CAN SIKINTISI ÜZERINE FELSEFI VE MODERN YAKLAŞIMLAR

 Can sıkıntısı, insanlık tarihi boyunca bireysel ve toplumsal bir mesele olarak tartışılmıştır. Bu duygu, yalnızca basit bir ruh hali değil, insanın varoluşsal sorularını ve anlam arayışını yansıtan derin bir olgudur. Tarihten modern zamana kadar uzanan bu kavram, felsefi analizlerle zenginleşmiş ve modern yaşamın etkileriyle dönüşüme uğramıştır. Makalenin Amacı   Bu makalede, can sıkıntısının tanımından başlayarak, felsefi yaklaşımlar, modern toplum üzerindeki etkileri ve çözüm önerileri detaylı bir şekilde ele alınacaktır. Can Sıkıntısının Tanımı ve Doğası Can Sıkıntısı Nedir? Can sıkıntısı, genellikle bir şey yapma isteksizliği, yaşamın monotonluğu ya da bir amaçsızlık hissi olarak tanımlanır. Bu duygu, bireyin içinde bulunduğu çevresel koşullardan kaynaklanabilir ya da içsel bir huzursuzluğun dışavurumu olabilir. - Seneca ve Antik Dönem: Antik Yunan ve Roma döneminde düşünürler, insanın günlük yaşamının rutinlerinden kaynaklanan monotonluğa dikkat çekmişlerdir. Özellikl

Sevdalımız Komünisttir!



Aylardan Haziran olunca insanın aklında Nazım belirir. Hani üzerine hemen hemen herkesin bir şekilde, ama iyi ama kötü bilgi sahibi olduğunu söylediği, hatta onun üzerinden tonlarca para kazandığı Nazım. Adına konserler düzenlenen, vatan haini ilan edilen, partisinden atılan, sonra da aynı partisi tarafından kültür merkezlerine isimleri verilen, Nazım Hikmet. Kimine göre sadece şairdi o. Kimine göre sadece romantik bir erkek. Kimine göre ise iyi bir gözlemciydi. Peki hangisi gerçekti? Uzun bir hikaye olacak ama koca bir ömrün kısacık anlatılması nerede görülmüş ki? Kendi anlatımıyla…

1902'de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşımda halep'te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda moskova'da komünist üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine moskova'da tseka-parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim

Yani paşa torunu. Varlıklı bir ailede doğuyor. Yalıda yürümeyi öğreniyor. Bir o yana bir bu yana koşturuyor çocukken. Büyüyünce de öyle oluyor. Kimse durduramıyor onu. Kısa bir süre askeri okulda okuyor. Sonra sağlık sebebiyle oradan ayrılıyor. Gençlik yılları, bir çok ülkeyle birlikte gerek burjuva, gerek işçi ve gerekse halk devrimleri çağına denk geldi. Aynı durum kendi memleketinde de yaşanıyordu. 1. Dünya savaşından çıkmış olan Türkiye’nin hemen hemen her yanı işgal altındaydı. Bunlardan biri de İstanbul’du. Yaşanan tüm bu süreçler Nazım’ın görüşlerinin de değişmesine sebebiyet verdi. Ancak yazının sonuç bölümünde ki vatan kavramının daha iyi anlaşılması açısından tam bu noktada küçük bir alıntı yapmak istiyorum:

Bir keresinde Beyoğlu’ndaki, tam da cadde üzerinde bulunan küçük ve sevimli ‘Ağa Camii’nin tepesine kocaman bir Yunan bayrağı çekilmiş olduğunu görünce deliye döndüm. Çatıya tırmanıp bayrağı yırttım ama oradan geçen devriyeler tarafından az daha yakalanıyordum…”
Güçlü kuvvetli bir gençtim. Çetenin de reisiydim. Hastalığımdan eser kalmamıştı. Bahriye’den ve Galatasaray’dan, gönlü vatan ve millet sevgisiyle dolu arkadaşlarla birlikte hava kararınca şehrin arka sokaklarına çıkıyor; yanlarında gayrımüslim kızlar veya sokak aşüfteleriyle gezinen sarhoş işgal askerlerinin namuslu Türk kadınlarına musallat olduğunu gördüğümüzde bunları kıstırıp bir güzel pataklıyor, hatta silahlarını bile alıyorduk. Hele, sakallı ve sarıklı, İngiliz maşası Hintlileri korkutup kaçırmaya bayılırdık…”.



 Kurtuluş savaşı başlar başlamaz çocukluk arkadaşı Vâlâ Nurettin ile cepheye katılmaya karar verdi. Pamuk taşıyan bir gemiye gizlice atlayıp son kere İstanbul’un bekçisi sayılan Kız kulesine baktı. Amaçları bir şekilde Ankara’ya ulaşmaktı. Bu durumu öğrenen bürokratlar iki arkadaşa bir şekilde ulaşıp görüştüler. Onların cephede değil eğitimde yer almaları tavsiyesinde bulundular. Bir iş teklifi yaptılar. Bolu’da bulunan bir okulda öğretmen olmak. Zaten paraya da ihtiyaçları vardı. Kabul ettiler. Birkaç ay Bolu’da çocukları eğitip, Ankara için tekrar yola çıkacaklardı planlarına göre. Ancak tam bu sırada Almanya devriminden etkilenen Spartaküsler ile tanıştılar. Sosyalist görüşler onu çok etkiledi. Bolu’dan ayrılıp Ankara’ya, paralarının çok az olmasından dolayı yürüyerek gittiler. İlk olarak Nazım’ın hayranı olduğu Yahya Kemal Beyat’lı ile görüştüler. Hayal ettikleri gibi değildi Yahya Kemal. Çok milliyetçi çıkmıştı. Bu onları rahatsız etti. Daha sonra meclise gittiler ancak bürokratların savaş sırasında ki durumu onları daha da rahatsız etti. Anadolu çok yoksuldu. Ancak meclistekiler hiçte öyle değillerdi. O andan itibaren zaten sürekli şiir yazan Hikmet, Kuvayi Milliye Destanı’nı yazmaya karar verdi.

Saat 3.30.

Halimur - Ayvalı hattı üzerinde manga mevziindedir.

İzmirli Ali Onbaşı (Kendisi tornacıdır) karanlıkta göz yordamıyla
sanki onları bir daha görmeyecekmiş gibi
baktı manga efradına birer birer:
Sağda birinci nefer sarışındı, ikinci esmer.
Üçüncü kekemeydi fakat bölükte yoktu onun üstüne şarkı söyleyen. Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı tezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam.
Altıncı, inanılmayacak kadar büyük ayaklı bir adam,
memlekette toprağını ve tek öküzünü
ihtiyar bir muhacir karısına bıraktığı için kardeşleri onu
mahkemeye verdiler ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
ona 'Deli Erzurumlu' derdiler. Yedinci Mehmet oğlu Osman'dı.
Çanakkale'de, İnönü'nde, Sakarya'da yaralandı
ve gözünü kırpmadan daha bir hayli yara alabilir,
yine de dimdik ayakta kalabilir.
Sekizinci İbrahim korkmayacaktı bu kadar
bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp birbirine böyle vurmasalar.
Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki:
tavşan korktuğu için kaçmaz kaçtığı için korkar.

Bürokratlar, Nazım ile Vâlâ’nın işlerine geri dönmeleri noktasında onları ikna ettiler. Kısa bir süre daha Bolu’da çalışmaya devam ettiler. İki arkadaş, Mustafa Suphi’lerin kurduğu Türkiye Komünist Partisi’ne üye oldular. Sovyetler Birliğin de kurulan Doğu Emekçileri Üniversitesinde eğitim aldılar. Nazım artık Bolşevikti! Ekim devrimi onu çok etkilemişti. Dünyayı, emekçi sınıfının kurtaracağından adı gibi emindi artık. TKP’nin içinde ki enternasyonal birimlerin yönetim kadrosunda yer aldı defalarca. Ancak Sovyetler Birliğinde Stalin’in başa geçmesi sonrası bürokrasinin kendi koltuğunu korumak için ortaya attığı aşamalı devrim teorisi, sürekli savaştıkları düzen ile anlaşma noktasına götürüyordu partiyi. Nazım bu durumdan çok rahatsız oldu. Parti içinde bürokrasiyi delmek için girişimlere başladı. Hizipçilik yaptı. Bugün tersanelerin bulunduğu İstanbul Tuzla’da toplantılar yaptı. Grubunun adına muhalif TKP dedi. Nazım ve arkadaşlarının örgütlediği işçiler ile TKP’yi, bürokrasiye değil işçi sınıfının yanına çekmeye çalıştılar. Arkadaşları sürekli olarak onu yalnız bırakmaya başladı. Stalinizim baskı ile sindiriyordu arkadaşlarını. Enternasyonal partinin iç yazışmalarında Nazım’ın bu hareketi “vatan hainliği” ile tanımlanıyordu. Donanma davası ile uyduruk sebeplerle içeri atılan Nazım, partiye istediği fırsatı vermişti. Parti Nazım’dan kurtulmuştu. Yada en azından geçici bir süre öyle olduğunu sanıyordu. Parti ile Nazım’ın arası iyice açılmıştı. Ama durmuyordu Nazım. Bir çok işçileri örgütlemeye devam ediyordu. Annesi ve arkadaşları sayesinde uluslar arası bir “Nazım’a özgürlük” kampanyası başlatıldı. Defalarca tutukluluk hali uzatıldı. Mecliste ona karşı, gerek içerideyken gerek dışarıdayken konuşmalar yapıldı.Nazım’ı karalamak anti komünizm propagandası için artık şart olmuştu. Annesi Nazım’ın bu durumuna çok üzülüyordu. Bu sebeple Nazım’ın hiç onay vermediği iki şeyi yaptı. Bunlardan birincisi, Mustafa Kemal’e sanki Nazım tarafından yazılmış gibi bir af isteme mektubu yazması. (Mustafa Kemal’i bürokrat olduğu için eleştiren, hatta üyesi olduğu TKP’nin kurucuları Mustafa Suphi ve yoldaşlarını Karadeniz’de öldürülmesi sonrası hiçbir şey yapmayan Mustafa Kemal’e hangi sebeple mektup yazacak? Bu mektubu Nazım’ın değil annesinin yazmış olduğu açıktır) Bir diğeri ise Milli Mücadele Mücadele Destanı şiirinde Mustafa Kemal’e bir övgü mısrası ekleme. (Bu şiiri bilen dikkatli okuyucular, şiirin gidişatı ile Mustafa Kemal’i anlatan kısmın bir biriyle alakası olmadığını, hatta bu mısranın sırıttığını bile fark edebileceklerdir.)


Göğsümde 15 yara var!.
Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak!..
Kalbim yine çarpıyor,
kalbim yine çarpacak!!!

*

Göğsümde 15 yara var!
Sarıldı 15 yarama
kara kaygan yılanlar gibi karanlık sular!
Karadeniz boğmak istiyor beni,
boğmak istiyor beni,
kanlı karanlık sular!!!

Uzun süre içeride yatan Nazım, dönemin başka komünist partisi bulunmaması sebebiyle TKP ile tekrar barışmak için adımlar attı. Ancak o sırada, kapitalizmi ülkeye karış karış yayan CHP ile anlaşmaktaydı TKP! Aşamalı devrimin geldiği noktayı çok iyi anlayan Nazım, üzerinde her hangi bir ülke ismi bulunmayan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Birliği’ne kapitalistlerin o en çok sevdiği ve bunu söylerken ağzından tükürükler saçmayı ihmal etmeyen “vatan” ibaresi olmadan gitti. Hain(!) olarak gitti:

"Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
"Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."

Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla :
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

Ama mücadelesi daha bitmemişti. Gider gitmez Sovyetler Birliği onu kabul etmedi. Kaçak olarak atladığı gemiyi Romanya açıklarında beklettiler önce. Daha sonra Bulgaristan’da pasaport çıkartıp öyle girebildi. Böyle olmuştu çünkü özel mülkiyetin kaldırıldığı Sovyetler’de şimdi bürokrasi hüküm sürmeye başlamış ve Nazım, bürokrasiyle uzlaşmazlığından dolayı isteyenmeyen kişi olmuştu. Ama buna rağmen Moskova’ya varan uçaktan iner inmez Moskova’nın sesi radyosuna Stalin’i öven yorumlar yaptı. Nedenini tahmin edersiniz sanırım. Çünkü yalnızdı Nazım. Ne yapacağını bilmez durumdaydı. Romanya’da içeriye almayan Sovyet bürokrasisi şimdi de Nazım’a uluslar arası pasaport vermiş her yeri gezebileceğini söylüyordu. Amaçları Sovyetlerden uzaklaştırmaktı Nazım’ı! Çünkü Nazım, Sovyetler de bürokrasiyi yıkmak istiyordu! Ekim devriminin ruhunu tekrar getirmek istiyordu. Lenin’i, Trotsky’i tekrar devrimin sokaklarında görmek istiyordu.

“Sevdik, / seviyoruz seni, / nasıl severse kurşun yaralı duvarların / Marks’ın resmini…” “Rusya! / Senden ayrılırken kafamızda, / Engels’in materyalizmi gibi ölmez / hatıralar / var!” “Rusya, / Lenin’in memleketi, / gördük ki sende nasıl kemale ermiş / şaha kalkan kütlelerin kudreti!” Ve: “Senin 1 Mayıslarını gördük! / Uğultularla duyduk / kocaman bir çan gibi haykıran Troçki’yi!”

Nazım’dan kurtulmak istiyorlardı çünkü, bürokrasiyi yerden yere vuruyordu. Sanatçıların toplantılarına katılıyor bürokrasiyi acımasızca eleştiriyordu. Halk toplantılarına katılıyor aynı şeyi yapıyordu. Yine durmuyordu Nazım. Bu sefer tiyatro senaryosu yazmaya başladı. Bürokrasiyi en sertinden eleştirecek bir senaryoydu bu: “İvan İvanoviç var mıydı yok muydu?” O zaman Sovyetler Birliği’ne bağlı Azerbaycan’da iki gösterim yapabildi ancak. Hatta ikide sayılmaz! İkincisinde atlı polisler tiyatroyu bastı! Stalin ölür ölmez bir şiir yazdı Nazım:

taştandı, tunçtandı, alçıdandı, kâattandı iki santimden yedi metreye kadar.
taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan çizmeleri dibindeydik, şehrin bütün meydanlarında.
parklarda ağaçlarımızın üstündeydi; taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan gölgesi,
taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan bıyıkları lokantalarda içindeydi çorbamızın
odalarımızda taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan gözleri önündeydik.
yok oldu bir sabah!
yok oldu çizmesi meydanlardan,
gölgesi ağaçlarımızın üstünden,
çorbamızdan bıyığı,
odalarımızdan gözleri,
ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce taşın tuncun alçının ve kâadın


Hayır devrimden nefret etmiyordu Nazım! Buyrun size ispatı: Aynı Nazım'ın Lenin'in ölümü üzerine yazdığı yazıya birde bakın. Bürokrasiden ne kadar nefret ettiğini ama Ekim devrimine ne kadar bağlı olduğuna sizde şahit olun. (yazının uzun olmasından dolayı sadece bir kısmını alıntılıyorum. Devamını okumak isteyenler için aşağıya linki ekliyorum)

Şanuar sinemasının oraya geldik. Bir yerlerde, kocaman yüksek, tahta avlu kapıları birdenbire açıldı. Yanımızda mı, önümüzde mi, karşımızda mı, farketmedim. Kamyonlar, adamlar fırladı avlu kapısından. Ve bir feryat işittim. Her halde bağıran birçok insandı o anda, ama bana bir tek insan feryat ediyormuş gibi geldi. Işıklı, telaşlı, upuzun caddeden, geceden, soğuktan güçlü bir tek insan feryat etti:

Lenin öldü!

Sonra neler oldu? Onları parça parça gördüm, zaman sırasıyla değil, karmakarışık. İşittiklerimi de öyle işittim. Avlu kapısından caddeye fırlayanların ellerindeki gazeteler kapışıldı.

Önümde bir tramvay durdu. Bir anda boşaldı. Bütün tramvaylar durdu. Hepsi boş. Hiçbir şey işitmiyordum. İhtiyar bir adam ağlıyor, kalpağını çıkarmış, göğsüne bastırmış. Dazlak da. Ağlıyor.




En çok istediği şey Türkçe yayınlanmasıydı eserlerinin olmadı. Öyle ya, halen Almanya ile araları çok iyi olan Türkiye’de faşistlerin propaganda yapmasına izin verilirken komünistlere izin yoktu. Sermaye sınıfı buna asla izin vermezdi. Nazım’ın eşi Vera’nın aktardığına göre Türkiye’den bir tane hediye gelmişti sadece. Sigara ağızlığı. Nazım, sigara içmediği halde ağzından hiç ayırmıyordu bu ağızlığı. Memleket hasretini böyle gideriyordu.


Ben içeri düştüğümden beri, güneşin etrafında on kere döndü dünya.
Ona sorarsanız: “Lâfı bile edilmez, mikroskobik bir zaman.”
Bana sorarsanız: “On senesi ömrümün.”

Bir kurşun kalemim vardı, ben içeri düştüğüm sene.
Bir haftada yaza yaza tükeniverdi.
Ona sorarsanız: “Bütün bir hayat.”
Bana sorarsanız: “Adam sen de, bir iki hafta.”

Katillikten yatan Osman, ben içeri düştüğümden beri, yedi buçuğu doldurup çıktı.
Dolaştı dışarda bir vakit. Sonra kaçakçılıktan tekrar düştü içeri, altı ayı doldurup çıktı tekrar.
Dün mektup geldi, evlenmiş, bir çocuğu doğacakmış baharda.

Şimdi on yaşına bastı, ben içeri düştüğüm sene ana rahmine düşen çocuklar.
Ve o yılın titrek, ince, uzun bacaklı tayları,
Rahat, geniş sağrılı birer kısrak oldular çoktan.
Fakat zeytin fidanları hâlâ fidan, hâlâ çocuktur.

Yeni meydanlar açılmış uzaktaki şehrimde, ben içeri düştüğümdenberi.
Ve bizim hane halkı bilmediğim bir sokakta, görmediğim bir evde oturuyor.

Pamuk gibiydi, bembeyazdı ekmek, ben içeri düştüğüm sene.
Sonra vesikaya bindi, bizim burada içeride, birbirini vurdu millet yumruk kadar, simsiyah bir tayın için.
Şimdi serbestledi yine, fakat esmer ve tatsız.

Ben içeri düştüğüm sene, ikincisi başlamamıştı henüz.
Dachau kampında fırınlar yakılmamış, atom bombası atılmamıştı Hiroşima’ya.

Boğazlanan bir çocuğun kanı gibi aktı zaman.
Sonra kapandı resmen o fasıl, şimdi üçüncüden bahsediyor Amerikan doları.

Fakat gün ışıdı her şeye rağmen, ben içeri düştüğümden beri.
Ve “Karanlığın kenarından onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldular” yarı yarıya.

Ben içeri düştüğümden beri, güneşin etrafında on kere döndü dünya.
Ve aynı ihtirasla tekrar ediyorum yine, ben içeri düştüğüm sene onlar için yazdığımı: “Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar, korkak, cesur, cahil, hakîm ve çocukturlar. Ve kahreden yaratan ki onlardır, şarkılarımda yalnız onların mâceraları vardır.”
Ve gayrısı, meselâ benim on sene yatmam, lâfü güzaf.


Aralarda da olsa, Nazım bazen umutsuzluğa kapılıyordu elbet. Hangimiz kapılmadık ki zaten? Ancak ona rağmen Orhan Kemal’i yetiştirdi. Ona rağmen Yaşar Kemal’i yetiştirdi. Ona rağmen Kemal Tahir’i yetiştirdi. Ona rağmen Sabahattin Ali’yi yetiştirdi. Daha ismi aklıma gelmeyen nice insanları yetiştirdi. Hepsi için ayrı düşünceleri vardı elbet. Ama her ne olursa olsun umudunu kaybetmedi Nazım. Nazım evet bir şairdi. Ama bir devrimciydi ondan önce. Şiirlerinde bile devrim yapmaya çalıştı. Ömrünün sonlarına doğru röportaj şiiri yapmaya çalıştı. Mesela Küba’nın eski lideri Castro ile yaptığı röportaj bunlardan bir tanesi. Komünistti Nazım! Umutlu bir komünist! İşçi sınıfına inanan, paşa torunluğunu bırakmış kendi geldiği sınıfa ihanet etmiş, işçi sınıfına inanmış komünist bir şair! romantik şair değil, defalarca açlık ve yoksullukla sınanmış komünist bir şair! Sınıfsız ve sınırsız bir Dünya’ya inanan bu yüzden de vatansız olan komünist bir şair!


Büyük insanlık gemide güverte yolcusu
tirende üçüncü mevki
şosede yayan
büyük insanlık.

Büyük insanlık sekizinde işe gider
yirmisinde evlenir
kırkında ölür
büyük insanlık.

Ekmek büyük insanlıktan başka herkese yeter
pirinç de öyle
şeker de öyle
kumaş da öyle
kitap da öyle
büyük insanlıktan başka herkese yeter.

Büyük insanlığın toprağında gölge yok
sokağında fener
penceresinde cam
ama umudu var büyük insanlığın
umutsuz yaşanmıyor


***********************************************************************

Meraklısına

Çocukluk arkadaşı Vâlâ Nurettin'in, Bu Dünya’dan Nazım geçti kitabını,

Devrimci Marksizm dergisinde Nazım üzerine ciddi bir araştırma yapıldığı açık olan Sungur Savran’a ait şu yazıya http://www.devrimcimarksizm.net/sites/default/files/trotskiyin-tarihteki-yeri-sungur-savran.pdf ,

Nazım Hikmet’in şiirlerinin kronolojik sıralamasına dikkat ederek,

Ayrıca Destek yayınları’ndan çıkan Ela Gözlü Pars Celile kitabını okuyarak Nazım Hikmet hakkında detaylıca bilgi edinebilirsiniz.


---

Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için Patreon linki üzerinden bize bir kahve ısmarlamanız size hiçbir şey kaybettirmeyecekken bize çok şey kazandıracak.  

https://www.patreon.com/kitapdedektifiyiz



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme