CAN SIKINTISI ÜZERINE FELSEFI VE MODERN YAKLAŞIMLAR

 Can sıkıntısı, insanlık tarihi boyunca bireysel ve toplumsal bir mesele olarak tartışılmıştır. Bu duygu, yalnızca basit bir ruh hali değil, insanın varoluşsal sorularını ve anlam arayışını yansıtan derin bir olgudur. Tarihten modern zamana kadar uzanan bu kavram, felsefi analizlerle zenginleşmiş ve modern yaşamın etkileriyle dönüşüme uğramıştır. Makalenin Amacı   Bu makalede, can sıkıntısının tanımından başlayarak, felsefi yaklaşımlar, modern toplum üzerindeki etkileri ve çözüm önerileri detaylı bir şekilde ele alınacaktır. Can Sıkıntısının Tanımı ve Doğası Can Sıkıntısı Nedir? Can sıkıntısı, genellikle bir şey yapma isteksizliği, yaşamın monotonluğu ya da bir amaçsızlık hissi olarak tanımlanır. Bu duygu, bireyin içinde bulunduğu çevresel koşullardan kaynaklanabilir ya da içsel bir huzursuzluğun dışavurumu olabilir. - Seneca ve Antik Dönem: Antik Yunan ve Roma döneminde düşünürler, insanın günlük yaşamının rutinlerinden kaynaklanan monotonluğa dikkat çekmişlerdir. Özellikl

Hayırsızada'da ki o yavru köpek


Kınalıada, Burgazada, Kaşıkadası, Heybeliada, Büyükada, Sedefadası, Tavşanadası, Yassıada ve Sivriada. İstanbul’a yolu düşenlerin yahut İstanbul’da yaşayanların büyük çoğunluğu bu adaları bilir. Genellikle, İstanbul’un dibinde olup da İstanbul’un o keşmekeşinden kurtulmak isteyenlerin gittiği “huzur dolu” bir yer olarak tanımlanır bu adalar.M.Ö.569'da İmparator 2.Justinianus tarafından bir saray ve manastır yaptırılan adalar aynı zamanda Bizans döneminde Prenslerin “sürgün” edildiği yer olması sebebiyle Prens Adaları olarak da anılır.

Çağlar geçti ancak bu sürgün durumu devam etti. Kimi Sait Faik Abasıyanık gibi gönüllü olarak sürgün etti kendini. Kimi kendi topraklarından kovulup buraya geldi Trotsky gibi. Kimi, katliama uğramak ile baş başa kaldı 6-7 Eylül’de olduğu gibi. Kimiyse gözlerine mil çekilerek sürüldü buraya. İnsan, adaların tarihini öğrendikçe bu kadar çok acıyı o küçücük adalar nasıl kaldırıyor şaşıyor.

Bu ay, ormanlık alanda dört ayağı da kesilmiş halde bulunan, sonra da o kadar işkenceye dayanamayıp ölen köpek yavrusunun gözlerinde ki acı, beni bu adalardan birine götürdü. Sivriada olarak bilinen ama asıl adı “Hayırsız” olan adaya.

Evet bildiniz! Bu adalar da sadece insanlara  değil aynı zamanda hayvanlara da zulüm yapıldı. Durumun ciddiyetini algılamak açısından kronolojik olarak gitmekte yarar görüyorum. Bu sebeple bir çok alıntı yapacağım.

Öncelikle, bu konu hakkında detaylı bir şekilde araştırma yaptığı görülen Toplumsal Tarih dergisi yazarı İrvin Cemil Schick,Ağustos 2010 sayısında şöyle aktarıyor:  “Geç Memluk Ve erken Osmanlı Suriyesi’nin tarihçisi Ibn Tûlûn, Kanuni Sultan Süleyman’ın kayınbiraderi ve daha sonra sadrazamı olan Lûtfi Paşa’nın ikinci kez Şam valisi olunca şehrin tüm köpeklerinin imha edilmesini emrettiğini ve bunun sonucunda 1.000 kadar köpeğin öldürüldüğünü yazmış. Üstelik bu gibi uygulamaların Türkler arasında yaygın olduğunu belirtmiştir.”[1]     

I. Ahmed’in sadrazamı Nasuh Paşa, İstanbul köpeklerini kitlece Üsküdar’a sürdürdü.

II.Mamhud  döneminde İstanbul’da bir İngiliz’in köpekleri bastonuyla kovalarken yüksek bir yerden düşüp ölmesi sonucu İngiliz diplomatları tarafından nota verildi. Buna karşılık İstanbul’da ki tüm köpeklerin toplatılması kararı alındı. Güzergah belliydi: “Hayırsızada”.

Yeri gelmişken Hayırsızada hakkında birkaç bilgi vermekte yarar var: Bizans döneminde ölmeye yakın rahiplerin burada inzivaya çekildiği bir yerdi. Adanın tamamının kayalık olması ve en ufak bir yeşilliğin olmaması sebebiyle ismi Sivriada olarak konulmuştu. 

Çıkan fırtına sonucu köpeklerin doldurulduğu gemiler karaya oturdu. Bu durumun Allah’tan gelen bir işaretin sonucu olduğuna yorumlandı.Ve on binlerce köpek tekrar İstanbul’a geri getirildi.

Sultan Abdülmecid zamanında sokak köpekleri yine toplatıldı. Güzergah tekrar “Hayırsızada” ancak gemiler yola çıktığı günün hemen ertesinde İstanbul’da büyük yangınlar çıkmaya başladı. Halk bu durumu tekrar Allah’ın bir işareti olarak yorumlayıp köpeklerin geri getirilmesini istedi. Köpekler tekrar İstanbul sokaklarına salındı. Sivriada’nın adını da değiştirdi: “Hayırsızada!”

2.Abdülhamid döneminde hayvanlarla uğraşılmadı. Kuduzun çoğalması sebebiyle kuduz hastanesi kuruldu. Kuduzla mücadele edildi. Ancak Abdülhamid’in istibdadı hayvanlara hürriyet getirirken insanlara hürriyet getirmiyordu. O yüzden Hürriyet devrimi istibdadı yendi.Yerine gelen İttahat ve Terakki partisi, batıcı olmasının getirdiği hareketle insanlara hürriyet getirirken hayvanlara hürriyet getirmedi.

Örnek alınan batıda çoktan hayvan katliamları başlamıştı. İlaç sektöründe bir çok hayvan deneyler uğruna katliama uğruyordu. Avrupa sokaklarında köpek görmek mümkün değildi. Fransa’dan bir haber geldi: “köpeklerinizin hepsini alabiliriz”

Hazırlıklar başlar. Tüm köpekler toplatılır. Tophane’de gümrük işlemleri için köpekler gemide bekletilir. Ancak hayvan severler Tophane’yi basar ve köpekleri kurtarır. Buna karşılık hükümet bu kez daha sert önlem alma kararı verir. Tekrar köpekleri toplatır köpeklerin başına da asker diker.

Bu kez de Fransa’dan ses çıkmaz. Köpeklerin fiyatlarını düşürürler hatta bedavaya vermeye bile razı olurlar. Yine de ses çıkmaz. O kadar köpeğin bakım konusu sıkıntı olduğu için en sonunda tekrar güzergah belirlenir: “Hayırsızada”

Köpekler açlıktan ve susuzluktan bir birlerini yemeye başlarlar. Şimdi gelin başından beri anlattığım tüm bu dönemlerde Osmanlı halkının hayvan sevgisini birinci dereceden şahitlerden, seyyahlardan öğrenelim: 
              
Mesela 1835, Feldmareşal Kont Motke şöyle yazmış: "Türkler hayırseverliklerini hayvanlara karşı da gösterirler. Üsküdar'da kedi hastanesi, Beyazıt Camii'nin avlusunda güvercinler için bakım yerleri vardır. Evlerde asla köpek bulunmuyor, fakat bu sokak sakinlerinin binlercesi fırıncıların, kasapların sadakalarıyla rahat bir hayat yaşıyor."
Sultan III. Mustafa zamanında İstanbul'da bulunan Fransız Baron de Tott şunu not almış: "Boğaz'da üstü açık teknelerle taşınan buğdaya hücum eden kumrular asla rahatsız edilmez. Dindar Türklerin kedileri koyun ciğeriyle beslemesi beni hayranlığa gark etmiştir."
Avusturya İmparatoru II. Rudolf'un elçisi Baron Wratislaw: "Türkler aldıkları yiyecekleri köpekler arasında eşit dağıtır, kedilerin de paylarını unutmaz. Kuşları satın alarak azat etmek orada bir gelenek."
Polonyalı seyyah Simon, vahşi hayvanların kışın telef olmamaları için dağlara yiyecek bırakan vakıflardan bahseder... [2]

1900’lü yıllarda Avrupa’da yayınlanan bir kitapta şunlardan bahsediyor: "Köpeklerin en çok sevildiği ülke hangisidir? Türkiye. Orada onların hepsine uygun olup olmadığına bak­maksızın yemek veriliyor. Hamile dişi sokak köpeklerine doğum yap­maları için evlerin önünde ot veya samandan yatacak yer hazırlanıyor. Camiden çıkıldığında, onlara özel olarak yapılmış peksimet dağıtılıyor. İstanbul'da kendilerini barındırma hakları meşhurdur.

Bu kentin sokak köpeklerinin nüfusu 60 bin kadar­dır. Küçük aşiretlere bölünmüşler; bu aşiretlerin her birinin bir soka­ğı veya bir mahallesi bulunuyor ve oradan çıkmadıkları gibi kimseyi de sokmuyorlar, böylece her köpek aynı mahallede doğup, büyüyüp ölür. Lüksün ve zarafetin merkezi olan Pera Caddesi'nin orta yerinde bu köpekleri caddenin veya kaldırı­mın ortasında yayılmış bulursunuz. Kırların ortasındaki kadar rahat bir şekilde gelen geçeni umursamıyor­lar. Daha doğrusu kendi evlerinde olan onlar; size de onların rahatını bozmamak düşüyor."
19.yy’ın tanınmış seyyahlarından Edmond De Amicis ise İstanbul’un köpekleri ile ilgili olarak şu ifadeleri kullanıyordu: “İstanbul kocaman bir köpek harasıdır; şehre varı varmaz herkes bunu görür. Köpekler,şehrin ikinci nüfusunu oluştururlar ve her ne kadar sayıları birincisinden az ise de ilgi çekicilikte ondan geri kalmazlar!.. Onlar kocaman bir bedavacılar cumhuriyetinde bir araya gelmiş durumdadır, ne tasmaları, ne sahipleri, ne kulübeleri ne evleri,ne de kanunları vardır. Bütün hayatları sokaklarda geçer. Orada kendilerine küçük yuvalar kazarlar, karınlarını doyurup uyurlar, doğarlar, yavrularını beslerler ve ölürler ve hiç kimse-hiç olmazsa Stambul’da-işlerine veyahut istirahatlarına en ufak bir şekilde karışmaz.”

Bunca alıntının durumu yalın bir şekilde gösterdiğini düşünüp, şimdi de Hayırsızada ki durum hakkında son bir alıntı yapmakta yarar görüyorum. Fransız bir gazeteci gördüğü manzarayı şöyle tasvir ediyordu: "Dayanılmaz derece sıcak vardı. Etkisinden kurtulmak için kabinime çekildim. Vapur durmuştu. Biraz kestirmiştim. Hemen kalktım. Acele merdivenleri çıkarak güverteye kendimi attım: Küme küme köpek cesetleri ve etrafa yayılan çok fena bir koku..
Bir mil uzakta ağaçtan, bitkiden oluşmuş yalçın bir kayadan ibaret olan ada gözüküyordu..Yalçın kayanın üstünde köpekler karınca gibi kaynıyor… Köpeklerin en büyük kısmı sahili takip eden kayalık üzerinde toplanmıştı. Pek çokları güneş hararetinden kavrulmuş, serinlemek için var güçleriyle suda yüzüyorlar, son takatlarına kadar suda kalmak istiyorlar. Ötede beride görülen cesetlerin etrafında dolaşarak, çabalayarak bir parça et koparmaya çalışıyorlar... Karadaki diğer kısmı ufak bir gölge bulabilmek için taş kovuklarına sığınmak üzere delik, deşik arıyorlar... Diğer bir kısmı ise adeta delirmiş gibi oraya buraya koşuyorlar, sürekli kendi etraflarında dönüyorlar... Seslerini şimdi tam olarak duyuyorduk. İşittiğimiz bu feryatlar köpek havlaması değil adeta insan feryadı idi.

Kaptan geminin düdüğünü çaldırdı. Zavallı hayvanlar bir yardım sesi duymuş gibi heyecanlandılar. Bu sese hayvanların nasıl yalvarırcasına cevap verdiklerini size anlatamam. Bilmem göz önüne getirebiliyor musunuz? Feryat ve inilti saçan bir yalçın kaya. Bir yanardağ ki ateş yerine feryat, duman yerine cesetler saçıyor. Bu kızgın zemin üzerinde su, yiyecek için ağızları açık köpekler...Etrafında martıların uçuştuğu cesetler kısım kısım denizde lekeler oluşturuyor. Vapur hareket etti. zavallı köpekler yine bizleri son bir ümit ile takibe çalışarak çırpınıyorlar. Hiçbir şeyden habersiz geminin dalgaları onları büsbütün batırıyor, boğuyor, öldürüyordu. Ne karada ne denizde ölümden başka onlara el uzatan yoktu. Uzaktan bir romorkör'ün adaya doğru geldiğini gördük. Arkasında iki mavna köpek dolu kafeslerle aynı adaya gidiyor. Hayırsız Ada'nın aç sakinlerine İstanbul'dan taze köpek getiriyorlardı. Biz uzaklaştık. Marmara'nın yüzü üzerinde siyah bir nokta halinde kalan bu müthiş manzaralı adadan bakışlarımızı ayıramıyorduk...”
 [3]

Sadece köpeklere mi yapıldı bu işkence? Elbette değil. Maymunlara bile yapıldı!

Peki nasıl kurtaracağız bu hayvanları?

Siz söylemeden ben söyleyeyim: Hürriyet devrimini nasıl getirdiysek öyle. Yani aynı o Tophane’de gemiyi basıp köpeklerin hepsini kurtardığımız gibi. O devrimde insanları nasıl kurtardıysak hayvanları da öyle kurtarabiliriz. Hayvanların ve insanların birlikte yaşayabilmesi için bu gerekli. Bunun başka yolu yok.  


Önemli bir not: Bu yazıyı, Hürriyet devrimini savunan ancak bu yönetimin eleştirilecek bir çok yönünün olduğunu bilen biri olarak yazıyorum. 



[3] a.g.k     

---

Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için Patreon linki üzerinden bize bir kahve ısmarlamanız size hiçbir şey kaybettirmeyecekken bize çok şey kazandıracak.  

https://www.patreon.com/kitapdedektifiyiz

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme