20 y.y. Felsefesi

Varoluşçuluk ve Önemli Temsilcileri Varoluşçuluk, bireyin kendi varlığını ve anlamını yaratma sorumluluğunu vurgulayan bir felsefi akımdır. Varoluşçulara göre, insan varlığı, önceden belirlenmiş bir öz veya anlam taşımaz. İnsan, kendi seçimleri ve eylemleriyle anlam yaratır. Bu nedenle, varoluşçuluk, bireysel özgürlük ve sorumluluğu ön plana çıkarır. Önemli Temsilciler: Søren Kierkegaard: Varoluşçuluğun öncülerinden biri olarak kabul edilir. İnanç, kaygı ve bireysellik üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Friedrich Nietzsche: Güç iradesi, Üstinsan ve Tanrı'nın ölümü gibi kavramlarla varoluşçuluğa önemli katkılar sağlamıştır. Jean-Paul Sartre: Varoluşçuluğun en tanınmış temsilcilerinden biridir. "Varoluş özden önce gelir" sözüyle varoluşçuluğun temel tezini özetler. Simone de Beauvoir: Kadınların varoluşsal durumunu ve cinsiyetçiliği ele alarak varoluşçuluğa yeni bir boyut kazandırmıştır. Postmodernizm: Eleştir

Hayaller Çıkmazı / Serhat Çalışkan'ın kaleminden

 


 Yolun başında bir karıncayım diyordum. Şimdi yol bitti ve ağustos böceğinden farkım kalmadı.

 İnsan, insan haricinde her şeye tutunmak istedi ve şair şöyle özetledi:

 

Bazılarımız şiirlere tutunuyor, bazılarımız şarkılara,

Bazılarımız filmlere tutunuyor, bazılarımız kitaplara.

Sanırım artık insan, tutunamıyor insana.

 Ne ara, hangi zamandan sonra böyle oldular anlamış değilim. Açıkçası pek bir şey anladığım da yok şu sıralar. Huzur mu bu yoksa hüzün mü? Hayat denizinde, bu iki uç noktanın tam ortasında bir yerdeyim. Kayığım yavaş yavaş su almaya başladı bile. Siz olsanız ne yapardınız? Belki de çoktan oradasınızdır. Şimdilerde bu çıkış yolunu İstanbul’un en güzel semtlerinde saatlerce yürüyerek arıyorum. Bazen Beyoğlu’nda kalabalık içinde sessizliği bazen de Beykoz’da ağaçlar arasında kalabalığı arıyorum. Aslında işin garip tarafı aramak değil, aradıklarımı bulmakmış. İstanbul’u henüz yeni tanıyorum, daha doğrusu tanımaya çalışıyorum. Edebiyatımızda çokça anlatılan İstanbul’u… Anlatılandan fazlasıymış, görüyorum. Sanırım benim “hayaller çıkmazım” İstanbul.

İnsan nasıl yaşar?

 Yeni bir kitap aldım bugün, ismini sonra söyleyeceğim. Yeni bir nefes, yeni bir umut… Tam da kış bu kadar yaklaşmışken, hüzün bulutu üstüme çökmeye başlamışken… Aslında bu havaları hep sevmişimdir fakat şimdilerde sadece korku veriyor bana. Sanırım zaman geçtikçe, büyüdükçe ya da kaybedeceğim şeyleri hissetmeye başladıkça duygular da değişiyor. Yine böyle bir havadan yazıyorum. Güneş bulutların arasından ne kadar çıkmak istese de bu mümkün görünmüyor ve gün umudunu geceye, ardından da bir sonraki güne bırakıyor. Bu kısır ve acımasız döngü bize yaşamayı öğretiyor. İşte insan bu şekilde yaşıyor; alışarak, döngüye ayak uydurarak.

Gün gelir geri döneriz.

 Okuduğum bir kitapta tam da böyle diyordu. Özgür kalmak için savaşan, kardeşleri için ölen ak kargaların hikayesiydi bu. Birbirlerini asla yalnız bırakmayan, imkânsız olsa bile umudu arayan o cesur savaşçıları anlatıyordu kitap. Yenildikten sonra nasıl da renklerinin siyaha döndüğü yazılıyordu son satırlarında. Yıllar önce okumuştum bu kitabı. Kadıköy İskelesi’ndeyken gördüğüm kargalar sayesinde yeniden hatırlamıştım bu cümleleri. Bir umut için savaşan ak kargalar şu anda renkleri değişmiş bir şekilde, umudumun bittiğini düşündüğüm sıralarda karşıma çıkmışlardı. İstanbul’un merkezinde bir karga bana umut olmuştu. Nasıl sevilmez ki bu şehir? Adeta benimle konuşmaya çalışıyor, anlatamadıklarımı anlıyor. Garip, acı… Bir yandan da gerçekleri yüzüme vuruyor. Çığlık çığlığa bir sessizlik. Kalabalık bir şehirde kocaman bir yalnızlık. Kargaya döndüm ve mırıldandım, “Gün gelir geri döneriz”.

… mavi kadar sonsuz

 Öylece bitmişti o gün. O tatlı karşılaşma bende bir iz mi yoksa bir yara mı bırakmıştı? Anlamak güç, tıpkı son zamanlarda yaşanan hiçbir şeyi anlamadığım gibi. Zaten insan nasıl anlarki her şeyi? Ya da nasıl anlam yüklerki her şeye? Sanırım umut etmek için… İçimizdeki bu bitmeyen umut bizi ayakta tutan tek neden belki de. Ocak böyle hızlı, hissiz bir şekilde başlamıştı benim için. Fakat hiç benim bildiğim ocaklara benzemiyordu. Aslında severim bu ayı. Ben bu ayda dünyaya gelmişim. Küçükken ocak ayları benim için sürpriz ayıydı. Büyüdükçe bu ay benden uzaklaştı. Ona sorsanız belki de ben ondan uzaklaşmışımdır gerçi. Şimdilerde en uzak hissettiğim aydır kendileri. İçinde çokça anıların bulunması etkili olabilir bunda. İnsan anılarını hatırlayıp nasıl üzülür? Sezen nasıl da güzel söylemiş: “Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler!”.

 Anıların size hüzün getirdiğini gördüğünüz zaman doğum günlerinden kaçmaya başlıyorsunuz. İnsan hiç doğduğu günden kaçar mı? Kaçıyormuş; o günden, o gün gelecek her mesajdan ve o gün hatırlanacak her hatıradan. Kendime siyah kadar yalnız ve mavi kadar sonsuz bir doğum günü diliyorum.

Ay’sız bir gece

 Bu gecenin, ayın en huzursuz gecelerinden biri olduğunu söyleyebilirim. Aysız gece olur mu hiç? Geceye yakışır mı bu kadar karanlık? Küçükken o tatlı yaz gecelerinde annem gökyüzünü gösterir, “Ne kadar da aydınlık! Gece dediğin aydınlık olur,” derdi. Sanırım bu yüzden oldum olası aysız geceleri sevmem. Hüznün ve çaresizliğin en saf hâlidir. Hissizleşir ve susar insan. Aslında bu aralar hislerimin olduğu da pek söylenemez. Bilmiyorum, benim de bahanem böyle geceler herhalde. Eskiden çok konuşurdum ben, bakmayın şimdi böyle sustuğuma. Boğazımı tıkayan şey her neyse lafları boğazımda düğümlüyor. Nazım Hikmet ne güzel söylemiş: “Durup dururken içimde bir şeyler kopuyor tıkıyor boğazımı”.

 Durup dururken kopar işte bir şeyler. Ne olduğunu bilirsin fakat anlamamazlıktan gelirsin. Çünkü mutlaka hatırlamak istemediğin bir anı koparır o içindekini. Peki sizce yakamızı bırakır mı bu anılar? Bence hayır. Sadece zaman kazanırsınız ve kendinize edeceğiniz itirafları ertelersiniz. Ya sonrası? Sonrası karanlık. Tıpkı aysız bir gece gibi.

Sensedim

 Ne kadar da hoş geliyor kulağa öyle değil mi? Günün sonunda öğrendiğim bir sözcüktü bu. Eski Türkçe'de özledim kelimesine eşdeğermiş. İnsan tarihin her sayfasında bir şeylere özlem duymuş. Sanki şimdilerde bu özlem daha da arttı. Farkında mısınız? Ulaşılabilirlik arttıkça hiçbir şeye ulaşamamaya başladık. Bu ulaşılmazlık bize özlemeyi öğretti. Peki özlemek yetti mi? Özledikçe koştu insan, yolun sonu mutluluk da olsa mutsuzluk da olsa koştu. Ben bu sıralar koşmayan taraftayım. Belki de biraz dinlenmeye ihtiyacım var. Yani özlemek yorar mı insanı? Sanırım özlemek yoruyor insanı. Can Yücel özetlemiş aslında: “…beklemek yorar, özlemek yorar… ve insan bağıra bağıra susar”.

 Bağıra bağıra sustuğum, yorulduğum, aysız bir geceden.

                                       

--------------              

Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için bize #askıdakultursanat ile bir bilet ısmarlar mısınız? 


https://www.patreon.com/kitapdedektifiyiz                             

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme