Kınalıada,
Burgazada, Kaşıkadası, Heybeliada, Büyükada, Sedefadası, Tavşanadası, Yassıada
ve Sivriada. İstanbul’a yolu düşenlerin yahut İstanbul’da yaşayanların
büyük çoğunluğu bu adaları bilir. Genellikle, İstanbul’un dibinde olup da
İstanbul’un o keşmekeşinden kurtulmak isteyenlerin gittiği “huzur dolu” bir yer
olarak tanımlanır bu adalar.M.Ö.569'da İmparator 2.Justinianus tarafından bir
saray ve manastır yaptırılan adalar aynı zamanda Bizans döneminde Prenslerin “sürgün”
edildiği yer olması sebebiyle Prens Adaları olarak da anılır.
Çağlar geçti ancak bu sürgün durumu devam etti. Kimi Sait
Faik Abasıyanık gibi gönüllü olarak sürgün etti kendini. Kimi kendi
topraklarından kovulup buraya geldi Trotsky gibi. Kimi, katliama uğramak ile
baş başa kaldı 6-7 Eylül’de olduğu gibi. Kimiyse gözlerine mil çekilerek
sürüldü buraya. İnsan, adaların tarihini öğrendikçe bu kadar çok acıyı o
küçücük adalar nasıl kaldırıyor şaşıyor.
Bu ay, ormanlık alanda dört ayağı da kesilmiş halde bulunan,
sonra da o kadar işkenceye dayanamayıp ölen köpek yavrusunun gözlerinde ki acı,
beni bu adalardan birine götürdü. Sivriada olarak bilinen ama asıl adı “Hayırsız”
olan adaya.
Evet bildiniz! Bu adalar da sadece insanlara değil aynı zamanda hayvanlara da zulüm
yapıldı. Durumun ciddiyetini algılamak açısından kronolojik olarak gitmekte
yarar görüyorum. Bu sebeple bir çok alıntı yapacağım.
Öncelikle, bu konu hakkında detaylı bir şekilde araştırma
yaptığı görülen Toplumsal Tarih dergisi yazarı İrvin Cemil Schick,Ağustos 2010
sayısında şöyle aktarıyor:
“Geç Memluk
Ve erken Osmanlı Suriyesi’nin tarihçisi Ibn Tûlûn, Kanuni Sultan Süleyman’ın
kayınbiraderi ve daha sonra sadrazamı olan Lûtfi Paşa’nın ikinci kez Şam valisi
olunca şehrin tüm köpeklerinin imha edilmesini emrettiğini ve bunun sonucunda
1.000 kadar köpeğin öldürüldüğünü yazmış. Üstelik bu gibi uygulamaların Türkler
arasında yaygın olduğunu belirtmiştir.”
I. Ahmed’in sadrazamı Nasuh Paşa, İstanbul köpeklerini
kitlece Üsküdar’a sürdürdü.
II.Mamhud döneminde İstanbul’da
bir İngiliz’in köpekleri bastonuyla kovalarken yüksek bir yerden düşüp ölmesi
sonucu İngiliz diplomatları tarafından nota verildi. Buna karşılık İstanbul’da
ki tüm köpeklerin toplatılması kararı alındı. Güzergah belliydi: “Hayırsızada”.
Yeri gelmişken Hayırsızada hakkında birkaç bilgi vermekte
yarar var: Bizans döneminde ölmeye yakın rahiplerin burada inzivaya çekildiği
bir yerdi. Adanın tamamının kayalık olması ve en ufak bir yeşilliğin olmaması
sebebiyle ismi Sivriada olarak konulmuştu.
Çıkan fırtına sonucu köpeklerin doldurulduğu gemiler karaya
oturdu. Bu durumun Allah’tan gelen bir işaretin sonucu olduğuna yorumlandı.Ve
on binlerce köpek tekrar İstanbul’a geri getirildi.
Sultan Abdülmecid zamanında sokak köpekleri yine toplatıldı.
Güzergah tekrar “Hayırsızada” ancak gemiler yola çıktığı günün hemen ertesinde
İstanbul’da büyük yangınlar çıkmaya başladı. Halk bu durumu tekrar Allah’ın bir
işareti olarak yorumlayıp köpeklerin geri getirilmesini istedi. Köpekler tekrar
İstanbul sokaklarına salındı. Sivriada’nın adını da değiştirdi: “Hayırsızada!”
2.Abdülhamid döneminde hayvanlarla uğraşılmadı. Kuduzun
çoğalması sebebiyle kuduz hastanesi kuruldu. Kuduzla mücadele edildi.
Ancak Abdülhamid’in istibdadı hayvanlara hürriyet getirirken insanlara hürriyet
getirmiyordu. O yüzden Hürriyet devrimi istibdadı yendi.Yerine gelen İttahat ve
Terakki partisi, batıcı olmasının getirdiği hareketle insanlara hürriyet
getirirken hayvanlara hürriyet getirmedi.
Örnek alınan batıda çoktan hayvan katliamları başlamıştı.
İlaç sektöründe bir çok hayvan deneyler uğruna katliama uğruyordu. Avrupa
sokaklarında köpek görmek mümkün değildi. Fransa’dan bir haber geldi:
“köpeklerinizin hepsini alabiliriz”
Hazırlıklar başlar. Tüm köpekler toplatılır. Tophane’de
gümrük işlemleri için köpekler gemide bekletilir. Ancak hayvan severler
Tophane’yi basar ve köpekleri kurtarır. Buna karşılık hükümet bu kez daha sert
önlem alma kararı verir. Tekrar köpekleri toplatır köpeklerin
başına da asker diker.
Bu kez de Fransa’dan ses çıkmaz. Köpeklerin fiyatlarını
düşürürler hatta bedavaya vermeye bile razı olurlar. Yine de ses çıkmaz. O
kadar köpeğin bakım konusu sıkıntı olduğu için en sonunda tekrar güzergah
belirlenir: “Hayırsızada”
Köpekler açlıktan ve susuzluktan bir birlerini yemeye
başlarlar. Şimdi gelin başından beri anlattığım tüm bu dönemlerde Osmanlı halkının hayvan sevgisini birinci dereceden şahitlerden, seyyahlardan öğrenelim:
Mesela 1835, Feldmareşal Kont Motke şöyle yazmış:
"Türkler hayırseverliklerini hayvanlara karşı da gösterirler. Üsküdar'da
kedi hastanesi, Beyazıt Camii'nin avlusunda güvercinler için bakım yerleri
vardır. Evlerde asla köpek bulunmuyor, fakat bu sokak sakinlerinin binlercesi
fırıncıların, kasapların sadakalarıyla rahat bir hayat yaşıyor."
Sultan III. Mustafa zamanında İstanbul'da bulunan Fransız Baron de Tott şunu
not almış: "Boğaz'da üstü açık teknelerle taşınan buğdaya hücum eden
kumrular asla rahatsız edilmez. Dindar Türklerin kedileri koyun ciğeriyle
beslemesi beni hayranlığa gark etmiştir."
Avusturya İmparatoru II. Rudolf'un elçisi Baron Wratislaw: "Türkler
aldıkları yiyecekleri köpekler arasında eşit dağıtır, kedilerin de paylarını
unutmaz. Kuşları satın alarak azat etmek orada bir gelenek."
Polonyalı seyyah Simon, vahşi hayvanların kışın telef olmamaları için dağlara
yiyecek bırakan vakıflardan bahseder...
1900’lü yıllarda Avrupa’da yayınlanan bir kitapta şunlardan
bahsediyor: "Köpeklerin en çok sevildiği ülke hangisidir? Türkiye. Orada
onların hepsine uygun olup olmadığına bakmaksızın yemek veriliyor. Hamile dişi
sokak köpeklerine doğum yapmaları için evlerin önünde ot veya samandan yatacak
yer hazırlanıyor. Camiden çıkıldığında, onlara özel olarak yapılmış peksimet
dağıtılıyor. İstanbul'da kendilerini barındırma hakları meşhurdur.
Bu kentin sokak köpeklerinin nüfusu 60 bin kadardır. Küçük aşiretlere
bölünmüşler; bu aşiretlerin her birinin bir sokağı veya bir mahallesi
bulunuyor ve oradan çıkmadıkları gibi kimseyi de sokmuyorlar, böylece her köpek
aynı mahallede doğup, büyüyüp ölür. Lüksün ve zarafetin merkezi olan Pera
Caddesi'nin orta yerinde bu köpekleri caddenin veya kaldırımın ortasında
yayılmış bulursunuz. Kırların ortasındaki kadar rahat bir şekilde gelen geçeni
umursamıyorlar. Daha doğrusu kendi evlerinde olan onlar; size de onların
rahatını bozmamak düşüyor."
19.yy’ın tanınmış seyyahlarından Edmond De Amicis ise İstanbul’un köpekleri ile ilgili olarak şu ifadeleri kullanıyordu: “İstanbul kocaman bir köpek harasıdır; şehre varı varmaz herkes bunu görür. Köpekler,şehrin ikinci nüfusunu oluştururlar ve her ne kadar sayıları birincisinden az ise de ilgi çekicilikte ondan geri kalmazlar!.. Onlar kocaman bir bedavacılar cumhuriyetinde bir araya gelmiş durumdadır, ne tasmaları, ne sahipleri, ne kulübeleri ne evleri,ne de kanunları vardır. Bütün hayatları sokaklarda geçer. Orada kendilerine küçük yuvalar kazarlar, karınlarını doyurup uyurlar, doğarlar, yavrularını beslerler ve ölürler ve hiç kimse-hiç olmazsa Stambul’da-işlerine veyahut istirahatlarına en ufak bir şekilde karışmaz.”
Bunca alıntının durumu yalın bir şekilde gösterdiğini düşünüp, şimdi de Hayırsızada ki durum hakkında son bir alıntı yapmakta yarar görüyorum. Fransız bir gazeteci gördüğü manzarayı şöyle tasvir ediyordu: "Dayanılmaz derece sıcak vardı. Etkisinden kurtulmak için kabinime
çekildim. Vapur durmuştu. Biraz kestirmiştim. Hemen kalktım. Acele merdivenleri
çıkarak güverteye kendimi attım: Küme küme köpek cesetleri ve etrafa yayılan
çok fena bir koku..
Bir mil uzakta ağaçtan, bitkiden oluşmuş yalçın bir
kayadan ibaret olan ada gözüküyordu..Yalçın kayanın üstünde köpekler karınca
gibi kaynıyor… Köpeklerin en büyük kısmı sahili takip eden kayalık üzerinde
toplanmıştı. Pek çokları güneş hararetinden kavrulmuş, serinlemek için var
güçleriyle suda yüzüyorlar, son takatlarına kadar suda kalmak istiyorlar. Ötede
beride görülen cesetlerin etrafında dolaşarak, çabalayarak bir parça et
koparmaya çalışıyorlar... Karadaki diğer kısmı ufak bir gölge bulabilmek için
taş kovuklarına sığınmak üzere delik, deşik arıyorlar... Diğer bir kısmı ise
adeta delirmiş gibi oraya buraya koşuyorlar, sürekli kendi etraflarında
dönüyorlar... Seslerini şimdi tam olarak duyuyorduk. İşittiğimiz bu feryatlar
köpek havlaması değil adeta insan feryadı idi.
Kaptan geminin düdüğünü çaldırdı. Zavallı hayvanlar bir yardım sesi
duymuş gibi heyecanlandılar. Bu sese hayvanların nasıl yalvarırcasına cevap
verdiklerini size anlatamam. Bilmem göz önüne getirebiliyor musunuz? Feryat ve
inilti saçan bir yalçın kaya. Bir yanardağ ki ateş yerine feryat, duman yerine
cesetler saçıyor. Bu kızgın zemin üzerinde su, yiyecek için ağızları açık
köpekler...Etrafında martıların uçuştuğu cesetler kısım kısım denizde lekeler
oluşturuyor. Vapur hareket etti. zavallı köpekler yine bizleri son bir ümit ile
takibe çalışarak çırpınıyorlar. Hiçbir şeyden habersiz geminin dalgaları onları
büsbütün batırıyor, boğuyor, öldürüyordu. Ne karada ne denizde ölümden başka
onlara el uzatan yoktu. Uzaktan bir romorkör'ün adaya doğru geldiğini gördük.
Arkasında iki mavna köpek dolu kafeslerle aynı adaya gidiyor. Hayırsız Ada'nın
aç sakinlerine İstanbul'dan taze köpek getiriyorlardı. Biz uzaklaştık.
Marmara'nın yüzü üzerinde siyah bir nokta halinde kalan bu müthiş manzaralı
adadan bakışlarımızı ayıramıyorduk...”
Sadece köpeklere mi yapıldı bu işkence? Elbette değil.
Maymunlara bile yapıldı!
Peki nasıl kurtaracağız bu hayvanları?
Siz söylemeden ben söyleyeyim: Hürriyet devrimini nasıl
getirdiysek öyle. Yani aynı o Tophane’de gemiyi basıp köpeklerin hepsini
kurtardığımız gibi. O devrimde insanları nasıl kurtardıysak hayvanları da öyle
kurtarabiliriz. Hayvanların ve insanların birlikte yaşayabilmesi için bu gerekli. Bunun başka yolu yok.
Önemli bir not: Bu yazıyı, Hürriyet devrimini savunan ancak bu yönetimin eleştirilecek bir çok yönünün olduğunu bilen biri olarak yazıyorum.
Yorumlar
Yorum Gönder