20 y.y. Felsefesi

Varoluşçuluk ve Önemli Temsilcileri Varoluşçuluk, bireyin kendi varlığını ve anlamını yaratma sorumluluğunu vurgulayan bir felsefi akımdır. Varoluşçulara göre, insan varlığı, önceden belirlenmiş bir öz veya anlam taşımaz. İnsan, kendi seçimleri ve eylemleriyle anlam yaratır. Bu nedenle, varoluşçuluk, bireysel özgürlük ve sorumluluğu ön plana çıkarır. Önemli Temsilciler: Søren Kierkegaard: Varoluşçuluğun öncülerinden biri olarak kabul edilir. İnanç, kaygı ve bireysellik üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Friedrich Nietzsche: Güç iradesi, Üstinsan ve Tanrı'nın ölümü gibi kavramlarla varoluşçuluğa önemli katkılar sağlamıştır. Jean-Paul Sartre: Varoluşçuluğun en tanınmış temsilcilerinden biridir. "Varoluş özden önce gelir" sözüyle varoluşçuluğun temel tezini özetler. Simone de Beauvoir: Kadınların varoluşsal durumunu ve cinsiyetçiliği ele alarak varoluşçuluğa yeni bir boyut kazandırmıştır. Postmodernizm: Eleştir

Absürt Bir Kukla Ustası, Sürrealist Bir Gerçekçi ve Kara Grotesk Bir Sanatçı: Jan Švankmajer / Seyfi Demirci'nin Kaleminden


 Herkes bir gün kurumsallaştırılmış 'mutluluğun' küçük vaatlerine boyun eğmek ile medeniyetten ayrı bir adım atarak buna isyan edip, sonuçlarına katlanmak seçenekleri arasında kalacaktır.

 Özellikle kısa metraj animasyonlarında kullandığı sıradışı teknikler ve filmografisinde kullandığı karanlık atmosferiyle bilinen Çek yönetmen ve kukla ustası Jan Švankmajer, doğduğu şehir olan Prag'ın üzerine sinmiş, her sokağında hissedilen Kafkaesk havasını, sinemasındaki karanlık atmosfere ve işleyişine ilham olmuş Poe edebiyatıyla harmanlamış ve Bunuel'in sinemasındaki sürrealist dokunuşlarıyla ortaya kendi belirlediği sınırları olan bir sinematografi ortaya çıkarmıştır. Çok küçük yaşlarda başlayan kukla tiyatrosunun etkisi ve ilerleyen yaşlarında kukla sanatı üzerinde ustalaşmasıyla bunu sinemaya taşımış en başarılı ustalardan ilkidir.

 Hayatın içinden olan ve yaşamdaki sıradan eşyaları, hatta neredeyse cansız birçok eşyayı kullanarak kukla ustalığının verdiği teknikle, ortaya hayal gücünün sınırlarını aşan stop motion animasyonlar çıkaran usta Švankmajer, kendisinden sonra gelen birçok önemli yönetmene ilham kaynağı olmuştur. En temelde insanoğlunun canlı ve cansız arasındaki ayrımını, kendi üslubuyla ortadan kaldıran ve buna bir bütünlük getiren Jan Švankmajer, bağlamsallık kavramı çerçevesinde, insan ve yaşadığı ortamı, insan-çevre faktörlerini sinemasında birbirinden farksız, aynı formda ortaya koymuştur. Temel felsefi söylemlere sahip olan sineması ile yönetmen, zengin bir görselliğe ve yenilikçi bir teknik yapıya sahiptir. Bu yapı içerisinde tuhaf sayılabilecek ve onu tanımlayan en önemli unsurlardan biri olan grotesk atmosfere sahip filmlerinde; insan, toplum ve medeniyet unsurlarına dair kendine özgü eleştirel söylemlerde bulunur. Bu söylemleri gerçekleştirirken belirli bir siyasi düşünce ya da stilistik bir tavra bağlı kalmadan aktaran yönetmen, toplumun siyasi ve ekonomik yapısını kendi görselliğinden süzerek, bunların özellikle en uçtaki kötü yanlarını ele almaktadır. Bu duruma örnek göstermek gerekirse, özellikle sinemasında kullandığı materyaller, kilden ya da taştan yapılmış kuklalar, oyuncak bebekler, yapılar ve elle üretilmiş oyuncaklardır. Bunlar metaforik bir anlatımla kapitalist düzendeki kitle-üretim kavramına karşı çıkışı temsil ederken, komünist yönetim yapısını ve toplumunu da kışkırtacak göstergelerden de kaçınmaz. Bu edindiği tavır o kadar etkili olmuştur ki, o dönem komünist rejim yönetiminin uyguladığı sansür kavramına saygı duymaması nedeniyle, 1972 yılında bu söylemlerinden dolayı 7 yıl boyunca sinemadan uzaklaştırılmıştır.

 Temel olarak edindiği Bunuel'ci yaklaşımın ve diğer ustaların ortaya koyduğu sürrealist kavramların en çok işlendiği, kendisinin de tanımladığı gibi absürt ve şiddet dolu dünyayı; cinsellik, korku, rüya normlarıyla anlatırken, yer yer kendi yaratıcılığının elverdiği nokta üzerinden provakatif ve kendine özgü mizahı ile eleştirir. Bu onun sinemasını tanımlayan en önemli özelliklerden biri olduğu gibi, kişiliğinin duruşunu da yansıtan bir durumdur. Jan Švankmajer'in animasyonu kendi başına ilerleyen bir tekniğe sahiptir. Günümüzde dahi en eski animasyon tekniklerini kullanan usta, sinema yoluyla hayatımıza giren görsel efektlerin gerçeklik olgusunu hissettirmediğinden dem vurmaktadır. Ona göre eski zamanlarda kullanılan teknikler ve materyaller, insanın el işçiliğiyle ortaya çıktığı için, bize gerçeklik duygusunu daha içten bir hissedişle sunmaktadır. En temelde yönetmenin bize hissettirdiği illüzyonist bir yaşam değildir. Aslında insanın gündelik yaşamda kullandığı eşyalara ve nesnelere hayat katarak, insanların bu cansız varlıkları fark etmesini sağlamayı amaçlamaktadır. Bunu sunarken de usta bize kendi görsel şovunu sunmanın haricinde, kendi düş dünyamızı ve yaratıcılığımızı yeniden canlandırmamızı sağlayacak bir anlatı sunmaktadır. Yönetmen bir nevi çocukken kurduğumuz ve kendi yaratıcılığımızın gücüyle ortaya çıkan hayal dünyamızın, yeniden bu dünyaya ait olmasını sağlamak istemesidir. Çünkü ustaya göre, hızlı ilerleyen ve değişen dünyamızda artık çocukların bile düş kurmadığı bu dünyada ve sanatın bir tüketim aracı olarak kullanıldığı bu zamanlarda bizim tekrardan hayal kurmamızı canlandırmasıdır.

 İlk olarak 1964 yılında kısa metraj işlerle başlayan kariyerinde, neredeyse hiç diyalog kullanmadığı, anlatımı daha çok imgelerle ortaya koyduğu işler yapmaya başlar. Ona göre objeler kendileri konuşmalıdır. Bu şekilde her zaman gördüğümüz objenin altında yatan gerçekçi anlatımı, bize yine objenin kendi dilinden sunar. 1982 yılında, onun uluslararası arenada tanınmasını sağlayan "Dimension of Dialogue"un başrolünde çatal-kaşıklar, sebzeler, kil ve çamur bulunmaktadır. Tüm bunların dilinden kitlesel üretim kavramı, tüketim ve insanın bireysel yaşamındaki çatlaklıkları anlatılmaktadır. İnsana ancak 80'li yılların sonunda tam olarak yer veren Švankmajer, 1988 yılında çektiği "Alice" filmiyle, hem ilk uzun metraj filmini ortaya koymuş, hem de animasyon ve canlı aksiyonu bir arada kullanarak, yukarıda bahsettiğimiz canlı-cansız ayrımını yıkmak için ilk adımı atmıştır.

 Lewis Carrol'un ünlü eseri "Alice Harikalar Diyarında" yı, belki de diğer örneklerinden çok farklı olarak, romanın en yakın değerleriyle işleyen film olan "Alice", yönetmenin kendine özgü anlatısıyla bir çocuk filmi atmosferinden uzak bir şekilde, yetişkin bir bireyin ruhundaki çocuğa seslenişi biçiminde görselleştirmiştir. Özellikle romanda Carrol'un işlenmesine rağmen görmezden gelinen karanlık atmosferi, yönetmen bu filminde zengin bir görsellikle işlemiştir. Hem çocuksu anlatısı hem de karanlık atmosferiyle, romandaki bilinç dışı imgeleri, sürrealizmi ve mantık dışılığını, bir rüyanın yapısına en uygun biçimde aktarmıştır Švankmajer.

 Filmde hayal dünyasının içinde kaybolan Alice ile saf hayal gücü ve mantık dışı bir oyun içerisinde uyanıyoruz. Gündelik hayatımızda cansız olarak tanımladığımız eşyaların hareket etmesi başlıyor. Bu görselliği izleyen gözlerimiz bunları, çocuksu bir zihnin oluşumu olarak tanımlıyor. Tüm bu noktadan sonra bu evrenin kurallarını da buna uygun bir şekilde düşünüyoruz. Alice'in mürekkep için küçülmesi ve turta yiyip büyümesi gibi etmenlerde bu evrenin kuralları çevresinde mantık arayışımızdan uzaklaşıyoruz. Öyle bir görsellik sunan yönetmen, bir süre sonra cansız olduğunu unutacağımız oyuncak tavşana gerçekçi bir şekilde hayat veriyor. Tüm bu evreni bize sunulan hayal gücü çerçevesinde, kesik kesik ve birden çok gerçekçilik ile izliyor ve hatta yaşıyoruz. Bu gerçekçi dünya bize sunulan bir illüzyondan daha çok, basit ama bütünlüklü ve görsel efektlerle bezenmiş -özellikle de Disney'in ortaya koyduğu- çizgi filmlerin sürüklediği illüzyonun farkına varmamızı sağlıyor. Yönetmen bir şekilde bize karşıtlık sunarken, aynı zamanda sürüklendiğimiz illüzyondan da uyanmamızı sağlıyor. Bu aktarışta, tüm filmlerinde olduğu gibi Kafkaesk bir anlatının yanında, Brechtvari tutum ile bir anlatıcı olarak karakterini görselleştiriyor. Tüm bu kalıplar çerçevesinde Alice karakteri ile izleyiciye çok özel bir şey sunuyor; her yaştan izleyicinin hayal kurmaya ve bu hayal dünyasını kendi gerçekleriyle inşa etmeye hakkı olduğunu tüm gerçekçilik ile savunuyor. İzleyici olarak filmin başına geçtiğimizde fark ettiğimiz, hayal kurma gücü elinden alınmış çocukların bunun farkına varmasını sağlıyor.

 İlk uzun metraj çalışması Alice'te her yaştan çocuğun hayal dünyasını gerçekçi bir şekilde sunan Švankmajer, sonraki uzun metraj çalışması olan "Faust"(1994) ta ilerleyen zamanı ve bu zamanda ilerleyen insanın eleştirisini sunabilmek amacıyla kendine özgü mizahını, karanlık ve satirik bir anlatımla sunuyor. Topluma mal olmuş en önemli eserlerden biri olan bu eseri, modern ve post-komünist bir toplumun koridorlarında ilerletirken, eserin özgün yapısına uygun şekilde sistemli bir çevirisini yapıyor. Toplumun her diliminde, iç içe geçmiş iyiliğin ve kötülüğün içinde, insanın kendine verilen özgür irade ile insani gücün ötesine geçmesi üzerine kurulan "Faust", Švakmajer'in elinde eşsiz ve absürt bir görsellikle sunuluyor. Yönetmenin bu filminde yaptığı en temel şey, genel çıkarımın üzerinden ilerlemek yerine, temsili olduğu dünyanın sonunun nasıl olacağını gösteriyor. Post-komünist bir toplum olan Prag sokaklarında, herkesin özgürlüğe ve güce ulaşma arzusu ekseninde, tüm buna karşı gelip konformist olmak istemeyen bir adamın hikayesi olarak karşılıyor bizi film.           

 Her şey sıradan bir adamın, rutin olarak ilerlediği yaşamından bir kareyle başlıyor. Yoldaki bir adamdan, üzeri işaretlenmiş bir harita alması ve haritadaki bu noktaya gitmesiyle devam ediyor. İçeri girdiğinde eline aldığı kağıtlarda Faust'un diyaloglarını okumaya koyuluyor. Bu zamana kadar isimlendirmediğimiz karakterimizin artık Faust olduğunu anlıyoruz ve Mephistophales ile bir anlaşma yapmasına şahit oluyoruz. Sonsuz güce ulaşmak isteği karşılığında, ruhunu Lucifer’e satan Faust'un ilerleyişi ve yok oluşunun görselliği bize sunuluyor.

 Film diğer örneklere göre, en temelde teatral yapıyla işlenmiştir. Ama diğer örneklerden farklı olarak filmde, Jan Švankmajer'in işçiliğinin ürünü olan el yapımı kukla kullanarak, gerçeklik ve rüya kavramları arasında sınırı yok etmesi ve romanın yapısına uygun olan karanlık atmosferi daha belirgin bir şekilde ortaya koymasıdır. Kontrol ve manipülasyon kavramlarını hissettirmek amacıyla sembolleri kullanmaktan çekinmeyen yönetmen, filmlerinde kullandığı çoklu gerçeklik ile izlediğimiz sahnelerin bir kukla tiyarosu mu yoksa, Faust'un yaşadıkları mı olduğuna dair kuşkulu bir seyir yaşatmaktadır. Tüm filmde temel olarak komünist bir yaşam sonrası sıradan yaşamında ve yaptığı anlaşma sonrası sonsuz gücü elde ettiği yaşama sahip bir adamın haykırışlarını duymaktayız. Tabii ki de Švankmajer'in bize sunduğu absürt gerçeklik ve grotesk havasının harmanlanmış bir görselliği ile.

 İlk iki uzun metraj filminde edebi eserlerin uyarlamasını yaparken, metnin özgün yapısına sadık kalarak, filmi daha derinlemesine eleştirel bir söylemle aktaran Jan Švankmajer, üçüncü filmi olan "Conspiratos of Plesure"(1996) de yine kendi karanlık ve satirik anlatımını koruyan bir yapıda ilerlemektedir. Bu sefer belirli bir metine sadık kalmayan ve kendi kurgusal çizgisinde sürdürdüğü yapımda, temelde Marquis de Sade ortaya koyduğu cinsel fetişizm olgusunu işlemektedir. Altı farklı karakter çerçevesinde ilerleyen film, bu karakterlerin kendine özgü fetişist duygularını, kapalı kapılar ardındaki dünyaları içerisinden aktarmaktadır. Toplumdan gizli ve uzak bir şekilde, kendi fantezi dünyaları içerisinde yaşadıklarını, absürt bir anlatı ve yer yer sürreal bir gerçekle sunan yönetmen, toplumun baskısal formlarından kaçışları ve özgür iradeye tutunmayı kara komedi bir seyirlikle sunmaktadır.          

 Prag'ta yaşayan bu insan topluluğunu meslekleri, aile ve toplum içindeki iletişimleri ve toplumun sahip olduğu yapının bilinirliği ile sunan yönetmen, bu şekilde filmin politik duruşunun da altını çiziyor. Cinselliğin belirli normlar içinde yaşanıldığı toplumlarda, bu toplum içinde farklı olanın kötü olarak lanse edildiği ve sürekli olarak eleştirilmesi ve hatta ayıplanması, sinemada cinsel kimlik ve istekler sürekli işlenmiştir. Bu kavram üzerinden bakarsak Švankmajer, bu şekilde bir işleyişten daha farklı olarak, bu karakterlerin hayat çizelgelerini bize sunarken, bu şekilde fetişist olan bir karakterin normalize edilmesine işaret ediyor. Televizyonu ve elektronik aletleri birleştirerek kendine robot bir mastürbasyon aleti yapan cinsel içerikli dergiler satıcısı, ondan dergi alıp horoz kafası yapan bir adam, komşusu ile karşılıklı platonik olarak sado-mazoşist fantezileri olan bir kadın, bir başka karakterin fetişist olgusu olan bir kadın, onun kocası dokunma fantezisi olan bir dedektif ve belirli bir mantığa sığmayan sembolik fetişi olan bir postacı kadını izlediğimiz filmde, toplumun baskı rejiminden sıyrılmış, kendilerine sunulan sınırsız özgürlük kavramı çerçevesinde ve kapitalist toplumun onlara sunmuş olduğu fetişist objelerle insanoğlunun doğasına ait olan tatmin olma olgusunu görüyoruz.Yönetmen Švankmajer, en temelinde insanın ona sunulan özgür iradesi çerçevesinde kendi yaşama çizgisini çizmek isteği, bunun olabileceğini ve sonuçlarını irdelerken, absürt gözüken bir çok detayla günlük yaşama ait olan ironileri de işliyor.

 Bireysel ve kendine özgü fetişist kavramı incelediği filminden sonra, yine belirli bir metne bağlı olmamasına rağmen bilinen bir temayı işlediği "Little Otik"(2000) filminde, Svankmajer, insan oğlunun histerik kavramlar çerçevesinde sahiplenme ve bunun doğurduğu sonuçlar üzerine kendi satirik anlatımını işliyor. Konusu gereği basit bir ilerleyiş ve yüzeysel bir hikaye olarak gözüken film, hem aktardığı alt metinle hem de insanın kurgu dünyasındaki küçük detaylar çerçevesinde derin sorunlara yine etkileyici bir biçimde değiniyor.



 Modern toplum içerisinde yaşayan ve bebek sahibi olamayan bir çiftin bunu en temel sorun olarak görmeleriyle başlayan hikaye, daha sonrasında adamın eve bebeğe benzeyen bir odun parçasıyla gelmesiyle ilk absürt adımını atıyor. Kadının histerik bir biçimde bu cansız nesneye bağlanması ve yaşadığı modern apartmanda komşularına hamile taklidi yaparak eksik olan bireyin ailelerine katılması ekseninde ilerliyor. Tüm bunlar eşliğinde tedirgin bir koca, apartmanda yalnızlık çeken küçük bir kızın, yeni gelecek bir arkadaş sevinciyle ailenin peşine takılması ve kadının cansız olan bir odun parçasını kendi düş dünyasında yaşatmasıyla ilerleyen sürrealist bir gerçeklik dünyasında kendimizi buluyoruz. Özellikle karakterleri toplumu temsil eden bireyler olarak sunarken, bu açısıyla toplumun içindeki değerleri de açığa koyan yönetmen, bazı noktalarda toplumun açlığını, kısa filmlerinde de kullandığı yemek sembolleriyle medeniyet ekseninde sorguluyor. Günümüzde dahi hala her şeyin bir tüketim maddesi olarak görüldüğü toplumda, insanların çocuk sahibi olmasını bile bir tüketim çılgınlığı kavramının sonucu olarak görüp buna eleştirel bir sunuş yapıyor. Aslında ters nokta olarak işlediği bir konuda küçük Otik'in, her şeyi yiyen biri olarak gösterilmesinden doğan, insanın doğayı tüketmesi kavramının üzerinden sunuluyor. Belirli noktalarda medya ve moda kavramlarının da bireyler üzerine etkisini güçlü bir şekilde görselleştiren Švankmajer, çocuk sahibi olmayı modanın bir parçası olarak gösteriyor. Toplum içerisinde hissedilen baskının ebeveynden çocuğa geçişi kavramı da resmedilen film, karakterlerin içinde bulundukları hikayenin farkında olmalarına rağmen, bildikleri gibi yaşamalarını sunuyor. Bu şekilde seyirci açısından da farkındalığı daha belirgin kılıyor.

 Sonraki yapımdaysa "Lunacy"(2005) de deliliğin görselliğini sunan yönetmen, tüm filmlerinde olduğu gibi bir konuyu absürt bir şekilde işlerken, bunu toplum ve medeniyet çizelgesinde ilerleyen yaşamlarımıza odaklıyor. Temel olarak anlaşılması güç yapısına rağmen, kendine özgü mizahı, Poe edebiyatının ögesel bütünlüğü ve Sade'ın cinsel özgürlüğü gibi kavramların bir harmanı olarak ortaya çıkan bir yapım. Bazı noktalarda korkusal ögelerin de hissedildiği filmde, film bir korku filmi olarak değil de, Švankmajer'in kendine özgü mizahının bir seyiri olarak görselleştiriliyor.

 Annesinin bir akıl hastanesinde ölmesiyle, psikolojik rahatsızlık veren rüyalar görmeye başlayan Jean karakteri ve ona yardım etmek isteyen zengin Marquis çerçevesinde ilerliyor hikaye. Dilsiz bir uşak olan Marquis'in yardımları, Jean'ı iyileştirmekten öte daha kötü olmasına neden oluyor. Kendi korkusu olan "ölmeden gömülme" korkusunun da üstünden gelmeye çalışan Marquis, Jean'a sağlıklı olması için akıl hastanesinde kalmasını öneriyor. Her zaman çıkacağı gözüyle baktığı hastanenin, aslında göründüğü gibi olmadığının farkına varmaya başlıyor. Švankmajer filmlerinde işlediği göründüğü gibi olmayan toplum olgusu, burada bir deli hastanesi olarak resmediliyor. Yönetmen bu filminde, din karşıtı,cinsellik ve kanla bezeli ayinler olarak işlediği etmenlerde, Jean'ı inançsal yapısıyla ele alıyor. Özgürlükçü yapıda gözüken hastanenin aslında baskıçı kapitalist bir sunumunu yaparken, bu anlamda kapitalist sanat bakışının da geldiği noktayı ağır bir biçimde eleştiriyor Švankmajer. Tüm bunların çerçevesinde delilik işleyişinde, özgürlük-baskı normlarının çerçevesinde, insanın yaptıklarının özgür düşünce mi yoksa ona sunulan toplumun düşüncesine göre mi tayin ettiğini bir akıl hastanesi kılıfından sunuyor.

 Usta yönetmen Jan Švankmajer'in kendi görselliğinden bize sunduğu son filmi "Surviving Life", hem psikoloji hem de mizahi incelikleri işlediği filmidir. Filmin çekimi aşamasında elindeki bütçenin az olması nedeniyle kağıt kukla yöntemi kullanarak çektiği filmi, belirli açılardan da kendine özgü mizahıyla da film endüstrisine bir eleştirel bakış uygulamıştır. Yine kendine özgü görselliğini Brehctvari bir anlatıyla sunarak izleyiciye izlediğinin bir kurmaca olduğunu sunmaktadır. Temel psikanaliz söylemler ve insan doğasına ait normların işlendiği film, atmosferi ve estetik açısı nedeniyle eski animasyon tekniklerini en başarılı şekilde işlediği bir filmdir.

 İnsanın gerçekçiliğinden uzak bir şekilde, rüya aleminde işlediği filmde, Eugene her yastığa başına koyduğunda kendi rüya dünyasında, kendine ve geçmişine arzu duyar. Freudyan bir psikanalitik unsurda, rüyalarının kadını olarak gördüğü kişi annesidir ve bu rüyalarında kendisini babası olarak tanımlar. Bu şekilde ilerleyen rüyalarına bazen anlam veremeyişi, kendi gerçekliğinin önüne geçmesine neden olur. Tabi bu tanımlamayı yaparken, gözden düşmüş bir yaklaşımdan daha çok, cinsel sembollerle donatılmış zihninin derinliklerinde, kendi hayatının en temel parçasına, yaşamındaki arzulara ve benliğinin sınırlarına ulaşmaya çalışır. Bir bireyin en saf haliyle resmedilen bilinçaltına ilerlediğimiz bu yolculuğumuzda Švankmajer, klişe etmenlerle eleştirel kimliğini bize sunarken, bizi dürüst bir tutumla da karşı karşıya bırakır. Bize bireyin bilinçaltının absürt bir detayını ve onun doğasını içten bir tavırla sunarken, gerçekçi bir insan eleştirisi yapmakta başarılı bir işçilik ortaya koyar.

 Zihnin karmaşık ve sürreal durumlarını çıkarmakta oldukça başarılı olan yönetmen Jan Švankmajer, filmlerinde sıkça ortaya koyduğu absürt gerçekliği, doğup büyüdüğü Prag şehrinin üstüne sinmiş Kafkaesk anlatımıyla, karanlık ve satirik görselliğiyle çağımızın en önemli sanatçılarından biri olarak görülmektedir."Insects" le 2018 yılında buluştuğumuz usta, bize sunduğu filmlerindeki kendine özgü mizahı ile toplumu, insanı ve onun doğasına getirdiği eleştirel kavramlarla da kendi özgünlüğünde ilerleyen bir yönetmen. Başlıkta da yaptığımız tanıma uygun bir şekilde; absürt bir kukla ustası, sürrealist bir gerçekçi ve kara grotesk bir sanatçı Jan Švankmajer. Onun medeniyetimiz ve günümüzde insanın hayal dünyası için söylediği bir sözle bitirirsek;

"Medeniyetimizde hayal gücünün en temel kökeni olan rüyalar, sürekli olarak engellenmiş ve yerine sözde bilimsel akımımızı öncüleyen absürditeye bırakmıştır."

--------------              

Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için bize #askıdakultursanat ile bir bilet ısmarlar mısınız? 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme