SOUL: MODERN DASEIN / Gülsen Akar
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
“Mutluluğa giden yol yok; mutluluk, yolun kendisidir.”
-Buda
Bu yazımda Pixar’ın
renkli ve son teknoloji animasyonlarının son harikalarından biri olan Soul için klavyenin başındayım. Yönetmen
Pete Docter, 2016 yılında kurgulamaya başladığı animasyonun senaryosunu Mike
Jones ve Kemp Powers ile kaleme almış. 25 Aralık 2020’de pandemiden ötürü
sinemada yayınlanmadan direkt olarak Disney+’ta yayınlanan animasyonun IMDB’de
10 üzerinden 8.1 puan, Rotten Tometoes’da %95 ve Letterboxd’da 5 üzerinden 4.2
puan aldığını görüyoruz.
New York’ta mütevazı
bir dairede yaşayan bir ortaokul müzik öğretmeni olan Joe Gardner’ın caz
tutkusu, anlam arayışı, tutkuları ve mutlulukları gibi temaların etrafında
dönen görsel bir şölen izliyoruz. Genelde ana karakterlerinin beyaz olmasına
alıştığımız Pixar filmlerinde bu zinciri önce 2017 çıkışlı Coco, ardından da ana karakterini siyahi olarak seçen ve
Amerika’daki siyahi kültürün öğelerine, cazın renkli tonlarına yer veren Soul ile kırıyor. Filmde Joe Gardner’ı
Jamie Foxx’un sesinden, 22 adlı huysuz ama sevimli karakteri ise Tina Fey’in
sesinden dinliyoruz.
Joe Gardner’ın
babasının zamanında bir caz müzisyeni olduğunu, annesinin ise bir terzi
olduğunu öğreniyoruz. Joe her ne kadar caz konusunda tutkulu ve istekli olsa da
annesi onun her zaman “sigortalı” bir işte çalışması gerektiğini ve bu tarz
gelip geçici heveslere kendini kaptırmaması gerektiğini savunuyor. Joe da bir
devlet okulunda, ortaokul seviyesinde bir öğrenci korosuna “ruh” vermeye
çalışıyor ve bunu kendi ruhunu kaybetmek pahasına yapıyor. En büyük hayali
babası gibi çok iyi bir caz müzisyeni olmak olan Joe, bir gün eski bir
öğrencisi vasıtasıyla hayatının fırsatı olan bir orkestra için seçmelere girme
şansı elde ediyor. Hayali ise çok sevdiği ve hayranı olduğu saksafon sanatçısı
Dorothea Williams’ın orkestrasında çalabilmek. Seçmelere gidip sihirli
parmakları ve özgün piyano icrası sayesinde Dorothea’yı oldukça etkileyen Joe,
orkestraya kabul ediliyor. Seçmelerden çıkıp hem havada süzülürcesine
yürümesine sebep olan heyecanıyla hem de bunu annesine nasıl anlatacağının ve
doğru tercihin hangisi olduğunu bilememenin yarattığı gerginlikle yürürken üstü
açık bırakılmış bir rögar deliğine düşüveriyor. Zaten film de bu sahneden sonra
başlıyor diyebiliriz.
Her inanç sisteminde
bir “öte dünya” imgesi vardır. Cennet, cehennem, araf gibi kavramları farklı
inançlarda, farklı betimlemelerle görebiliriz. Soul’da ise nispeten kendine özgü bir öte dünya imgesi var dersek
yanlış olmaz sanırım. Ölüme onun
nefesini ensesinde hissedecek kadar yaklaşmış olan Joe, kendini birdenbire ışık
saçan yuvarlak, Casper-vari bir formda kapkaranlık bir evrenin ortasında piyano
tuşlarına benzer basamakları tırmanırken buluyor. Etrafını saran kalabalığın ve
kendisinin nereye doğru ilerlediğini görmeye çalışırken “The End” yazısına
gitmek üzere olduğunu gören Joe, sonunda aslında ölüme yaklaştığını anlıyor ve
buna hazır olmadığı için oradan kurtulmaya çalışıyor. Joe’nun yolunu
şaşırmasıyla birlikte bizler de kendimizi dünyadan önceki bir öte dünyada yani
“The Great Before” tasvirinin içinde buluyoruz.
Burada henüz doğmamış
ruhlar, onlara mentorluk eden yaşamış ve bir şeyler başarmış ruhlar ve tüm bu
ruhlara kılavuzluk eden bir nevi düzenden ve işleyişten sorumlu ruh ötesi
varlıklar bulunuyor. Bu ruh ötesi varlıklar, otoriteyi temsil edişleriyle aynı
zamanda merhametli ve şefkatli tavırlarıyla Tanrı’nın bir yansıması veya bir
ebeveyn figürü gibi işlev görüyorlar. Picasso’nun tablolarından fırlamış gibi
görünen bu figürler bir yanlışlık sonucu Joe'yu bir psikiyatristin ruhu
zannederek “22” adlı huysuz, bıkkın ve muzip bir ruh olan ancak henüz
kıvılcımını bulamadığı ve buna pek de istekli olmadığı için dünyaya gidememiş
bir ruha mentor olarak atıyor. Joe’nun görevi, 22’ye dünyaya gidebilmesini
sağlayacak, yaşamı onun için anlamlı hale getirecek bir kıvılcım bulabilmek.
Filmin bundan sonraki
kısımlarını ne kadar anlatmaya çalışsam da izlerken hissedeceğiniz, kendi
hayatınızdan, duygu ve düşüncelerinizden, hayatın anlamına dair edindiğiniz
veya edineceğiniz deneyimlerden daha fazlasını veya daha etkileyicisini size aktaramayacağımı
biliyorum. Çünkü hayatla ve hayatın anlamı ile ilgili hep bir derdi olan,
sürekli bunun üzerine düşünen ve çoğunlukla acı çeken o ruhlardan biri olduğum
için bazı edinimlerin ve deneyimlerin yalnızca yaşanarak anlaşılabileceğini
düşünüyorum.
Hayatla ilgili
hepimizin bir derdi elbet vardır. Kimi varoluşsal sancılar çekerken kimi de eve
ekmek götürme telaşında savrulur gider; hepsinin ortak noktası farkında olarak
ya da olmayarak hayata dair bir mesele edinebilmemizdedir. Soul’daki anlatı üzerinden Gonçarov’un Oblomov’undan tutun da Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ına dek birçok farklı referans vererek bu meseleyi
konuşabiliriz. Ben işin felsefi boyutuna biraz değinmek istiyorum.
Kaan H. Ökten’in
rehberliği ile okuyabildiğimiz Heidegger, Varlık
ve Zaman’ında varlığı Dasein
üzerinden okuyor ve yaşamın anlamı üzerine tartışıyor. “Bir anlamı yoksa neden
yaşayayım?” diyen anlamsızlık ve onun getirdiği mutsuzlukla mücadele eden
nihilist bakış açısı, Heidegger ile farklı bir perspektife evrildi.
Heidegger’in tüm yönleriyle varoluşçu öykünün öznesi olduğunu düşündüğümüz Dasein’ının anlamlı ve derin bir varoluş
sergileme kaygısına düşmüş olduğunu, bu sebeple mutsuzluğa itilen ve
kaygılarıyla mücadele eden Dasein,
kendini gerçekleştirebilmek, üretken ve verimli bir hayat yaşabilmek adına
hayatı boyunca mutluluğu aradığını görüyoruz.
Dasein’ı Joe Gardner üzerinden tasvir ederek anlatırsak Joe’nun kendini gerçekleştirmek için ihtiyaç
duyduğunu, hayatını anlamlı kılacağını, hayatı yaşanabilir hâle getirip hakiki
mutluluğa erişeceğini düşündüğü amacının peşinden koşmasını izliyoruz. Fakat
modern Dasein’ımız Joe, 22’ye kendini
bulması için ona rehberlik ederken işin özünü kaçırıyor. Kendisine küçük ve
basit anlardan büyük ve ışıltılı mutluluklar çıkaran 22, dünyaya gelebilmesini
sağlayan kıvılcımı buluyor. Fakat Joe, sadece dünyaya geri dönüp kaldığı yerden
hayatına devam etmeye odaklandığı için 22’nin böylesine basit şekilde
kıvılcımını bulmasını anlamlandıramıyor. Çünkü sadece eyleme, yani mutluluğu bulmaya
ve hayat amacına ulaşmaya odaklanmış aynı zamanda ölüme yönelik varoluşun
getirdiği yok oluşa dair kaygısı ile boğuşan Joe, eylemi oluşturan anları
kaçırdığını fark edemiyor; yani mutluluğa ve başarıya ulaşmayı hedeflerken
aslında bunları zaten yaşadığı anları ıskalıyor.
Peki Joe, yarım kalmasından çok korktuğu, henüz hayallerine tam anlamıyla ulaşamamış olduğu hayatına geri dönebiliyor mu? Burada Heidegger’in, bir varolanın ancak kendi ölümünü kabullenmesiyle kendini fiilen yaşadığı, şimdiye geri taşıyabildiğini söylediği cümlesi aklıma geliyor. Filmin sonunda yüzümüzde oluşan tatlı tebessümlerle Joe’nun sonunda bilmeceyi çözüp cevabı bulmasını izliyoruz ve ben burada kendime, “Ben kendi bilmecemin neresindeyim,” diye sormadan edemiyorum. Umarım kendi filmlerimizin sonuna varmadan bu cevabı bulabilmiş ve anlamlı bir hayat yaşayabilmiş oluruz.
--------------
Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için bize #askıdakultursanat ile bir bilet ısmarlar mısınız?
https://www.patreon.com/kitapdedektifiyiz
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder