20 y.y. Felsefesi

Varoluşçuluk ve Önemli Temsilcileri Varoluşçuluk, bireyin kendi varlığını ve anlamını yaratma sorumluluğunu vurgulayan bir felsefi akımdır. Varoluşçulara göre, insan varlığı, önceden belirlenmiş bir öz veya anlam taşımaz. İnsan, kendi seçimleri ve eylemleriyle anlam yaratır. Bu nedenle, varoluşçuluk, bireysel özgürlük ve sorumluluğu ön plana çıkarır. Önemli Temsilciler: Søren Kierkegaard: Varoluşçuluğun öncülerinden biri olarak kabul edilir. İnanç, kaygı ve bireysellik üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Friedrich Nietzsche: Güç iradesi, Üstinsan ve Tanrı'nın ölümü gibi kavramlarla varoluşçuluğa önemli katkılar sağlamıştır. Jean-Paul Sartre: Varoluşçuluğun en tanınmış temsilcilerinden biridir. "Varoluş özden önce gelir" sözüyle varoluşçuluğun temel tezini özetler. Simone de Beauvoir: Kadınların varoluşsal durumunu ve cinsiyetçiliği ele alarak varoluşçuluğa yeni bir boyut kazandırmıştır. Postmodernizm: Eleştir

GÜNDELİK HAYAT İÇERİSİNDE “SÖYLEM” KAVRAMI BİZE NE İFADE EDİYOR? / Rabia İşeri

 




 Söylemi anlamak için dil, iletişim, ideoloji gibi kavramları da anlamak ve anlamlandırmak gerekir. Söylem, dil ya da sözel olmayan işaret sistemleri aracılığıyla toplumsal bir iletişimin gerçekleşmesini sağlar. Yazılı metinlerin yanı sıra sözel olmayan işaret sistemleri de söyleme dahil edilir. Saussure, dilin bir yapı olduğunu ve dilde bir ilişki olduğunu belirtir. Gösteren (metin, şekil) ve gösterilen (gerçek nesne) arasındaki ilişkinin her zaman sabit olmadığını ve düz anlam ifade etmediğini; yani göndergesel olmadığı için tartışmaya açık olduğunu söyler.

 Doğduğumuz coğrafya, içerisinde büyüdüğümüz aile, öğretmenlerimiz gibi listeler şeklinde sıralayabileceğimiz; çocukluktan yetişkinliğe ve ardından yaşlılığa dek süren mikro ve makro çemberler bizi sarar. Bu çemberler gündelik hayat pratikleri içerisinde tavırlarımız, selamlaşmalarımız, yemek yeme şekillerimiz, giyinme tarzımız başta olmak üzere içine doğduğumuz kültürü de kapsayan geniş bir alandır.

 Örneğin, birine “Selamünaleyküm” demek ile “Merhaba” demek arasında anlamsal bir fark vardır ve bu fark kültürle bağdaşır. Sahip olduğumuz tüm davranışlarımız aslında rastlantısal davranışlar değil kültürel kodlarımızdır. Bu kültürel ortam ideolojiyi de içine alarak dili inşa eder ve dile yansır.

 Bu bağlamda Bourdieu’nun “Habitus” kavramından bahsetmeliyiz. Bizler doğduğumuzda, zihinlerimiz “Tabula Rasa” (John Locke) yani boş levha şeklindeyken zamanla büyüyerek çevre, coğrafya gibi etmenler kafamızdaki bu boş levhaları doldurur, şekillendirir ve kaydeder. Davranışlarımız, habituslarımız içinden meydana geliyor. Bourdieu düalist (ikilik) yapıya karşıdır. Öznel ve nesnel yapının ayrı değil, aksine iç içe olduğunu ve habitusun bu akış ile oluştuğunu ifade eder. Öznel olarak bilme biçimlerimiz, kararlarımız, kabul ettiklerimiz ya da etmediklerimizle aslında nesnel olanı aktardığımızı söyler.

 Bireysel zannettiğimiz her şey toplumsala tekabül ederken toplumsal hafıza kavramına da değinmemiz gerekir. Toplum, ortak ritüellerle oluşur. Ortak değerler, mitler, anılar, hüzünler, sevinçler bir toplumun içinde gerçekleşir ve kimliğimizin oluşmasında etkili olur. Gerçekleri çevremiz belirler ve bu sayede söylemin gerçeklik inşası oluşur. Bizler o gerçekliği kabul eder ve yaşarız. 'Proust’un Kurabiyesi' hikâyesinde Proust’un kurabiyeyi yedikten sonra geçmişte yaşadığı bir ana gitmesi, anımsaması bizim de gündelik hayat içerisinde yaşadığımız birer deneyimdir. Kokular, hafıza ve unutmak gibi kavramların hepsi bizim ortak belleğe başvurmamıza neden olur, gördüklerimiz bize hep bir şey söyler, içlerinde belirli anlamlar taşırlar. “Giysilerin ve her şeyin bir grameri vardır,” sözü de buna atıfta bulunur. Bunların hepsi birer söylem alanıdır. İzlediğimiz filmler, okuduğumuz kitaplar olmak üzere yaşamımız boyunca kesiştiğimiz detayların aslında alt metinleri vardır ve bunları kavramak için ideolojik okuma gerekir.

 Foucault ise söylem alanını iktidar ile ilişkilendirerek hem beden hem de cinsellik açısından değerlendirir. Söylem, ifade biçiminin kendisidir. Gündelik hayat içerisinde üretilen bir alandır, dil ile oluşur ve bir ideolojik alanda açmaktadır. O ideoloji alanını ise dil ile açar. İktidarın yaratılması da bu şekilde gerçekleşir.

 Örneğin, medya başta olmak üzere günlük hayattaki birçok söylem üretme mekanizmaları şiddeti üretebiliyor. Patriarkal söylemlerin var olduğu bir dünyada yaşıyoruz ve bu söylemler, “kadın anne olmalı, çocuk doğurmalı, ev işlerini yapmalı” gibi daha birçok eşitsizliği içinde barındırırken kadınların görünürlüğünü yok eder.

 Eğer eleştirel düşünme biçimlerimizi sorgular ve geliştirirsek yaratılan ve kabul edilen bu gerçeklikleri söylem alanlarında değişikliğe giderek düzeltmek mümkündür. Bunun üzerine daha çok düşünmeli ve şiddetin her türü ile mücadele etmek için kullanmalıyız. Sıkıştırıldığımız kalıpları fark edip çözüme dönük arayışlar içerisinde olursak karşılaştığımız sisli havayı yok edip, umutlu yaşamlar inşa edebiliriz.

 

--------------              

Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için bize #askıdakultursanat ile bir bilet ısmarlar mısınız? 


 

Yorumlar

  1. Yasemin Hayri28 Ocak 2023 08:46

    Okuduğum en özel ve güzel yazılardan biri. Tebrikler 👏🏼

    YanıtlaSil
  2. Harika tesbitleriniz için teşekkürler 👍

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme