20 y.y. Felsefesi

Varoluşçuluk ve Önemli Temsilcileri Varoluşçuluk, bireyin kendi varlığını ve anlamını yaratma sorumluluğunu vurgulayan bir felsefi akımdır. Varoluşçulara göre, insan varlığı, önceden belirlenmiş bir öz veya anlam taşımaz. İnsan, kendi seçimleri ve eylemleriyle anlam yaratır. Bu nedenle, varoluşçuluk, bireysel özgürlük ve sorumluluğu ön plana çıkarır. Önemli Temsilciler: Søren Kierkegaard: Varoluşçuluğun öncülerinden biri olarak kabul edilir. İnanç, kaygı ve bireysellik üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Friedrich Nietzsche: Güç iradesi, Üstinsan ve Tanrı'nın ölümü gibi kavramlarla varoluşçuluğa önemli katkılar sağlamıştır. Jean-Paul Sartre: Varoluşçuluğun en tanınmış temsilcilerinden biridir. "Varoluş özden önce gelir" sözüyle varoluşçuluğun temel tezini özetler. Simone de Beauvoir: Kadınların varoluşsal durumunu ve cinsiyetçiliği ele alarak varoluşçuluğa yeni bir boyut kazandırmıştır. Postmodernizm: Eleştir

MARY&MAX: DOSTLUĞA ÖVGÜ / Gülsen Akar

 



            Gelelim günün sorusuna: Her animasyon güldürür mü ve her animasyon aslında bir çocuk filmi midir? Adam Elliot’ın yönetmenliğini üstlendiği Mary&Max isimli animasyon filminde bu soruların cevaplarını fazlasıyla alabiliyoruz. Stop-motion tekniğiyle çekilmiş olan, “hamur animasyon” da denen film gerçek bir hayat hikayesinden uyarlanmıştır. 

            Sahne bizi önce Avustralya’ya, 8 yaşındaki Mary’nin yanına götürüyor. Mary hem oldukça sıradan hem de eşsiz bir karakter diyebiliriz. Sekiz yaşındaki herhangi bir çocuğun sahip olabileceği kadar sıradan bir yaşamı olmayan Mary, alkolik bir anne ve ilgisiz bir babanın gölgesinde var olabilme çabası gösteriyor. Okulda uğradığı akran zorbalığı ise işleri daha da zor bir hâle sokuyor.  Ergenler güçlerini diğer ergenlerden alırlar çünkü hepsi aynı yalnızlığı, aynı reddedilmişliği ve aynı başkaldırıyı yaşarlar. Aslında hepsi aynı taraftadır; karşı cephede ise ebeveynler, öğretmenler vb. otorite figürleri vardır. Zaten oldukça yalnız ve kimsesiz hisseden Mary, uğradığı zorbalık karşısında kendisini herhangi bir tarafa ve kimliğe ait hissedemiyor. Ne bir çocuk ne bir ergen, ne bir evlat ne de bir arkadaş… Bu koskoca dünyada küçücük bedenine ve sevilmek, görülmek, önemsenmek isteyen ruhuna bir yer edinemiyor. Var olmanın dayanılmaz ağırlığını yaşıyor.

            Kameraların kadrajları New York’a çevrildiğinde 44 yaşındaki Asperger Sendromlu Max ile tanışıyoruz. Asperger Sendromuna sahip kişiler sosyal-iletişimsel güçlükler yaşarlar. Max insanlarla iletişim kurmak, empati duygusu, duygulara dair ifadeler ve sinyaller, mecazi söylemler, jest ve mimikler gibi konularda oldukça zorlanan biri. Sahneler arasında yüreğime en çocuk dokunanlardan biri Max’in küçüklüğüne dair izlediğim anılardır sanırım.  Duyguları tanımayan, üstelik bunların nasıl ifade edildiğine, ne zaman, nasıl ve nerede kullanılacağına dair pek fikri olmayan küçücük bir çocuk düşünün. Annesi ona her kızdığında bunun sebebini ve bu duygu karşısında nasıl davranacağını bilemeyen çocuk, artık annesi ona kızmasına diye kendisine bir “duygular defteri” oluşturuyor. İçine annesinin yüz ifadelerini çizerek altına duyguların isimlerini yazıyor ki annesi ona kızdığında defterine bakarak bunun hangi duygu olduğunu anlayabilsin. Böylece annesinin “sevgili oğlu” olamasa da “nefret ettiği oğlu” da olmayacağını umuyor. New York’ta kalabalık ve gürültülü bir caddenin kenarındaki ıssız dairesinde izlediğimiz Max’in kimi zaman insanların varlığından duyduğu endişesini ve kaygısını hissediyoruz kimi zaman da anlaşılamamaktan, “öteki” ve yalnızlığının içine hapsolmuş olmaktan duyduğu o derin çaresizliği hissediyoruz.

“Gülümsemeyi kafaya takma. Ağzım neredeyse hiç gülmez. Ama bu beynimin içinde gülümsemediğim anlamına gelmez.”

Mary’nin postanedeki adres defterinde bulduğu rastgele bir adrese mektup yazmasıyla başlıyor hikaye. Yalnızlığının içerisinde oyalanacak bir şeyler arayan küçük bir çocuğun yazdığı mektup, tek başınalığının içindeki yalnız bir adama can suyu oluyor. Böylece insanın hayatta her zaman sahip olmak isteyebileceği türden bir dostluk filizleniyor. Birbirleriyle hayatlarına dair ne varsa paylaşan ikili kimi zaman birlikte gülüyor kimi zaman birlikte ağlıyor. Hayatın zorlukları karşısında birbirlerine destek oluyorlar. Tecrübelerle sabit bir yaşamın bilgeliğini edinmiş Max, küçük Mary’ye hayat hakkında ipuçları verirken Mary de çocukça bilgeliğini ve neşesini Max’in hayatına bulaştırıyor. Rastgele başlayan bu ilişki, birbirlerinin yüzünü hiç görmeden yıllarca devam eden bir mektup arkadaşlığından köklü bir dostluğa evriliyor. Tabii her zaman böyle dostane, mutlu ve huzurlu bir dostluk hikayesi izlemiyoruz. Hayatın içindeki her ilişki gibi kırgınlık, öfke ve üzüntünün de işin içine dahil olduğunu görüyoruz. Mary ve Max yaş aldıkça hayatın karşılarına çıkardığı zorluklar çeşitleniyor. Başarının getirdiği hırsın nelere yol açabileceğini deneyimleyen Mary ve ne kadar zorlansa da, kırılsa da, yıkıma uğramış hissetse de affetmenin büyüklüğünü ve kabullenişin dayanılmaz hafifliğini gören Max… En çok da bu sahnelerde her animasyonun güldürmek için yapılmadığını anlıyoruz.

                     Seni affediyorum. Çünkü mükemmel değilsin.”

Günümüz ilişkilerinde karşılıklı bir alışverişten daha fazlasını görebilmek oldukça zorlaşırken Mary&Max bize iki insan arasında karşılıksız bir sevgiye ve sadakate dayalı bir dostluk hikâyesini izletiyor. İzlerken siz de üzülüyorsunuz, mutlu oluyorsunuz, belki dünyanın en yalnız insanı gibi hissediyor belki de böyle hissetmediğiniz için şükrediyorsunuz. Gündelik yaşamımızda kolaylıkla ve düşünmeden yapabildiğimiz sıradan şeylerin bazı insanlar için ne kadar zor ve acı verici olabildiğini görüyoruz. Belki de bebekliği dışında neredeyse hiç ağlayamamış olan Max için küçük bir şişeye gözyaşlarını biriktirerek dostuna hediye eden Mary sayesinde bu zor ve acı verici deneyimi paylaşabilmenin, belki de biraz olsun anlaşılabilmenin tatlı hüznünü duyuyoruz içimizde.

“Akrabalarımız tanrı vergisidir. Neyse ki dostlarımızı kendimiz seçebiliyoruz. Ve ben seni seçtiğim için çok mutluyum.”

Hayatın bu kadar içinden bir hikâyeyle belki de ömrümüzde çok zor rastlayabileceğiniz eşsiz bir dostluk ilişkisi izliyoruz. Birbirleriyle bu hayatı deneyimlemiş, mücadelelerini daha güçlü hale getirmiş iki insan görüyoruz. İçine hapsolduklarını düşündükleri yalnızlığa ve belki de kaderleri olduğunu düşündükleri sonlara mecbur olmadıklarını görüyoruz. Biri diğerinde daha önce hiç tadamadığı sevgiyi, anlayışı, birden çok olabilmeyi deneyimlemişken öteki mükemmel olmadığı gerçeğiyle savaşabilmeyi, zor duygulara ve zor olaylara karşı pes etmemeyi, kendini ve diğerini sevebilmeyi deneyimliyor. Bize de filmin son perdesinde gözyaşlarımızı silebileceğimiz bir peçete ve böylesi bir dostluğu bir gün tadabilmenin hayali kalıyor.

                                                                                                                     

                                                                                        --------------              

Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için bize #askıdakultursanat ile bir bilet ısmarlar mısınız? 


https://www.patreon.com/kitapdedektifiyiz                                   

Yorumlar

  1. Ellerinize sağlık, çok keyifli bir yazıydı.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme