CAN SIKINTISI ÜZERINE FELSEFI VE MODERN YAKLAŞIMLAR

 Can sıkıntısı, insanlık tarihi boyunca bireysel ve toplumsal bir mesele olarak tartışılmıştır. Bu duygu, yalnızca basit bir ruh hali değil, insanın varoluşsal sorularını ve anlam arayışını yansıtan derin bir olgudur. Tarihten modern zamana kadar uzanan bu kavram, felsefi analizlerle zenginleşmiş ve modern yaşamın etkileriyle dönüşüme uğramıştır. Makalenin Amacı   Bu makalede, can sıkıntısının tanımından başlayarak, felsefi yaklaşımlar, modern toplum üzerindeki etkileri ve çözüm önerileri detaylı bir şekilde ele alınacaktır. Can Sıkıntısının Tanımı ve Doğası Can Sıkıntısı Nedir? Can sıkıntısı, genellikle bir şey yapma isteksizliği, yaşamın monotonluğu ya da bir amaçsızlık hissi olarak tanımlanır. Bu duygu, bireyin içinde bulunduğu çevresel koşullardan kaynaklanabilir ya da içsel bir huzursuzluğun dışavurumu olabilir. - Seneca ve Antik Dönem: Antik Yunan ve Roma döneminde düşünürler, insanın günlük yaşamının rutinlerinden kaynaklanan monotonluğa dikkat çekmişlerdir. Özellikl

Sihirli Çikolata / Işıl Sevilmiş'in kaleminden

  


Merhaba , ben Işıl. Sana ,her an yanı başında duran bir mucizenin hikayesini okuyacağım. Bazen bir kahvecide, bazen her gün çıktığın kapının önünde, bazen atıştırmalık almaya girdiğin markette, nefes almak için gittiğin çay bahçesinde, üşüdüğünde boynuna sarmak için atkı almaya girdiğin mağazada, geçmişe ve başka pencereden bakmaya niyetlendiğin için uğradığın ikinci el kitap ve müzik dükkanında, yanından geçip gidiveren, kokusunu duyduğun, sıcaklığını hissettiğin gölgesini gördüğün, elini uzatsan tutacak kadar yakın ama göremediğin bir mucize. Tahmin edebildin mi? AŞK! Evet aşk. Kainatın biz insanlara armağan ettiği, hepimizin hamurunda doğal var olan, vanilya gibi, kabartma tozu gibi, Peter Pan’ın uçmak için kullandığı peri tozu gibi sihirli, mucizevi AŞK! Bütün gün nehir gibi durmadan akan hayata koşarak yetişmeye çalışmaktan yorgun düşen bedeninin görmene izin vermediği mucize. Sana belkide her gün alelade ağzına attığın çikolatanın satıldığı bir dükkanın sebep olduğu mucizevi bir aşk hikayesi okuyacağım. Yeni bir yıla girerken, yeni bir sen ve yeni bir mucizeye sarılmaya ne dersin? Şimdi bulutlar gibi puf puf yastıklarını kabart, üstüne yumuşacık yorganını çek ve geriye yaslan. Derin bir nefes al, aldığın süreden daha uzun sürede ver. Hazır mısın? Başlıyorum...

 “Hatırla, sonbaharda, yağmur yağıyordu, birazdan olacakları kimse bilemezdi. Sen çikolata dükkanından içeriye girdiğinde...” Yağmur bulutlarının, güneşin güzelim ışınlarını kendine saklamak için çaba harcarcasına büründüğü gri renk yok oldu, yerini göz kamaştıran bir parıltıya bıraktı.

Şemsiyene rağmen ıslanan, uzun dalga dalga  saçlarından süzülen yağmur damlaları, yavaşlatılmış film sahnesinden çıkmış gibi ağır ağır damlarken yere, minicik su damlalarının sesinin böyle güzel bir şarkıya dönüştüğünü ilk defa duyuyordum. Telaşsız, sakın, su gibi berrak, güneş gibi parlak halin göz kamaştırıcıydı. Gözlerimi alamıyorum senden.

Boğazlı, krem rengi bol kazağından göğe doğru uzanan o narin boynun, soğuktan pembeleşmiş minik burnun ve yanaklarından, yıldız tozu dökülüyordu her yere ve sen farkında bile değildin. Cam kenarında, küçük bir masanın önüne otururken gülümsüyordun, sana “hoş geldiniz” diyen garsona.

Çikolata dükkanı ancak eski filmlerde gördüğümüz, su yeşili ahşap kapı ve çerçeveleri ile, kapısı tam ortada olan, kapının iki yanında iki kişinin karşılıklı oturabileceği kadar küçük, camlı bir alanı, camlarında el işi dantel perdelerin asılı olduğu, kahve ve çikolata eşliğinde sohbete koyulan müşterilerin daha samimi olabileceği kadar yakın oturmalarına izin veren ahşap fiskos masalara sahip nostaljik bir dükkandı. Hatta müzik hala taş plak çalan bir gramofondan yükseliyordu. Edit Piaf muhteşem sesiyle “Aşka övgü” şarkısını söylüyordu.

Bugün çikolata dükkanının tadım günüydü. Her hafta Çarşamba günü bu sihirli dükkandan çıkan müşteriler yürümez de, uçar gibi süzülerek giderlerdi mutluluktan. Ben ise o kadar şanslıydım ki, henüz o çikolatalardan tatmadan, oturduğum yerden yükselmiştim.

Zaman yavaşladı, hareketler kısıtlandı, sesler kısıldı, renkler soldu ve sonunda zaman durdu. Tek renk senden yayılan göz alıcı ışıktı. Ve ben  ateşe uçan pervane gibi sana koşuyordum.

Az önce sipariş ettiğin çikolatanın içinden akan akışkan dolgu, dudağının kenarına damlamıştı ve sen peçete arıyordun. Hareketleri donmuş insanların arasından geçip yanına süzüldüm.

-Af edersiniz, yardımcı olabilir miyim? ,dedim sana.

Şoktaydın, yüzüme bakarken dondu ve gözlerime odaklandı gözlerin. Narin çenenden tutabildim parmak uçlarımla, porselen bir bebeği tutar gibi, zarar vermekten korkarak, ürkek, kırılgan, hassas. Eğildim. Dudaklarımla  aldım dudağının kenarından çikolatayı. Doğrulduğumda, gözünden bir damla yaş süzülüyordu, bir pırlanta, bir inci tanesi gibi parlak, değerli, kıymetli.  Parmağımın ucuyla aldım yanağından o mücevheri ve kendi göz damlama karıştırdım.

-Göz yaşlarımız yoldaşını buldu, diyebildim.

-Sen! Sen kimsin? Seni tanıyorum ama nerden? Dedin.

-Ne önemi var?

Elini tuttum, masadan kaldırdım, bir peri gibi hafif, esnek, kalktın ve tek adımda çikolata dükkanından çıkmıştık kapı önüne. Yıllardır defalarca geldiğim o dükkan artık sadece bir çikolata dükkanı değil kutsal bir mabetti bizim için. Ömrümün yarısının geçtiği, parke taşı döşeli, arnavut kaldırımlı o sokak cennetime giden yolmuşta benim bugün haberim olmuş gibi.

Sonbaharın son gününün,  son yağmuruyla, dallarıyla vedalaşan hüzünlü yapraklarla süslenmiş parke taşlı yolumuza,  altın serpilmiş gibi, gitmemiz gereken yolu gösteriyordu bize. Çıktığımız kapının önünde, seni masadan kaldırdığım gibi ani ve tek bir hareketle çekip belini sardım. Beline kadar uzanan sırma saçlarından damlayan yağmur damlalarını ve narin belini hissettim elimde. Sol elimle belini kavramış ve kendime çekmişken seni, sağ elimle ceketini omuzlarına koymaya çalışıyordum. Sen iki elin yanlarında, kehribar taşlarını andıran, kocaman bal rengi gözlerinle bana bakıyordun hala tüm şaşkınlığınla.



-        Bu koku, bu gözler, bu tat. Seni tanıyorum.

-        Evet, bende seni tanıyorum.

-        Ama nasıl?

-        Ne önemi var?

Çıktığımız dükkanın tam karşısında,  kocaman, parke taşlı bir yol vardı ve altın yapraklar o yolu gösterircesine serilmişlerdi yere. Yolun sonu henüz görünmüyordu ama iki tarafında kış hüznüne teslim olmuş, yüzyıllardır bizi yüzlerce defa gören muhteşem büyüklükteki bilge ağaçlar selamlıyordu bizi. Ceketini omuzlarına atınca sağ elini sağ elimin içine alıp, belinden incitmekten korkarak tutup yürütmeye başladım seni. İlk değil ama ikinci adımda yola bakabildin. “Kuğu Gölü” balesini sahneleyen bir balerinin sahneye çıkış edasıyla parmak ucunda atıyordun adımlarını ve hiç  bir detayı kaçırmak istemeyen izleyiciden öte ben, sana eşlik etmek için can atıyordum. Nereye gittiğimizi merak ediyordun ama benimde bilmediğimi hissediyordun. Elindeki sihirli sıcaklık, nefesindeki büyülü tat yol gösteriyordu. Daha önce defalarca geçtiğimiz bu ilahi yol ilk defa görüyormuşçasına sihirli, süslü, parıltılı, sevgi doluydu. Neden bu yolun sihrini daha önce görmemiştim ki? Sanırım sen yoktun ve ben eksiktim.

Yağmur durmuş ve gri mavi bulutların arasından güneş ara ara kendini gösteriyordu. Ağaçların çıplak dallarında kalan son yağmur damlaları kendini bırakırken yere, üstümüze elmas parçaları dökülüyor ve bizi süslüyor gibiydi. Her iki yanda sıralanmış ağaçların hemen arkasında su kanalları vardı ve sokakta çağlayan iki dereymiş gibi bir edayla akıyorlardı. Dere yatağı edalarını, pırıl pırıl renklerdeki yapraklarla süsleyerek neşeleniyorlardı. Sevgiyle akan suyun üstünde olmaktan ne kadar çok eğlendikleri anlaşılan güz yaprakları lunaparkta oynayan cıvıl cıvıl çocuklar gibi görünüyorlardı.

Yağmurun durmasını fırsat bilen bir kaç serçe ve bir kaç şaka kuşu, birbirlerine haber verircesine şakıyarak, aceleci hareketlerle oradan oraya uçuşuyorlardı. Bu heyecan yağmurun bitmiş olmasından mı kaynaklanıyordu, yoksa bizim oradan geçmemizden mi kaynaklanıyordu, emin değildim. Ben ikincisine inanmayı seçtim. Çünkü ne zaman bakışlarımı sana çevirsem aynı yöne bakarken buluyordum bizi. Tek bir ruh, iki beden gibi hareket ettiğimizi görüyordum. Bu buluşma yalnızca bizi etkilemiş olamazdı. Yüzyıllar öncesinden ayarlanmış, her adımımızda dünyaya yayılan sihirli bir buluşmaydı, buna emindim. Zaman ve Dünya, tüm varlıklarıyla bu buluşmayı bekliyordu. Yürüyüşümüzün bilmediğim kaçıncı saati, kaçıncı günüydü acaba? İşte o anda bunu kanıtlayan bir şey oldu. Yine bakışlarımı sana çevirdiğim bir anda beni yakaladın, gözlerimiz birleşti, bir şimşek çaktı gibi oldu, ayağın taşların arasındaki boşluğa takıldı, sendeledin, düşmemen için seni var gücümle sardım, nefeslerimiz birleşti. Nefesinde ,dünyanın bu zamanında, yaşadığım bu hayatta, daha önce hiç duymadığım bir tat, koku ve his vardı. Bu yaşamımda ilkti ama başka bir zamanda başka bir yerde tanıdığıma emin olacak kadar alışkın ve yakındım. Çikolata gibi ama daha sihirli. O mucizevi an, başka, daha büyük mucizevi anların habercisiydi. Bir serçe, yuva yapmak için bulup gagasında taşıdığı ökse otuyla başımızın etrafında bir tur attı ve gitti. Mesajı almıştık ikimizde. Kızaran yanaklarımızla devam ettik yürümeye. Zamanla birlikte, hareketleri yavaşlamış insanların, güneşe bakarken verdikleri, gözlerini tam olarak açamadıkları ama sihirden gözlerini alamayıp inatla parmaklarının arasından görmeye çalışma tepkileri vardı bize bakarken.

Bu sihirli yürüyüşün nasıl biteceğini merak etmesek de uzakta bir hareketlilik görünüyordu. Yolun sonuna mı geldik acaba hissi adımlarımızın küçülüp yavaşlamasına sebep oldu. İkimizin de geri gitmek ister gibi bir hali vardı ama ileride ne olduğunu da çok merak ediyorduk.

Ne zamandır, ne kadar yürüdük bilmiyorum ama hava başkalaşmaya birazcık daha soğumaya başlamıştı. Yolun sonu artık görünüyordu. Şehrin, kocaman, yuvarlak meydanına çıkıyordu yol. Meydanın ortasına kocaman bir çam ağacı dikilmişti. Ağaç öylesine büyüktü ki meydanı çevreleyen tüm binalardan yüksek ve çevresini elli insanın el ele tutuşarak ancak çevreleyebileceği kadar geniş. O kadar büyüktü ki, az önce yol boyu bizi selamlayan kuşlar, ailelerini de alıp ağaca yuva yapmaya gelmişlerdi.  Sevinçten, şehri süslemekle görevli ekibe yardım için çırpınan insanlarla, kuşların sesleri birbirine karışmıştı. Mutluluk verici bir karmaşa ve uğultuydu.



Altın yapraklarla süslü yolumuzdan çıkıp o muhteşem ağacın ve kalabalığın olduğu meydana ilk adımımızı attığımızda ilk kar taneside düştü burnumuza. Kar tanesi mi o diye şaşı olan gözlerimizle burnumuzun ucuna bakmaya çalışırken, diğer kar taneleri de meydanı ve diğer insanları sevindirip süslemeye çalışıyordu. Sevinç çığlıkları yükseliyordu meydandan. Bizde o sevinçle birbirimize biraz daha sokulup, kar tanelerini karşılamak için yukarı bakarken kendi etrafımızda dönmeye başlamıştık. Tam manasıyla baş döndürücü bir andı. Çok kısa sürede pamuk gibi, lapa lapa yağmaya dönüşen kar, ağacınızı bende süslemek istiyorum dercesine beyaza boyuyordu meydanı ve ağacı. O sevinç gösterilerinin ortasında, ağacın hemen dibinde, ağacı süslemek için ekibin indirdiği süslerin ortasında, bir karton kutuda, kocaman bir yıldıza ilişti gözümüz. Ağacın en üstüne, zirvesine konmak için getirildiği belliydi. Ekip dört koldan ağacı süslerken en üste ulaşmak için bir platform hazırlıyorlardı ve yıldız tam o platformun yanındaydı. Elimize düşen karlara bakmayı bırakıp ona, yıldıza doğru yürümeye başladık. Hava kararıp soğuk iyiden iyiye bastırınca, meydanın her köşesinde ateşler yakılıyordu. Her yanan ateşten vuran sıcak ışık, yıldızın daha fazla parlamasına ve bizim ona çekilmemize sebep oluyordu. Biz yıldıza yaklaştıkça meydanda ki sesler azalıyordu. Sanki insanlar ona doğru yürüdüğümüzü görüyor, bize yol veriyor ve susuyordu. Onlar da bizi sihirli bir film izler gibi izliyordu. Yıldıza ulaşmamıza bir adım kala herkes susmuş ve durmuştu. Nefeslerini tutup yıldızı elimize almamızı bekliyorlardı. O parlak ,ışıl ışıl yıldızın önüne geldiğimizde önce kendimizi, soğuktan kızarmış burnumuzu, yanaklarımızı ve birbirimizi gördük yıldızın üstünde. Büyülenmiş, fal taşı gibi açılmış gözlerimizle sen sol, ben sağ elimizi uzattık yıldıza. Dokunduk, elimize aldık ve elektrik akımı gibi, ışık patlaması gibi, daha önce yaşanmamış bir his geçti bedenimizden. Öyle bir an ki herkesin gördüğü bir heyecan. Bir kalp çarpıntısı hissettik ikimizde. Bedenlerimiz sarsılıyordu her kalp atışımızda. Titriyorduk, ağlıyorduk. Göz göze geldik. Nasıl bir sihirdi,  ne oldu farkına bile varmadan ,ağacı süslemekle görevli ekibin yardımıyla platforma çıkarılmış, başı göğe değercesine yüksek ağacın tepesine doğru yükseliyorduk. O kutsal yıldızı,  ağacın zirvesine yerleştirme görevini istemsizce bize veren insanların gözlerinden biz yukarı çıktıkça yaşlar süzülüyordu.


                                                           
 
Bir iki saat önce mutluluk çığlıkları atan meydan dolusu topluluk, aşkın kutsallığına ve hüzünlü heyecanına teslim olmuş ağlayarak bize bakıyordu. Zirveye ulaşmıştık sonunda, elimizdeki kocaman yıldıza bakıp, gözlerimizden akan yaşlarla, onu ağacın tepe noktasına yerleştirmek üzere uzandık. Yıldız yerine oturdu ve o an kayan bir yıldızın altında ateşler parladı, havai fişekler patladı, bir enerji dalgası altın rengiyle ağacın tepesinden yere ve tüm dünyaya yayıldı. Herkes yanında kim varsa sarılmış ağlıyordu. Alnımı alnına yasladım, gözlerimizden akan inciler ve pırlantaların bir kısmı, ağacı süsledi,  geri kalanı karanlık gökyüzüne yükselip, yıldız olup gecemizi aydınlattı. Yıldızımız, ağaçtan aşağı önce tüm meydana ve meydandaki insanlara, sonra tüm yeryüzüne bir ışık dalgası gibi sevgimizi, aşkımızı yaydı. Seninle karşı karşıya olan kalbimin, bedenlerimizin arasından, bir ışık doğdu. Çıplak gözle bakılamayacak kadar parlak ışığımıza bakamaz hale gelince kapadık gözlerimizi, birbirine değen alınlarımızdan kurduğumuz kopmaz bağımız, bize çok eskilerden sahneler göstermeye başladı. Siyah beyazdı önceleri,  anlık sahnelerdi ama netti. Hepsinde biz vardık. Bir sahnede sen prenses, ben hizmetkar, bir diğerinde farklı dillerden insanlarken, başka bir sahnede, sen bir savaş esiri, ben bir düşman askeriydim. Bir tanesinde daha düşman ailelerin çocuklarıydık, Romeo ve Juliet gibi. Her sahnenin sonunda, kavuşamayan sevgililer olduğumuz kesindi. Biz, seninle yüzyıllardır, her hayatımızda doğup, her hayatımızda birbirimizi sevip, kavuşamayan ama hiç vazgeçmeyen ve vazgeçmediği için de tekrar tekrar dünyaya gelen, aşkla kavrulmuş ruh eşleriydik. Ve bu yüzyılda, yine birbirimizi bulup yine sevmiştik. Tek farkla. Kavuşmamız için aramızda hiç bir engel yoktu. Tüm dünya, tüm varlıklar bu sefer bir araya gelmemiz için yardım ediyordu. Ağacın zirvesinde, yıldızımıza yakın, platformun üstünde zaman durmuşken, bizi aşağı indiren görevlinin yüzündeki hayranlığı, şefkat ve sevgiyi gördüm. Göz yaşları anlatıyordu her şeyi. Belkide bir melekti, bembeyaz kanatları, başında haresiyle. Platformdan inmemize yardım etti, selam ve yol verdi, teşekkür ederek. Sen kollarımda, sıcacık, güvenle, sevgi, şefkat ve AŞK dolu, yürüyorduk karlar üzerinde iz  bırakarak. Bu koku, bu tat, bu gözler, yüzyıllardır sevdiğimdi. Bu göz yaşları, yeni bir yıldız galaksisi oluşturmaya yetecek kadar dökülmüştü ve biz artık yıldızların üstünde yürüyorduk.  Adım adım, yavaş yavaş, sonsuza dek...

 ---

Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için Patreon linki üzerinden bize bir kahve ısmarlamanız size hiçbir şey kaybettirmeyecekken bize çok şey kazandıracak.  

https://www.patreon.com/kitapdedektifiyiz

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme