MARY&MAX: DOSTLUĞA ÖVGÜ / Gülsen Akar
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Gelelim
günün sorusuna: Her animasyon güldürür mü ve her animasyon aslında bir çocuk
filmi midir? Adam Elliot’ın yönetmenliğini üstlendiği Mary&Max isimli animasyon filminde bu soruların cevaplarını
fazlasıyla alabiliyoruz. Stop-motion tekniğiyle çekilmiş olan, “hamur
animasyon” da denen film gerçek bir hayat hikayesinden uyarlanmıştır.
Sahne bizi
önce Avustralya’ya, 8 yaşındaki Mary’nin yanına götürüyor. Mary hem oldukça
sıradan hem de eşsiz bir karakter diyebiliriz. Sekiz yaşındaki herhangi bir
çocuğun sahip olabileceği kadar sıradan bir yaşamı olmayan Mary, alkolik bir
anne ve ilgisiz bir babanın gölgesinde var olabilme çabası gösteriyor. Okulda
uğradığı akran zorbalığı ise işleri daha da zor bir hâle sokuyor. Ergenler güçlerini diğer ergenlerden alırlar
çünkü hepsi aynı yalnızlığı, aynı reddedilmişliği ve aynı başkaldırıyı
yaşarlar. Aslında hepsi aynı taraftadır; karşı cephede ise ebeveynler,
öğretmenler vb. otorite figürleri vardır. Zaten oldukça yalnız ve kimsesiz
hisseden Mary, uğradığı zorbalık karşısında kendisini herhangi bir tarafa ve
kimliğe ait hissedemiyor. Ne bir çocuk ne bir ergen, ne bir evlat ne de bir
arkadaş… Bu koskoca dünyada küçücük bedenine ve sevilmek, görülmek, önemsenmek
isteyen ruhuna bir yer edinemiyor. Var olmanın dayanılmaz ağırlığını yaşıyor.
Kameraların
kadrajları New York’a çevrildiğinde 44 yaşındaki Asperger Sendromlu Max ile
tanışıyoruz. Asperger Sendromuna sahip kişiler sosyal-iletişimsel güçlükler
yaşarlar. Max insanlarla iletişim kurmak, empati duygusu, duygulara dair
ifadeler ve sinyaller, mecazi söylemler, jest ve mimikler gibi konularda
oldukça zorlanan biri. Sahneler arasında yüreğime en çocuk dokunanlardan biri
Max’in küçüklüğüne dair izlediğim anılardır sanırım. Duyguları tanımayan, üstelik bunların nasıl
ifade edildiğine, ne zaman, nasıl ve nerede kullanılacağına dair pek fikri
olmayan küçücük bir çocuk düşünün. Annesi ona her kızdığında bunun sebebini ve
bu duygu karşısında nasıl davranacağını bilemeyen çocuk, artık annesi ona
kızmasına diye kendisine bir “duygular defteri” oluşturuyor. İçine annesinin
yüz ifadelerini çizerek altına duyguların isimlerini yazıyor ki annesi ona
kızdığında defterine bakarak bunun hangi duygu olduğunu anlayabilsin. Böylece
annesinin “sevgili oğlu” olamasa da “nefret ettiği oğlu” da olmayacağını
umuyor. New York’ta kalabalık ve gürültülü bir caddenin kenarındaki ıssız
dairesinde izlediğimiz Max’in kimi zaman insanların varlığından duyduğu
endişesini ve kaygısını hissediyoruz kimi zaman da anlaşılamamaktan, “öteki” ve
yalnızlığının içine hapsolmuş olmaktan duyduğu o derin çaresizliği
hissediyoruz.
“Gülümsemeyi kafaya takma. Ağzım
neredeyse hiç gülmez. Ama bu beynimin içinde gülümsemediğim anlamına gelmez.”
Mary’nin postanedeki adres
defterinde bulduğu rastgele bir adrese mektup yazmasıyla başlıyor hikaye.
Yalnızlığının içerisinde oyalanacak bir şeyler arayan küçük bir çocuğun yazdığı
mektup, tek başınalığının içindeki yalnız bir adama can suyu oluyor. Böylece
insanın hayatta her zaman sahip olmak isteyebileceği türden bir dostluk filizleniyor.
Birbirleriyle hayatlarına dair ne varsa paylaşan ikili kimi zaman birlikte
gülüyor kimi zaman birlikte ağlıyor. Hayatın zorlukları karşısında birbirlerine
destek oluyorlar. Tecrübelerle sabit bir yaşamın bilgeliğini edinmiş Max, küçük
Mary’ye hayat hakkında ipuçları verirken Mary de çocukça bilgeliğini ve
neşesini Max’in hayatına bulaştırıyor. Rastgele başlayan bu ilişki,
birbirlerinin yüzünü hiç görmeden yıllarca devam eden bir mektup
arkadaşlığından köklü bir dostluğa evriliyor. Tabii her zaman böyle dostane,
mutlu ve huzurlu bir dostluk hikayesi izlemiyoruz. Hayatın içindeki her ilişki
gibi kırgınlık, öfke ve üzüntünün de işin içine dahil olduğunu görüyoruz. Mary
ve Max yaş aldıkça hayatın karşılarına çıkardığı zorluklar çeşitleniyor.
Başarının getirdiği hırsın nelere yol açabileceğini deneyimleyen Mary ve ne
kadar zorlansa da, kırılsa da, yıkıma uğramış hissetse de affetmenin
büyüklüğünü ve kabullenişin dayanılmaz hafifliğini gören Max… En çok da bu
sahnelerde her animasyonun güldürmek için yapılmadığını anlıyoruz.
“Seni
affediyorum. Çünkü mükemmel değilsin.”
Günümüz ilişkilerinde karşılıklı bir
alışverişten daha fazlasını görebilmek oldukça zorlaşırken Mary&Max bize iki insan arasında karşılıksız bir sevgiye ve
sadakate dayalı bir dostluk hikâyesini izletiyor. İzlerken siz de
üzülüyorsunuz, mutlu oluyorsunuz, belki dünyanın en yalnız insanı gibi
hissediyor belki de böyle hissetmediğiniz için şükrediyorsunuz. Gündelik
yaşamımızda kolaylıkla ve düşünmeden yapabildiğimiz sıradan şeylerin bazı
insanlar için ne kadar zor ve acı verici olabildiğini görüyoruz. Belki de
bebekliği dışında neredeyse hiç ağlayamamış olan Max için küçük bir şişeye
gözyaşlarını biriktirerek dostuna hediye eden Mary sayesinde bu zor ve acı
verici deneyimi paylaşabilmenin, belki de biraz olsun anlaşılabilmenin tatlı
hüznünü duyuyoruz içimizde.
“Akrabalarımız tanrı vergisidir.
Neyse ki dostlarımızı kendimiz seçebiliyoruz. Ve ben seni seçtiğim için çok
mutluyum.”
Hayatın bu kadar içinden bir
hikâyeyle belki de ömrümüzde çok zor rastlayabileceğiniz eşsiz bir dostluk
ilişkisi izliyoruz. Birbirleriyle bu hayatı deneyimlemiş, mücadelelerini daha
güçlü hale getirmiş iki insan görüyoruz. İçine hapsolduklarını düşündükleri
yalnızlığa ve belki de kaderleri olduğunu düşündükleri sonlara mecbur
olmadıklarını görüyoruz. Biri diğerinde daha önce hiç tadamadığı sevgiyi,
anlayışı, birden çok olabilmeyi deneyimlemişken öteki mükemmel olmadığı
gerçeğiyle savaşabilmeyi, zor duygulara ve zor olaylara karşı pes etmemeyi,
kendini ve diğerini sevebilmeyi deneyimliyor. Bize de filmin son perdesinde
gözyaşlarımızı silebileceğimiz bir peçete ve böylesi bir dostluğu bir gün
tadabilmenin hayali kalıyor.
--------------
Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için bize #askıdakultursanat ile bir bilet ısmarlar mısınız?
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Ellerinize sağlık, çok keyifli bir yazıydı.
YanıtlaSil