünü de Almanya’ya göç eden insanlarda rahatça gözlemleyebilirsiniz.

 Sadece toprağındaki hasat iyi olunca mutlu olan köylü ile – ki az önce Kaypakkaya’nın tespitiyle bu toprağının bile pek de olmadığını anlamıştık – iş, konaklama, ısınma, gıda ve vergiler ile zor nefes alabilen şehirlinin, “modern görünümlü” kentte yaşamasının sonucu aynı olamaz. Olmadı da zaten. Şehirlinin ekonomik refleksleriyle köylünün ekonomik refleksleri birbirine benzemedi; Almanya’ya giden şehirliyle köylünün “şaşkınlığı” aynı düzeyde olmadı. 

 Bitmez, insan gittiği her yere kendinden de parçalar götürür. Kültürünü yanında taşır. Toplumsal krizlerini de beraberinde getirir.

 70'li yıllar, beyaz perdede geçmişe göre daha toplumsal bir perspektifin yansıtıldığı dönem. Bu dönemde Türkan Şoray'ın hem yönetmenlik deneyimi hem de başrolde yer aldığı Dönüş (1972) filmi, bu değişimi örnekleyen önemli bir yapıt.

 Özellikle Kadir İnanır ile Türkan Şoray’ın filmdeki şu diyaloğu durumu özetler nitelikte:

       -   Ağrıma gitmekte iyice

-        Ne?

-        Aynı musluk gibi. Düğmesi var. Çevirdin mi aydınlık yağmakta.

-        Fakirlik, eksiklik ayıp değil. Günün birinde köyümüze de gelecek o dediklerin.

-        Beklemesi neden?  Biz gideceğiz medeniyete. Kasabayı geçtim. Büyük şehre gideceğiz dönüşümde.

-        Nerden dönüşünde?

-        Alamanya’dan

 Türkiye’de yaşayan köylü ağır fiziksel koşullar altında çalışmasının getirdiği dayanaklılık tam fabrikalara göreydi. Ancak buna rağmen fabrikalarda hafife alınacak düzeyde değildi.

 1967 yılında, Türk işçilerin yoğun bir şekilde istihdam edildiği Almanya'daki Ford fabrikasını ziyaret eden bir gazeteci olan Günter Wallraff, etkileyici bir deneyim yaşadı. Wallraff, eski bir Ford işçisinin oğlu olarak, bir süre demir-çelik sektöründe çalıştıktan sonra gazeteciliğe geçiş yapmış ve IG Metall'in yayın organında yazmaya başlamıştı. 1985 yılında, bir Türk işçinin kılığına girerek yaşadıklarını anlattığı "En Alttakiler" adlı kitabıyla büyük bir tartışma yarattı. Wallraff, fabrikanın Y bölümünde gördüğü çalışma düzeni karşısında dehşete düşmüş ve 1967 yılında hala 6700 Türk işçinin çalıştığı fabrikayı "Cehenneme açılan bir avlu" olarak nitelendirdi.

 Tam da bu Y bölümünde başını Türklerin çektiği ciddi bir grev patlak verdi. Üstelik grev ilk olarak sendikayı, daha sonra da yönetimi hedef aldı. Yazının asıl konusu bu kısım olmadığı için oldukça detaylı ancak özellikle anı ve tecrübe okumayı sevenler için Serkan Seymen’in iki bölümlük şu şahane yazı dizisini tavsiye edip satırlara devam edelim.

 Belgesel, bu düzen(!) içindeki kaostan besleniyor; bu işçilerin beraberlerinde getirdiği kültürle onlara ulaşıyor.

"Aşk, Mark ve Ölüm / Love, Deutsch Marks and Death", eğlenceli ve dolambaçlı bir dille, ilk defa gün yüzüne çıkan arşiv görüntüleri eşliğinde seyircilere sunulmakta. Türkiyeli göçmenlerin bağımsız müzik dünyası, Almanya için eşsiz nitelikler taşımakta ve böylece Türkiye'den Almanya'ya taşan müziğin 60 yıllık mirasını kutlamakta.

 Aşk, Mark ve Ölüm belgesel filmi, Cem Kaya ve Mehmet Akif Büyükatalay'ın ortak çalışmasıyla ortaya çıkmış ve Remake, Remix, Rip-Off belgeseliyle büyük başarı elde eden Cem Kaya tarafından yönetildi. Türkiyeli göçmenlerin, çocuklarının ve torunlarının yaşattığı bağımsız müzik kültürünün benzersiz hikayesini anlatırken, Türk-Alman kültürel etkileşimi ve müziğin sınırlarını aşan evrensel diline odaklanıyor.

 Köln Bülbülü Yüksel Özkasap, Derdiyoklar, Cavidan Ünal, Muhabbet, Killa Hakan, Kabus Kerim, Erci E. ve Hatay Engin gibi isimlerle müzikal bir ünlüler geçidini sunuyor. Belgeselde, mini gazinolardan, düğün salonlarına ve hatta alışveriş merkezlerine kadar Türkiyeli göçmenlerin kültürüne tanık oluyoruz. 

 Belgesel, müziğin yanı sıra göçmenlerin yaşadığı sosyal ve ekonomik gerçekliklere de odaklanarak, Türkiye'den Almanya'ya göç eden köylülerin yaşadığı mücadeleleri ve hayatlarını anlatıyor. Göçmen köylülerin işportacılık gibi geçim kaynaklarına yönelmeleri ve Almanya'ya taşınarak yeni bir yaşam kurma çabaları, zorlu bir deneyim olduğunu gösteriyor.

 Klasik filmlerin giriş, gelişme ve sonuç kısımlarını Aşk, Mark ve Ölüm olarak seyirciye gösteriyor ve izleyenleri ilk göç zamanından günümüze kadar getiriyor. Çekimlerinin beş yıl sürdüğünü belirten Kaya, çok iyi kurguya imza atmış. 

 Filmin özellikle ölüm kısmı biraz aceleye gelmiş gibi gözükse de bu kısmı da ortak arşivi kullandıkları belli olan Şokopop şu video ile kapatmış.

 Festival belgesellerinin aksine Aşk, Mark ve Ölüm gösterime girdiğinden beri oldukça fazla alakayla karşılanıyor ve bunu hak ediyor.

İzlemek isteyenler için hala online gösterimde. Kaçırmayın!

Belgesel filmi izlemek için:  Aşk, Mark ve Ölüm

Ayrıca meraklısı için ask mark ve olum röportaj

 



[2] İbrahim Kaypakkapa, Seçme Yazılar, Umut Yayımcılık, Nisan 20

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme