Palto dersek ne gelir aklınıza? Türk Dil Kurumu’na göre
Fransızca bir isim olan palto, pa’lto kelimesinden türemiş. (paletot). Kelime
anlamı ise, soğuk havalarda öbür giyeceklerin üzerine giyilen kalın kumaştan
giysi. Kışın pek bir işe yarar kendileri. Ama birde palto deyince bir söz gelir
akla: “Hepimiz Gogol’un paltosundan
çıktık.” Sözün sahibi ünlü Karamazov
Kardeşler’in yazarı Dostoyevski’dir bilirsiniz. Cem Karaca ise siyasi bir
anlamı da olan ve içinde de palto geçen, parka üzerine bir parça yapmıştır
bilirsiniz:
Her akşam o köşeye asılırdı o parka
Paltoya para yok ki, ondan alındı parka
Her akşam o köşeye asılırdı o parka
Paltoya para yok ki, ondan alındı parka
Bir sabah onun sırtında çıktı gitti o parka
Bir sabah onun sırtında çıktı gitti o parka
Dedenin üç aylıktan alınmıştı o parka
Kirli yeşil bir renkte, eskiceneydi parka
Üst cebi sökülmüştü, kullanılmıştı parka
Bir sabah onun sırtında çıktı gitti o parka
Peki ya pantolon dediğim zaman ne gelir sizin aklınıza?
Yahut ne gelebilir en fazla? Aslında bir çok şey gelebilir.
Evet, insanların günlük hayatında giydiği kıyafetler bile
edebiyata konu olmakta. İşte Gogol’un Palto kitabı da bu kategoride bir
edebiyat şaheseri. Bir palto üzerinden bürokrasi nasıl eleştirilebilir bunu
müthiş bir şekilde gösteriyor. Sınıf eleştirisi yapıyor. Rusya’da memurların
nasıl da statü için her şeylerinden feragat ettiklerini ancak gerçekte feragat
edebilecek hiçbir şeylerinin olmadığını anlatıyor. Yaşar Kemal’de Adana’da
kütüphanelere kapandığı zamanlarda bu felsefeden etkilenmiş bir yazar. E çocuk
sevgisi de ileri boyutlarda. Hatta Cumhuriyet gazetesinde yazdığı yazıların bir
derlemesi gibi olan “Allah’ın askerleri” kitabını da bu yüzden yayınlandı. Tüm
bu görüşlerin harmanı da Yaşar Kemal’in “beyaz pantolon” kitabında harmanlandı.
Bir çocuk kitabı olan bu eserin macerası, yoksullukla mücadele eden Mustafa
isimli çocuğun ayakkabı tamircisinde çalışırken dükkana bir müşterinin gelmesi
ve bayram için beyaz pantolon alma hayaliyle başlıyor. Bir çocuğun umutlarını,
sınıf çelişkilerini, bir annenin çocuğuna kıyamayışını harika bir dille
anlatıyor:
Hasan Beyin bir ara gözü kan ter içinde kalmış çocuğa ilişti. Sonra ustaya: “Bu çocuğu üç günlüğüne versene bana,” dedi. “Tuğla ocağında çalışır mı?” Usta: “Çalışır mısın Mustafa?” diye sordu. “Hasan Amcan tuğla ocağı yakıyor.” Hasan Bey: “Üç gün, üç gece,” dedi. “Gündeliğini alırsın. Gündeliğin bir buçuk liradandır. Cumali var ya, Savrun mahallesinden Cumali, ona yardım edeceksin. ‹yi adamdır, seni çok çalıştırmaz.” Mustafa sevindi: “Peki Hasan Amca, anama söyleyim de...” Hasan Bey: “Söyle,” dedi. “Söyle de yarın bizim bahçeye gel. Öğleden sonra işe başlayacaksınız. Ben orada olmam. Sen Cumaliyi bul.” Usta haftada bir yirmi beşlik verir. Aylardan temmuz. Bir ayda eder bir lira. Bir yazlık ayakkabı iki lira. Bir beyaz pantolon üç lira. Hepsi eder beş lira. Temmuz, ağustos, eylül... Hepsi ne eder? Üç lira. Demek 11 ki yazlık ayakkabıdan, sütbeyaz pantolondan umut kesik. Yaşşa bre Hasan Bey... Var olsun Hasan Bey. Hasan Bey gibi adam yok bu kasabada. Gündelik kaç? Bir buçuk lira, dedi. Üç gün, eder dört buçuk lira.
Temizliğin simgesi olan beyaz rengini seçmiş olan Yaşar Kemal’in hocası Nazım Hikmet’in de bir anısı mevcut beyaz
pantolonlu. Arkadaşı Va-Nu, Bu Dünya’dan Nazım geçtik kitabında anlatıyor:
1920’lerin sonu “Jokond ile Siyau”yu yazdığı dönemler dediğine göre 1927-28. Pek yakışıklı Nâzım, sanat çevrelerinde tanınır olmaya da başlamış, yolu hayranları tarafından kesiliyor artık. Vâlâ hem çalışması gerektiği için hem de yeni bir tehlikenin yaklaştığını hissettiğinden onu birkaç günlüğüne Heybeli’ye götürmeye karar verir. Nâzım 13 ve 16 yaşları arasını Heybeli’deki Bahriye mektebinde geçirmiştir. Vâlâ’nın edindiği izlenim Nâzım’ın bu dönemle bir yakınlık kurmadığı şeklindedir. Nâzım, Vâlâ’nın Bahriye yıllarıyla ilgili sorularına pek yanıt vermez çünkü.
Ellerinde küçük çantaları, otele yerleşirler. Nâzım İstanbul’dan kendine keten beyaz bir pantolon almıştır. Geçirir bacağına, oteldeki boy aynasının karşısında kendini bir vakit seyreder, belli ki beğenmiştir pantolonun üzerindeki duruşunu.
Vâlâ Heybeli kaçamağında Nâzım’dan hatırladıklarını, “Dalgındı. İç aleminde oluşu bir dervişin vecde kapılmasını andırmazdı” diye anlatır. Arkadaşının şiir yazışı sırasında yaptıkları üzerine de epey gözlem yapmıştır:
“Nâzım şiir yazma sırasında, küçük muharevelerle, çevredeki gürültülerle, mekanik müzikle tedirgin olmazdı. Yabancı gözlerin baktığını sezince, olağandışı jestlerden büsbütün kaçınırsa da, yalnız kaldığı yahut yakın bir arkadaşın varlığından çekinmediği zaman, kendi kendine konuşur gibi çalışırdı. Elleriyle, kollarıyla şiirinin seslerini orkestra şefi gibi ayarlardı. Ritimlerini araştırır, bulurdu.”
Elinde kâğıt-kalem yoktu ve Nâzım o daha yaşarken yetmiş iki dile çevrilecek Jokond ile Siyau”sunun son bölümünü yazıyordu, daha doğrusu yazmağa çabalıyordu. Kâğıt-kalem yoktu, Nâzım mırıldanarak hatmederdi şiirini:
“Şiirlerini yazışı böyleydi; Dolaşarak bitirir, ezberlemiş olur, en sonunda kâğıda geçirirdi.”
Heybeli’nin çamlıklarında gezip dolaştıktan sonra bir kır kahvesine uğrarlar.
Nâzım, Vâlâ’nın kahvesinin yanında getirilen suyla avuçlarını ıslattıktan sonra piposunu yakar, daha o gün aldığı beyaz pantolonuna dik dik bakar. Aranır, elleriyle bir şey istermiş gibi yapar. Yapar ama dilinden dökülmez isteği Nâzım’ın. Vâlâ anlar, o yetmiş iki dile çevrilecek şiirin son bölümü akıyordur Nâzım’ın belleğinden; Şimdi ben sana kahveciden kâğıt bulur getiririm Nâzım!..
Vâlâ kahve ocağına doğru koştururken Nâzım’ı elinde küçücük kurşun kalem, gözleri beyaz pantolonuna dikili, öylece bırakır. Ne olsa beğenirsiniz, kahveci de kâğıdı bir türlü bulamasın mı!
“Olan olmuş bu sıralarda… Nâzım küçük kurşun kalemiyle o kadar heveslendiği yeni beyaz pantolonunun dizlerine notlarını almış.”
Nâzım’ın aynada kendine hayran bakışlarını sağlayan o beyaz keten çöp oldu. Vazgeçti vazgeçmesine, ya geçmeseydi? Tenekedeki şiirlerini yırtmak istemesi gibi kast ederdi belki “Jokond ile Siyau”yu da.
Nâzım, bu Heybeli ziyaretinden bir 10 yıl kadar sonra hapse düştü. Önce İstanbul, Ankara ve Çankırı; en son Bursa. Orduyu isyana kışkırtmış Nâzım; 28 yıl verdiler, 4 ayı da cabası. Ranzasında yatar, kara tavana bakarken mesela ya da Bursa avlusunda yalınayak karda yürüyen Ahmed’i gördüğünde, yani tam tükendi derken umut, tam bitti derken insanlık… Hele varken Nâzım’da şu kahrolası hafızasızlık!
Yoksulluk ile uzun süre mücadele eden Yaşar Kemal’in evi
defalarca jandarma tarafından basıldı ve kitap kopyaları toplatıldı. Artık bu o
kadar çok yapılmaya başlandı ki, Yaşar Kemal, artık bir yazdığından bir çok
kopya çıkartıyor ve güvendiği kişilere dağıtıyordu. Böylelikle jandarma evini
basmış olsa bile kitabın taslağına bir şey olmuyordu. Ancak bu durum,devletin,
daha sonra Yaşar’ı defalarca başarılı bulmuş olması bir kenara, 16 yaşlarında Çukurova’nın hemen hemen tüm
köylerinde tanınan ve İnce Memed yazarının,
değerinin yaşarken bilinemediği anlamını
taşıyor.
Nazım’ın ise önce ki yazımda değinmiş olduğum gibi Yaşar
Kemal gibi neler yaşadığını anlatmaya sayfalar yetmez.
Yaşamının son dönemleri her ne kadar eleştiriye açık olsa da,
bu yazıda konusu geçen Cem Karaca’nın da neler yaşadığı ortada…
Hani Cem Karaca'nın parka şarkısının dizeleri şöyle sona yaklaşıyor:
Parkasıyla vurulmuş, yatar iken buldular
Dört hain kurşun değmiş, delik deşikti parka
O zaman bizde şöyle mi diyelim?
"Beyaz pantolonu ile" vurulmuş, yatar iken buldular!
---
Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için Patreon linki üzerinden bize bir kahve ısmarlamanız size hiçbir şey kaybettirmeyecekken bize çok şey kazandıracak.
https://www.patreon.com/kitapdedektifiyiz
Yorumlar
Yorum Gönder