Hayaller Çıkmazı / Serhat Çalışkan'ın kaleminden
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yolun başında bir karıncayım diyordum. Şimdi yol bitti ve ağustos böceğinden farkım kalmadı.
İnsan, insan haricinde her şeye tutunmak
istedi ve şair şöyle özetledi:
Bazılarımız şiirlere tutunuyor,
bazılarımız şarkılara,
Bazılarımız filmlere tutunuyor,
bazılarımız kitaplara.
Sanırım artık insan, tutunamıyor
insana.
Ne ara, hangi zamandan sonra böyle oldular
anlamış değilim. Açıkçası pek bir şey anladığım da yok şu sıralar. Huzur mu bu
yoksa hüzün mü? Hayat denizinde, bu iki uç noktanın tam ortasında bir yerdeyim.
Kayığım yavaş yavaş su almaya başladı bile. Siz olsanız ne yapardınız? Belki de
çoktan oradasınızdır. Şimdilerde bu çıkış yolunu İstanbul’un en güzel semtlerinde
saatlerce yürüyerek arıyorum. Bazen Beyoğlu’nda kalabalık içinde sessizliği
bazen de Beykoz’da ağaçlar arasında kalabalığı arıyorum. Aslında işin garip
tarafı aramak değil, aradıklarımı bulmakmış. İstanbul’u henüz yeni tanıyorum,
daha doğrusu tanımaya çalışıyorum. Edebiyatımızda çokça anlatılan İstanbul’u…
Anlatılandan fazlasıymış, görüyorum. Sanırım benim “hayaller çıkmazım” İstanbul.
İnsan nasıl yaşar?
Yeni bir kitap aldım bugün, ismini sonra
söyleyeceğim. Yeni bir nefes, yeni bir umut… Tam da kış bu kadar yaklaşmışken,
hüzün bulutu üstüme çökmeye başlamışken… Aslında bu havaları hep sevmişimdir
fakat şimdilerde sadece korku veriyor bana. Sanırım zaman geçtikçe, büyüdükçe
ya da kaybedeceğim şeyleri hissetmeye başladıkça duygular da değişiyor. Yine
böyle bir havadan yazıyorum. Güneş bulutların arasından ne kadar çıkmak istese
de bu mümkün görünmüyor ve gün umudunu geceye, ardından da bir sonraki güne
bırakıyor. Bu kısır ve acımasız döngü bize yaşamayı öğretiyor. İşte insan bu
şekilde yaşıyor; alışarak, döngüye ayak uydurarak.
Gün gelir geri döneriz.
Okuduğum bir kitapta tam da böyle diyordu.
Özgür kalmak için savaşan, kardeşleri için ölen ak kargaların hikayesiydi bu.
Birbirlerini asla yalnız bırakmayan, imkânsız olsa bile umudu arayan o cesur
savaşçıları anlatıyordu kitap. Yenildikten sonra nasıl da renklerinin siyaha
döndüğü yazılıyordu son satırlarında. Yıllar önce okumuştum bu kitabı. Kadıköy İskelesi’ndeyken
gördüğüm kargalar sayesinde yeniden hatırlamıştım bu cümleleri. Bir umut için
savaşan ak kargalar şu anda renkleri değişmiş bir şekilde, umudumun bittiğini
düşündüğüm sıralarda karşıma çıkmışlardı. İstanbul’un merkezinde bir karga bana
umut olmuştu. Nasıl sevilmez ki bu şehir? Adeta benimle konuşmaya çalışıyor,
anlatamadıklarımı anlıyor. Garip, acı… Bir yandan da gerçekleri yüzüme vuruyor.
Çığlık çığlığa bir sessizlik. Kalabalık bir şehirde kocaman bir yalnızlık.
Kargaya döndüm ve mırıldandım, “Gün gelir geri döneriz”.
… mavi kadar sonsuz
Öylece bitmişti o gün. O tatlı karşılaşma
bende bir iz mi yoksa bir yara mı bırakmıştı? Anlamak güç, tıpkı son zamanlarda
yaşanan hiçbir şeyi anlamadığım gibi. Zaten insan nasıl anlarki her şeyi? Ya da
nasıl anlam yüklerki her şeye? Sanırım umut etmek için… İçimizdeki bu bitmeyen
umut bizi ayakta tutan tek neden belki de. Ocak böyle hızlı, hissiz bir şekilde
başlamıştı benim için. Fakat hiç benim bildiğim ocaklara benzemiyordu. Aslında
severim bu ayı. Ben bu ayda dünyaya gelmişim. Küçükken ocak ayları benim için
sürpriz ayıydı. Büyüdükçe bu ay benden uzaklaştı. Ona sorsanız belki de ben
ondan uzaklaşmışımdır gerçi. Şimdilerde en uzak hissettiğim aydır kendileri.
İçinde çokça anıların bulunması etkili olabilir bunda. İnsan anılarını
hatırlayıp nasıl üzülür? Sezen nasıl da güzel söylemiş: “Şimdi bana kaybolan
yıllarımı verseler!”.
Anıların size hüzün getirdiğini gördüğünüz
zaman doğum günlerinden kaçmaya başlıyorsunuz. İnsan hiç doğduğu günden kaçar
mı? Kaçıyormuş; o günden, o gün gelecek her mesajdan ve o gün hatırlanacak her
hatıradan. Kendime siyah kadar yalnız ve mavi kadar sonsuz bir doğum günü
diliyorum.
Ay’sız bir gece
Bu gecenin, ayın en huzursuz gecelerinden biri
olduğunu söyleyebilirim. Aysız gece olur mu hiç? Geceye yakışır mı bu kadar
karanlık? Küçükken o tatlı yaz gecelerinde annem gökyüzünü gösterir, “Ne kadar
da aydınlık! Gece dediğin aydınlık olur,” derdi. Sanırım bu yüzden oldum olası
aysız geceleri sevmem. Hüznün ve çaresizliğin en saf hâlidir. Hissizleşir ve
susar insan. Aslında bu aralar hislerimin olduğu da pek söylenemez. Bilmiyorum,
benim de bahanem böyle geceler herhalde. Eskiden çok konuşurdum ben, bakmayın
şimdi böyle sustuğuma. Boğazımı tıkayan şey her neyse lafları boğazımda
düğümlüyor. Nazım Hikmet ne güzel söylemiş: “Durup dururken içimde bir şeyler
kopuyor tıkıyor boğazımı”.
Durup dururken kopar işte bir şeyler. Ne
olduğunu bilirsin fakat anlamamazlıktan gelirsin. Çünkü mutlaka hatırlamak
istemediğin bir anı koparır o içindekini. Peki sizce yakamızı bırakır mı bu
anılar? Bence hayır. Sadece zaman kazanırsınız ve kendinize edeceğiniz itirafları
ertelersiniz. Ya sonrası? Sonrası karanlık. Tıpkı aysız bir gece gibi.
Sensedim
Ne kadar da hoş geliyor kulağa öyle değil mi?
Günün sonunda öğrendiğim bir sözcüktü bu. Eski Türkçe'de özledim kelimesine
eşdeğermiş. İnsan tarihin her sayfasında bir şeylere özlem duymuş. Sanki
şimdilerde bu özlem daha da arttı. Farkında mısınız? Ulaşılabilirlik arttıkça
hiçbir şeye ulaşamamaya başladık. Bu ulaşılmazlık bize özlemeyi öğretti. Peki
özlemek yetti mi? Özledikçe koştu insan, yolun sonu mutluluk da olsa mutsuzluk
da olsa koştu. Ben bu sıralar koşmayan taraftayım. Belki de biraz dinlenmeye
ihtiyacım var. Yani özlemek yorar mı insanı? Sanırım özlemek yoruyor insanı.
Can Yücel özetlemiş aslında: “…beklemek yorar, özlemek yorar… ve insan bağıra
bağıra susar”.
Bağıra bağıra sustuğum, yorulduğum, aysız bir
geceden.
--------------
Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için bize #askıdakultursanat ile bir bilet ısmarlar mısınız?
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder