20 y.y. Felsefesi

Varoluşçuluk ve Önemli Temsilcileri Varoluşçuluk, bireyin kendi varlığını ve anlamını yaratma sorumluluğunu vurgulayan bir felsefi akımdır. Varoluşçulara göre, insan varlığı, önceden belirlenmiş bir öz veya anlam taşımaz. İnsan, kendi seçimleri ve eylemleriyle anlam yaratır. Bu nedenle, varoluşçuluk, bireysel özgürlük ve sorumluluğu ön plana çıkarır. Önemli Temsilciler: Søren Kierkegaard: Varoluşçuluğun öncülerinden biri olarak kabul edilir. İnanç, kaygı ve bireysellik üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Friedrich Nietzsche: Güç iradesi, Üstinsan ve Tanrı'nın ölümü gibi kavramlarla varoluşçuluğa önemli katkılar sağlamıştır. Jean-Paul Sartre: Varoluşçuluğun en tanınmış temsilcilerinden biridir. "Varoluş özden önce gelir" sözüyle varoluşçuluğun temel tezini özetler. Simone de Beauvoir: Kadınların varoluşsal durumunu ve cinsiyetçiliği ele alarak varoluşçuluğa yeni bir boyut kazandırmıştır. Postmodernizm: Eleştir

Küçük Kız ve Kelepir Maymun / Kerem Kacar

 


Ben hayatım boyunca ne yalan söyledim ne de ağladım. O yüzden size anlatacaklarımı okurken yaşananları bir masal gibi değil, acayip ve şaşılacak dünyalarda gezintiye çıkmış bir çocuğun hikâyesi gibi görmenizi rica ederim. Kendi kafalarının içindeki beyni anlamak için başka insanların üzerinde incelemeler yapan bir grup araştırmacı size bunların hayal olduğunu, bir tür koruma mekanizmasının devreye girmesi sonucunda, bedenin akıl sağlığını korumak için uydurduğu bir yalan olduğunu söyleyebilir. Oysaki size az önce de söylediğim gibi, ben hayatım boyunca ne yalan söyledim ne de ağladım.

 

 İlk hayal kırıklığımı, denize nazır hastanenin dalga çarpan duvarlarından babamın kucağına atlayıp, çekilmiş perdeleri aşarak giren zayıf güneş ışığının kalkan tozları gözler önüne serdiği odamıza geri döndüğümüzde yaşadım. Babam o zamanlar 30 yaşlarındaydı, birkaç gün öncesine kadar da simsiyah saçları vardı. Bir sabah hastane odasında uyandığımda kafasının bembeyaz olduğunu görünce çok korktuğumu hatırlıyorum. Günlerdir değiştirme fırsatı bulamadığı için terlemiş ve kirlenmiş gömleğinin açık düğmeleri arasından gözüken göğüs kıllarına kadar kır kesmişti. Elem haberler çocuklara söylenmez, hastalara hiç söylenmez, o yüzden annemin koynunda yatan benim, hiçbir şeyden haberim olmamıştı. Yaşım ilerleyince başka romanlar ve filmlerde de insanların bir gecede kır kesen saçlarına dair hikâyelere rastladım; hatta bazı arkadaşlarım böyle bir şeyin olmayacağını, olamayacağını söylediler. Bir gecede neler olabiliyor bilselerdi eğer akıllarını şaşarlardı.

 

 Denizin kenarından getirdiğim su şişesini annemin gözü önünde sallıyor, “Şişeye doldurduğumda maviydi, yemin ederim maviydi.” diye mızmızlanıyordum. Daha önceden karşılaşmadığım bu esrarengiz suyu anneme gösteremediğim için hayal kırıklığına uğramıştım. Hayal kırıklığım suya mıydı, plastik şişeye mi, hem kederini üstlenmiş hem işleri halletmeye çalışan babama mı yoksa kendime mi hatırlayamıyorum. Belki de her insan gibi içinde binlerce karakter barındıran ve bunların yüzüne yansıması sonucunda kendine ait bir sureti oluşan doktorumuzaydı. Ben mızmızlanırken içeri girip, “Temiz hava almak küçük kızımıza iyi geldi mi?” diye sordu. Yüzü gülüyordu, sesi gülüyordu ama ben ona baktığımda, içinde var olan çaresiz karakterini görüyordum. Sonradan onun resmini çizmiştim, taşınırken bir yerlerden çıkar elbet. Gördüğümde hatırlarsam sizinle de paylaşırım.

 

 Ben korkak bir kızdım küçükken. Dedim ya, babamın bembeyaz olmuş saçından bile korkmuştum. Doktorun yüzündeki çaresizliği görünce de çok korktum, tabiri caizse ödüm patladı. Sımsıkı yumdum gözlerimi; birden, öğrendiğim en uzak sayı olan 19’a kadar saymaya başladım. Doktorun, “Seni şimdi uyutacağız, son bir ameliyat, dahası yok, merak etme.” dediğini duydum. İçimden “17” derken yüzü aklıma geldi. Tuttum nefesimi, döndüm en başa ve yeniden saymaya başladım. İki kişi elimi tuttu, birisininki sertti, birisininki zayıf. Annemle babamın yanımda olduğunu anladım, ancak o zaman huzura kavuştum. Rahatımdan gevşemiş, uyumuşum.

 

 Ne yerde ne havada, bembeyaz bir salonun ortasında duruyordum. Salonun tavanı o kadar yüksekti ki, bütün her yer beyaz olmasına rağmen, sonsuzluğu göremeyen gözlerim yukarı baktığında yalnızca karanlıkla karşılaşıyorlardı. Korktuğumu hatırlamıyorum. Şimdi


düşününce, o küçük kızın yalnız başına, bilmediği bir yerde mutlaka korkması gerekirdi. Bir şeyler değişmeye belki de ilk kez orada başlamıştı.

 

 Uzaklardan içimi ürperten bir boru sesi duyuldu, “Dııt dııt…” Kafamı tavandan çekip karşıma baktım, benim ebatlarıma göre yapılmış bir küçük kapı vardı. Süzülerek kapının yanına gittim, fildişinden yapılma kolunu çevirip açtım, içeriye girdim. İçeride türlü şekillerde satıcılarla karşılaştım. Türlü şekiller nasıl oluyor diye soracaksınız, örnek vereyim: Mesela kimisi minik bir şelaleydi, dört bir yandan gelmiş berrak sularla yıkanan küçük taşları satıyor, hepsini bizzat kendisinin yıkadığını söylüyordu. Bir tanesi zifiri karanlıktı, isteyenleri kendi içinde, gözün gözü görmediği kısa bir yolculuğa çıkarıyordu. Sonra bir tanesi vardı, aslında yoktu. Onun sattığı şey de tam olarak buydu.

 

 Aralarında gezinirken, sarı bir tezgâhın üzerinde boyumdan küçük bir maymun gördüm. Ne sattığını anlayamadığım için merakla yanına gittim, annemle babamın öğrettiği nezaketle, “Merhaba, siz ne satıyorsunuz acaba?” diye sordum.

 

 Birisi “O konuşmayı bilmez.” dedi. Sağıma soluma bakıp “Neredesin?” demeye fırsat kalmadan, “Buradayım, aşağıya bak!” diye seslendi. Dizlerimin üzerine çöküp tezgâhın üstüne eğildim, kafasında fötr şapka ve üzerinde çok yakışmış takım elbisesiyle minimini bir pire bana el sallıyordu. “O konuşmayı da satmayı da bilmez. Konuşan da satan da benim. Onu satıyorum. Adı kelepir maymun, fiyatı da birkaç gözyaşı, ister misin?”

 

-“Ne işe yarıyor?”

 

-“Sana bu âlemde arkadaşlık eder, dünyadan dünyaya atlayarak seyahat etmeni sağlar.”

 

Çocuk aklı işte…

 

-“Çok isterim ama hiç gözyaşım yok.” dedim. “Hem siz gözyaşını ne yapacaksınız?”

 

-“Kendime uçsuz bucaksız bir deniz yapacağım. Her şeyi tamamladım, şu karşıdaki şelaleden taş bile aldım, geriye sadece tuzlu su kaldı. Gözyaşın yoksa hemen şimdi ağlayabilirsin. Bana birkaç damla yeter de artar bile, fazlasında boğulurum.”

 

-“Ama ben hiç ağlamam ki.”

 

“Dııt dııt…” Boru sesi tekrar duyuldu. Pire basbayağı heyecanlanarak konuşmasını hızlandırdı.

-“Zaman azalıyor. İstediğin zaman ağlayamıyorsan henüz çok küçüksün demektir. Hâlbuki sana bakınca devasa gözüküyorsun. Her neyse, bana gözyaşı lazım, sende yoksa bende de satılacak kelepir maymun yok.”

 

-“İyi, sen bilirsin, zaten bir daha uğramayacağım bir rüya için gözyaşı akıtacak değilim.”

 

-“Buranın rüya olduğunu nereden çıkardın?”

 

-“Çünkü gerçek dünyayı hatırlıyorum, annemi ve babamı hatırlıyorum. Orası burasına hiç de benzemiyor. Ayrıca uyumak üzere olduğumu da hatırlıyorum. Şu an kesinlikle uyuyorumdur.”


-“Uyuyormuş, şuna da bak. Belki de burada uyuyup diğer tarafta gözünü açıyorsundur, hiç böyle düşündün mü? Rüya dediğin koca uykudaki kısa saniyelerdir. Sence bu konuşmamız 3-5 saniyeden ibaret olabilir mi? Her neyse, beni ilgilendirmez. Kelepir maymun, sadece birkaç gözyaşı, bir daha böyle fırsat bulamazsın. Ağlıyor musun, ağlamıyor musun?”

 

-“Ağlamam, ağlayamam. Ben hayatımda hiç ağlamadım, bundan sonra da hiç ağlamayacağım.”

 

-“Hiç mi? Bir kere bile mi? O halde bu maymun senin için kelepir değil, çok çok pahalı. Hâlbuki onun kelepir olması lazımdı. Sana böyle bir teklif yapmış olmak benim gibi onurlu bir pirenin hayatında kara leke olur. O zaman sana bir soru soracağım, diğer dünyaya dönmeden evvel cevabını verebilirsen, kelepir maymun senin olacak.”

 

-“Sor bakalım.”

 

-“Ama bak tekrar söylüyorum, diğer dünyaya dönmeden cevabı vermen gerekiyor. Gidip geldikten sonra ister gözyaşı dökebil ister dökeme, fiyat tekrardan aynı olacak, beni anlıyor musun?”

 

-“Evet, anladım, sor hadi.”

 

 

"Pes etmez, uyumaz, durmaz, bir kere olsun yorulmaz. Yoktur eşi ve benzeri, hiçbir âlemde bulunmaz. Kaç yıl geçerse geçsin, peşindedir her zaman. Bir kere tutar elini, bir daha asla bırakmaz.

 

Söyle bakalım; bu şey nedir ya da kimdir?“

 

Haliyle sorudan hiçbir şey anlamamıştım. “Pes etmez, uyumaz…” diye hatırladığım kadarını aklımdan geçirmek dışında elimden bir şey gelmiyordu.

 

-“Hızlı ol, zamanın azalıyor.” dedi minik pire.

 

-“Düşünüyorum, izin ver bana, biraz bekle.”

 

-“Ben beklerim küçük kız ama hayat beklemeye gelmiyor."

 

 O an kendimi tamamen bilmecenin cevabını düşünmeye verdiğim için, bir küçük pireden hayat dersi aldığımın farkında değildim. Dediği gibi hayat beklemeye gelmedi, boru üçüncü sefer öttü. Ben açıklayamadığım bir güç tarafından gerisingeri salona doğru çekilmeye başladım. Pire tezgâhtan tezgâha zıplayarak bağırıyor, sesini bana duyurmaya çalışıyordu: “Cevabın var mı? Yok mu? Öyleyse bundan sonra fiyatı birkaç gözyaşı. Sana fırsat verdim, beni onursuzlukla suçlayamazsın.”

 

 Uyandım. İki kişi elimi tuttu, birisininki sertti birisininki zayıf. Açtım gözlerimi, babam elini üzerimden çekti, ağladığını görmemem için yüzünü kapattı. Anneme döndüm, ameliyattan çıkmış, zorlukla, hırıltıyla nefes alıyor. İçinde kalan son sureti gördüm, gözleri


dolu dolu, beni bir daha göremeyeceği için ağlıyordu. Kulağı sağır eden boru sesi aralıksız duyulmaya başladı, yoğun bakımdaki doktorlar koşarak geldi, beni annemden ayırmaya çalıştılar ama o bırakmadı. Anladım ki, anneler ölürken bile çocuklarının ellerini bırakmıyorlardı.

 

 Yaşım 42, hayatım boyunca asla ağlamadım ve yalan söylemedim. Sadece rüyalarda karşılaşabildiğim, pahada hafif değerde ağır olan ve beni âlemler arasında gezdiren bir çocukluk arkadaşım var. Size denizden su getirdim, bir zamanlar maviydi, yemin ederim.

 --------------              

Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için bize #askıdakultursanat ile bir bilet ısmarlar mısınız? 


Yorumlar

  1. Bir kısa hikaye için beklenmedik şekilde etkileyici, eline sağlık.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme