Küçük Kız ve Kelepir Maymun / Kerem Kacar
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Ben hayatım boyunca
ne yalan söyledim ne de ağladım. O yüzden size anlatacaklarımı okurken
yaşananları bir masal gibi değil, acayip ve şaşılacak dünyalarda gezintiye
çıkmış bir çocuğun hikâyesi gibi görmenizi rica ederim. Kendi kafalarının
içindeki beyni anlamak için başka insanların üzerinde incelemeler yapan bir
grup araştırmacı size bunların hayal olduğunu, bir tür koruma mekanizmasının
devreye girmesi sonucunda, bedenin akıl sağlığını korumak için uydurduğu bir
yalan olduğunu söyleyebilir. Oysaki size az önce de söylediğim gibi, ben
hayatım boyunca ne yalan söyledim ne de ağladım.
İlk hayal
kırıklığımı, denize nazır hastanenin dalga çarpan duvarlarından babamın
kucağına atlayıp, çekilmiş perdeleri aşarak giren zayıf güneş ışığının kalkan
tozları gözler önüne serdiği odamıza geri döndüğümüzde yaşadım. Babam o
zamanlar 30 yaşlarındaydı, birkaç gün öncesine kadar da simsiyah saçları vardı.
Bir sabah hastane odasında uyandığımda kafasının bembeyaz olduğunu görünce çok
korktuğumu hatırlıyorum. Günlerdir değiştirme fırsatı bulamadığı için terlemiş
ve kirlenmiş gömleğinin açık düğmeleri arasından gözüken göğüs kıllarına kadar
kır kesmişti. Elem haberler çocuklara söylenmez, hastalara hiç söylenmez, o
yüzden annemin koynunda yatan benim, hiçbir
şeyden haberim olmamıştı. Yaşım ilerleyince başka romanlar ve filmlerde de
insanların bir gecede kır kesen saçlarına dair hikâyelere rastladım; hatta bazı
arkadaşlarım böyle bir şeyin olmayacağını, olamayacağını söylediler. Bir gecede
neler olabiliyor bilselerdi eğer akıllarını şaşarlardı.
Denizin kenarından
getirdiğim su şişesini annemin gözü önünde sallıyor, “Şişeye doldurduğumda
maviydi, yemin ederim maviydi.” diye mızmızlanıyordum. Daha önceden
karşılaşmadığım bu esrarengiz suyu anneme gösteremediğim için hayal kırıklığına
uğramıştım. Hayal kırıklığım suya mıydı, plastik şişeye mi, hem kederini
üstlenmiş hem işleri halletmeye çalışan babama mı yoksa kendime mi
hatırlayamıyorum. Belki de her insan gibi içinde binlerce karakter barındıran
ve bunların yüzüne yansıması sonucunda kendine ait bir sureti oluşan
doktorumuzaydı. Ben mızmızlanırken içeri girip, “Temiz hava almak küçük
kızımıza iyi geldi mi?” diye sordu. Yüzü gülüyordu, sesi gülüyordu ama ben ona
baktığımda, içinde var olan çaresiz karakterini görüyordum. Sonradan onun
resmini çizmiştim, taşınırken bir yerlerden çıkar elbet. Gördüğümde hatırlarsam
sizinle de paylaşırım.
Ben korkak bir
kızdım küçükken. Dedim ya, babamın bembeyaz olmuş saçından bile korkmuştum.
Doktorun yüzündeki çaresizliği görünce de çok korktum, tabiri caizse ödüm
patladı. Sımsıkı yumdum gözlerimi; birden, öğrendiğim en uzak sayı olan 19’a
kadar saymaya başladım. Doktorun, “Seni şimdi uyutacağız, son bir ameliyat,
dahası yok, merak etme.” dediğini duydum. İçimden “17” derken yüzü aklıma
geldi. Tuttum nefesimi, döndüm en başa ve yeniden saymaya başladım. İki kişi
elimi tuttu, birisininki sertti, birisininki zayıf. Annemle babamın yanımda
olduğunu anladım, ancak o zaman huzura kavuştum. Rahatımdan gevşemiş, uyumuşum.
Ne yerde ne havada,
bembeyaz bir salonun ortasında duruyordum. Salonun tavanı o kadar yüksekti ki,
bütün her yer beyaz olmasına rağmen, sonsuzluğu göremeyen gözlerim yukarı
baktığında yalnızca karanlıkla karşılaşıyorlardı. Korktuğumu hatırlamıyorum.
Şimdi
düşününce, o
küçük kızın yalnız başına, bilmediği bir yerde mutlaka korkması gerekirdi. Bir
şeyler değişmeye belki de ilk kez orada başlamıştı.
Uzaklardan içimi
ürperten bir boru sesi duyuldu, “Dııt dııt…” Kafamı tavandan çekip karşıma
baktım, benim ebatlarıma göre yapılmış bir küçük kapı vardı. Süzülerek kapının
yanına gittim, fildişinden yapılma kolunu çevirip açtım, içeriye girdim.
İçeride türlü şekillerde satıcılarla karşılaştım. Türlü şekiller nasıl oluyor
diye soracaksınız, örnek vereyim: Mesela kimisi minik bir şelaleydi, dört bir
yandan gelmiş berrak sularla yıkanan küçük taşları satıyor, hepsini bizzat
kendisinin yıkadığını söylüyordu. Bir tanesi zifiri karanlıktı, isteyenleri
kendi içinde, gözün gözü görmediği kısa bir yolculuğa çıkarıyordu. Sonra bir tanesi
vardı, aslında yoktu. Onun sattığı şey de tam olarak buydu.
Aralarında
gezinirken, sarı bir tezgâhın üzerinde boyumdan küçük bir maymun gördüm. Ne
sattığını anlayamadığım için merakla yanına gittim, annemle babamın öğrettiği
nezaketle, “Merhaba, siz ne satıyorsunuz acaba?” diye sordum.
Birisi “O konuşmayı
bilmez.” dedi. Sağıma soluma bakıp “Neredesin?” demeye fırsat kalmadan,
“Buradayım, aşağıya bak!” diye seslendi. Dizlerimin üzerine çöküp tezgâhın
üstüne eğildim, kafasında fötr şapka ve üzerinde çok yakışmış takım elbisesiyle
minimini bir pire bana el sallıyordu. “O konuşmayı da satmayı da bilmez.
Konuşan da satan da benim. Onu satıyorum. Adı kelepir maymun, fiyatı da birkaç
gözyaşı, ister misin?”
-“Ne işe yarıyor?”
-“Sana bu âlemde arkadaşlık eder, dünyadan dünyaya atlayarak
seyahat etmeni sağlar.”
Çocuk aklı
işte…
-“Çok
isterim ama hiç gözyaşım yok.” dedim. “Hem siz gözyaşını ne yapacaksınız?”
-“Kendime
uçsuz bucaksız bir deniz yapacağım. Her şeyi tamamladım, şu karşıdaki şelaleden
taş bile aldım, geriye sadece tuzlu su kaldı. Gözyaşın yoksa hemen şimdi
ağlayabilirsin. Bana birkaç damla yeter de artar bile, fazlasında boğulurum.”
-“Ama ben hiç ağlamam ki.”
“Dııt dııt…”
Boru sesi tekrar duyuldu. Pire basbayağı heyecanlanarak konuşmasını
hızlandırdı.
-“Zaman
azalıyor. İstediğin zaman ağlayamıyorsan henüz çok küçüksün demektir. Hâlbuki
sana bakınca devasa gözüküyorsun. Her neyse, bana gözyaşı lazım, sende yoksa
bende de satılacak kelepir maymun yok.”
-“İyi,
sen bilirsin, zaten bir daha uğramayacağım bir rüya için gözyaşı akıtacak
değilim.”
-“Buranın rüya olduğunu nereden çıkardın?”
-“Çünkü
gerçek dünyayı hatırlıyorum, annemi ve babamı hatırlıyorum. Orası burasına hiç
de benzemiyor. Ayrıca uyumak üzere olduğumu da hatırlıyorum. Şu an kesinlikle
uyuyorumdur.”
-“Uyuyormuş, şuna da bak. Belki de burada uyuyup diğer
tarafta gözünü açıyorsundur, hiç böyle düşündün mü? Rüya dediğin koca uykudaki
kısa saniyelerdir. Sence bu konuşmamız 3-5 saniyeden ibaret olabilir mi? Her
neyse, beni ilgilendirmez. Kelepir maymun, sadece birkaç gözyaşı, bir daha
böyle fırsat bulamazsın. Ağlıyor musun, ağlamıyor musun?”
-“Ağlamam,
ağlayamam. Ben hayatımda hiç ağlamadım, bundan sonra da hiç ağlamayacağım.”
-“Hiç
mi? Bir kere bile mi? O halde bu maymun senin için kelepir değil, çok çok
pahalı. Hâlbuki onun kelepir olması lazımdı. Sana böyle bir teklif yapmış olmak
benim gibi onurlu bir pirenin hayatında kara leke olur. O zaman sana bir soru
soracağım, diğer dünyaya dönmeden evvel cevabını verebilirsen, kelepir maymun
senin olacak.”
-“Sor bakalım.”
-“Ama
bak tekrar söylüyorum, diğer dünyaya dönmeden cevabı vermen gerekiyor. Gidip
geldikten sonra ister gözyaşı dökebil ister dökeme, fiyat tekrardan aynı
olacak, beni anlıyor musun?”
-“Evet, anladım, sor hadi.”
"Pes
etmez, uyumaz, durmaz, bir kere olsun yorulmaz. Yoktur eşi ve benzeri, hiçbir âlemde bulunmaz. Kaç yıl geçerse
geçsin, peşindedir her zaman. Bir kere tutar elini, bir daha asla bırakmaz.
Söyle bakalım; bu şey nedir ya da kimdir?“
Haliyle
sorudan hiçbir şey anlamamıştım. “Pes etmez, uyumaz…” diye hatırladığım
kadarını aklımdan geçirmek dışında elimden bir şey gelmiyordu.
-“Hızlı ol, zamanın azalıyor.” dedi minik pire.
-“Düşünüyorum, izin ver bana, biraz bekle.”
-“Ben beklerim küçük kız ama hayat beklemeye gelmiyor."
O an kendimi tamamen
bilmecenin cevabını düşünmeye verdiğim için, bir küçük pireden hayat dersi
aldığımın farkında değildim. Dediği gibi hayat beklemeye gelmedi, boru üçüncü
sefer öttü. Ben açıklayamadığım bir güç tarafından gerisingeri salona doğru
çekilmeye başladım. Pire tezgâhtan tezgâha zıplayarak bağırıyor, sesini bana
duyurmaya çalışıyordu: “Cevabın var mı? Yok mu? Öyleyse bundan sonra fiyatı
birkaç gözyaşı. Sana fırsat verdim, beni onursuzlukla suçlayamazsın.”
Uyandım. İki kişi
elimi tuttu, birisininki sertti birisininki zayıf. Açtım gözlerimi, babam elini
üzerimden çekti, ağladığını görmemem için yüzünü kapattı. Anneme döndüm,
ameliyattan çıkmış, zorlukla, hırıltıyla nefes alıyor. İçinde kalan son sureti
gördüm, gözleri
dolu dolu,
beni bir daha göremeyeceği için ağlıyordu. Kulağı sağır eden boru sesi
aralıksız duyulmaya başladı, yoğun bakımdaki doktorlar koşarak geldi, beni
annemden ayırmaya çalıştılar ama o bırakmadı. Anladım ki, anneler ölürken bile
çocuklarının ellerini bırakmıyorlardı.
Yaşım 42, hayatım
boyunca asla ağlamadım ve yalan söylemedim. Sadece rüyalarda karşılaşabildiğim,
pahada hafif değerde ağır olan ve beni âlemler arasında gezdiren bir çocukluk
arkadaşım var. Size denizden su getirdim, bir zamanlar maviydi, yemin ederim.
Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için bize #askıdakultursanat ile bir bilet ısmarlar mısınız?
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Bir kısa hikaye için beklenmedik şekilde etkileyici, eline sağlık.
YanıtlaSil