Sihirli Çikolata / Işıl Sevilmiş'in kaleminden
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Merhaba , ben Işıl. Sana ,her an yanı başında duran bir mucizenin hikayesini okuyacağım. Bazen bir kahvecide, bazen her gün çıktığın kapının önünde, bazen atıştırmalık almaya girdiğin markette, nefes almak için gittiğin çay bahçesinde, üşüdüğünde boynuna sarmak için atkı almaya girdiğin mağazada, geçmişe ve başka pencereden bakmaya niyetlendiğin için uğradığın ikinci el kitap ve müzik dükkanında, yanından geçip gidiveren, kokusunu duyduğun, sıcaklığını hissettiğin gölgesini gördüğün, elini uzatsan tutacak kadar yakın ama göremediğin bir mucize. Tahmin edebildin mi? AŞK! Evet aşk. Kainatın biz insanlara armağan ettiği, hepimizin hamurunda doğal var olan, vanilya gibi, kabartma tozu gibi, Peter Pan’ın uçmak için kullandığı peri tozu gibi sihirli, mucizevi AŞK! Bütün gün nehir gibi durmadan akan hayata koşarak yetişmeye çalışmaktan yorgun düşen bedeninin görmene izin vermediği mucize. Sana belkide her gün alelade ağzına attığın çikolatanın satıldığı bir dükkanın sebep olduğu mucizevi bir aşk hikayesi okuyacağım. Yeni bir yıla girerken, yeni bir sen ve yeni bir mucizeye sarılmaya ne dersin? Şimdi bulutlar gibi puf puf yastıklarını kabart, üstüne yumuşacık yorganını çek ve geriye yaslan. Derin bir nefes al, aldığın süreden daha uzun sürede ver. Hazır mısın? Başlıyorum...
Şemsiyene
rağmen ıslanan, uzun dalga dalga
saçlarından süzülen yağmur damlaları, yavaşlatılmış film sahnesinden
çıkmış gibi ağır ağır damlarken yere, minicik su damlalarının sesinin böyle
güzel bir şarkıya dönüştüğünü ilk defa duyuyordum. Telaşsız, sakın, su gibi
berrak, güneş gibi parlak halin göz kamaştırıcıydı. Gözlerimi alamıyorum
senden.
Boğazlı,
krem rengi bol kazağından göğe doğru uzanan o narin boynun, soğuktan pembeleşmiş
minik burnun ve yanaklarından, yıldız tozu dökülüyordu her yere ve sen farkında
bile değildin. Cam kenarında, küçük bir masanın önüne otururken gülümsüyordun,
sana “hoş geldiniz” diyen garsona.
Çikolata
dükkanı ancak eski filmlerde gördüğümüz, su yeşili ahşap kapı ve çerçeveleri
ile, kapısı tam ortada olan, kapının iki yanında iki kişinin karşılıklı
oturabileceği kadar küçük, camlı bir alanı, camlarında el işi dantel perdelerin
asılı olduğu, kahve ve çikolata eşliğinde sohbete koyulan müşterilerin daha
samimi olabileceği kadar yakın oturmalarına izin veren ahşap fiskos masalara
sahip nostaljik bir dükkandı. Hatta müzik hala taş plak çalan bir gramofondan yükseliyordu.
Edit Piaf muhteşem sesiyle “Aşka övgü” şarkısını söylüyordu.
Bugün
çikolata dükkanının tadım günüydü. Her hafta Çarşamba günü bu sihirli dükkandan
çıkan müşteriler yürümez de, uçar gibi süzülerek giderlerdi mutluluktan. Ben
ise o kadar şanslıydım ki, henüz o çikolatalardan tatmadan, oturduğum yerden
yükselmiştim.
Zaman
yavaşladı, hareketler kısıtlandı, sesler kısıldı, renkler soldu ve sonunda
zaman durdu. Tek renk senden yayılan göz alıcı ışıktı. Ve ben ateşe uçan pervane gibi sana koşuyordum.
Az önce sipariş
ettiğin çikolatanın içinden akan akışkan dolgu, dudağının kenarına damlamıştı
ve sen peçete arıyordun. Hareketleri donmuş insanların arasından geçip yanına süzüldüm.
-Af
edersiniz, yardımcı olabilir miyim? ,dedim sana.
Şoktaydın,
yüzüme bakarken dondu ve gözlerime odaklandı gözlerin. Narin çenenden tutabildim
parmak uçlarımla, porselen bir bebeği tutar gibi, zarar vermekten korkarak,
ürkek, kırılgan, hassas. Eğildim. Dudaklarımla
aldım dudağının kenarından çikolatayı. Doğrulduğumda, gözünden bir damla
yaş süzülüyordu, bir pırlanta, bir inci tanesi gibi parlak, değerli,
kıymetli. Parmağımın ucuyla aldım yanağından
o mücevheri ve kendi göz damlama karıştırdım.
-Göz
yaşlarımız yoldaşını buldu, diyebildim.
-Sen! Sen kimsin?
Seni tanıyorum ama nerden? Dedin.
-Ne önemi
var?
Elini
tuttum, masadan kaldırdım, bir peri gibi hafif, esnek, kalktın ve tek adımda
çikolata dükkanından çıkmıştık kapı önüne. Yıllardır defalarca geldiğim o
dükkan artık sadece bir çikolata dükkanı değil kutsal bir mabetti bizim için.
Ömrümün yarısının geçtiği, parke taşı döşeli, arnavut kaldırımlı o sokak
cennetime giden yolmuşta benim bugün haberim olmuş gibi.
Sonbaharın son gününün, son yağmuruyla, dallarıyla vedalaşan hüzünlü
yapraklarla süslenmiş parke taşlı yolumuza,
altın serpilmiş gibi, gitmemiz gereken yolu gösteriyordu bize. Çıktığımız
kapının önünde, seni masadan kaldırdığım gibi ani ve tek bir hareketle çekip
belini sardım. Beline kadar uzanan sırma saçlarından damlayan yağmur
damlalarını ve narin belini hissettim elimde. Sol elimle belini kavramış ve
kendime çekmişken seni, sağ elimle ceketini omuzlarına koymaya çalışıyordum. Sen
iki elin yanlarında, kehribar taşlarını andıran, kocaman bal rengi gözlerinle
bana bakıyordun hala tüm şaşkınlığınla.
-
Bu
koku, bu gözler, bu tat. Seni tanıyorum.
-
Evet,
bende seni tanıyorum.
-
Ama
nasıl?
-
Ne
önemi var?
Çıktığımız dükkanın tam
karşısında, kocaman, parke taşlı bir yol
vardı ve altın yapraklar o yolu gösterircesine serilmişlerdi yere. Yolun sonu
henüz görünmüyordu ama iki tarafında kış hüznüne teslim olmuş, yüzyıllardır
bizi yüzlerce defa gören muhteşem büyüklükteki bilge ağaçlar selamlıyordu bizi.
Ceketini omuzlarına atınca sağ elini sağ elimin içine alıp, belinden
incitmekten korkarak tutup yürütmeye başladım seni. İlk değil ama ikinci adımda
yola bakabildin. “Kuğu Gölü” balesini sahneleyen bir balerinin sahneye çıkış edasıyla
parmak ucunda atıyordun adımlarını ve hiç
bir detayı kaçırmak istemeyen izleyiciden öte ben, sana eşlik etmek için
can atıyordum. Nereye gittiğimizi merak ediyordun ama benimde bilmediğimi
hissediyordun. Elindeki sihirli sıcaklık, nefesindeki büyülü tat yol
gösteriyordu. Daha önce defalarca geçtiğimiz bu ilahi yol ilk defa görüyormuşçasına
sihirli, süslü, parıltılı, sevgi doluydu. Neden bu yolun sihrini daha önce
görmemiştim ki? Sanırım sen yoktun ve ben eksiktim.
Yağmur durmuş ve gri mavi bulutların
arasından güneş ara ara kendini gösteriyordu. Ağaçların çıplak dallarında kalan
son yağmur damlaları kendini bırakırken yere, üstümüze elmas parçaları dökülüyor
ve bizi süslüyor gibiydi. Her iki yanda sıralanmış ağaçların hemen arkasında su
kanalları vardı ve sokakta çağlayan iki dereymiş gibi bir edayla akıyorlardı.
Dere yatağı edalarını, pırıl pırıl renklerdeki yapraklarla süsleyerek neşeleniyorlardı.
Sevgiyle akan suyun üstünde olmaktan ne kadar çok eğlendikleri anlaşılan güz
yaprakları lunaparkta oynayan cıvıl cıvıl çocuklar gibi görünüyorlardı.
Yağmurun durmasını fırsat bilen bir
kaç serçe ve bir kaç şaka kuşu, birbirlerine haber verircesine şakıyarak,
aceleci hareketlerle oradan oraya uçuşuyorlardı. Bu heyecan yağmurun bitmiş
olmasından mı kaynaklanıyordu, yoksa bizim oradan geçmemizden mi
kaynaklanıyordu, emin değildim. Ben ikincisine inanmayı seçtim. Çünkü ne zaman bakışlarımı
sana çevirsem aynı yöne bakarken buluyordum bizi. Tek bir ruh, iki beden gibi
hareket ettiğimizi görüyordum. Bu buluşma yalnızca bizi etkilemiş olamazdı.
Yüzyıllar öncesinden ayarlanmış, her adımımızda dünyaya yayılan sihirli bir
buluşmaydı, buna emindim. Zaman ve Dünya, tüm varlıklarıyla bu buluşmayı
bekliyordu. Yürüyüşümüzün bilmediğim kaçıncı saati, kaçıncı günüydü acaba? İşte
o anda bunu kanıtlayan bir şey oldu. Yine bakışlarımı sana çevirdiğim bir anda
beni yakaladın, gözlerimiz birleşti, bir şimşek çaktı gibi oldu, ayağın
taşların arasındaki boşluğa takıldı, sendeledin, düşmemen için seni var gücümle
sardım, nefeslerimiz birleşti. Nefesinde ,dünyanın bu zamanında, yaşadığım bu
hayatta, daha önce hiç duymadığım bir tat, koku ve his vardı. Bu yaşamımda
ilkti ama başka bir zamanda başka bir yerde tanıdığıma emin olacak kadar
alışkın ve yakındım. Çikolata gibi ama daha sihirli. O mucizevi an, başka, daha
büyük mucizevi anların habercisiydi. Bir serçe, yuva yapmak için bulup gagasında
taşıdığı ökse otuyla başımızın etrafında bir tur attı ve gitti. Mesajı almıştık
ikimizde. Kızaran yanaklarımızla devam ettik yürümeye. Zamanla birlikte,
hareketleri yavaşlamış insanların, güneşe bakarken verdikleri, gözlerini tam
olarak açamadıkları ama sihirden gözlerini alamayıp inatla parmaklarının arasından
görmeye çalışma tepkileri vardı bize bakarken.
Bu sihirli yürüyüşün nasıl biteceğini
merak etmesek de uzakta bir hareketlilik görünüyordu. Yolun sonuna mı geldik
acaba hissi adımlarımızın küçülüp yavaşlamasına sebep oldu. İkimizin de geri
gitmek ister gibi bir hali vardı ama ileride ne olduğunu da çok merak
ediyorduk.
Ne zamandır, ne kadar yürüdük
bilmiyorum ama hava başkalaşmaya birazcık daha soğumaya başlamıştı. Yolun sonu
artık görünüyordu. Şehrin, kocaman, yuvarlak meydanına çıkıyordu yol. Meydanın
ortasına kocaman bir çam ağacı dikilmişti. Ağaç öylesine büyüktü ki meydanı
çevreleyen tüm binalardan yüksek ve çevresini elli insanın el ele tutuşarak ancak
çevreleyebileceği kadar geniş. O kadar büyüktü ki, az önce yol boyu bizi
selamlayan kuşlar, ailelerini de alıp ağaca yuva yapmaya gelmişlerdi. Sevinçten, şehri süslemekle görevli ekibe
yardım için çırpınan insanlarla, kuşların sesleri birbirine karışmıştı.
Mutluluk verici bir karmaşa ve uğultuydu.
Bir iki saat önce mutluluk çığlıkları atan meydan dolusu topluluk, aşkın kutsallığına ve hüzünlü heyecanına teslim olmuş ağlayarak bize bakıyordu. Zirveye ulaşmıştık sonunda, elimizdeki kocaman yıldıza bakıp, gözlerimizden akan yaşlarla, onu ağacın tepe noktasına yerleştirmek üzere uzandık. Yıldız yerine oturdu ve o an kayan bir yıldızın altında ateşler parladı, havai fişekler patladı, bir enerji dalgası altın rengiyle ağacın tepesinden yere ve tüm dünyaya yayıldı. Herkes yanında kim varsa sarılmış ağlıyordu. Alnımı alnına yasladım, gözlerimizden akan inciler ve pırlantaların bir kısmı, ağacı süsledi, geri kalanı karanlık gökyüzüne yükselip, yıldız olup gecemizi aydınlattı. Yıldızımız, ağaçtan aşağı önce tüm meydana ve meydandaki insanlara, sonra tüm yeryüzüne bir ışık dalgası gibi sevgimizi, aşkımızı yaydı. Seninle karşı karşıya olan kalbimin, bedenlerimizin arasından, bir ışık doğdu. Çıplak gözle bakılamayacak kadar parlak ışığımıza bakamaz hale gelince kapadık gözlerimizi, birbirine değen alınlarımızdan kurduğumuz kopmaz bağımız, bize çok eskilerden sahneler göstermeye başladı. Siyah beyazdı önceleri, anlık sahnelerdi ama netti. Hepsinde biz vardık. Bir sahnede sen prenses, ben hizmetkar, bir diğerinde farklı dillerden insanlarken, başka bir sahnede, sen bir savaş esiri, ben bir düşman askeriydim. Bir tanesinde daha düşman ailelerin çocuklarıydık, Romeo ve Juliet gibi. Her sahnenin sonunda, kavuşamayan sevgililer olduğumuz kesindi. Biz, seninle yüzyıllardır, her hayatımızda doğup, her hayatımızda birbirimizi sevip, kavuşamayan ama hiç vazgeçmeyen ve vazgeçmediği için de tekrar tekrar dünyaya gelen, aşkla kavrulmuş ruh eşleriydik. Ve bu yüzyılda, yine birbirimizi bulup yine sevmiştik. Tek farkla. Kavuşmamız için aramızda hiç bir engel yoktu. Tüm dünya, tüm varlıklar bu sefer bir araya gelmemiz için yardım ediyordu. Ağacın zirvesinde, yıldızımıza yakın, platformun üstünde zaman durmuşken, bizi aşağı indiren görevlinin yüzündeki hayranlığı, şefkat ve sevgiyi gördüm. Göz yaşları anlatıyordu her şeyi. Belkide bir melekti, bembeyaz kanatları, başında haresiyle. Platformdan inmemize yardım etti, selam ve yol verdi, teşekkür ederek. Sen kollarımda, sıcacık, güvenle, sevgi, şefkat ve AŞK dolu, yürüyorduk karlar üzerinde iz bırakarak. Bu koku, bu tat, bu gözler, yüzyıllardır sevdiğimdi. Bu göz yaşları, yeni bir yıldız galaksisi oluşturmaya yetecek kadar dökülmüştü ve biz artık yıldızların üstünde yürüyorduk. Adım adım, yavaş yavaş, sonsuza dek...
Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için Patreon linki üzerinden bize bir kahve ısmarlamanız size hiçbir şey kaybettirmeyecekken bize çok şey kazandıracak.
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder