20 y.y. Felsefesi

Varoluşçuluk ve Önemli Temsilcileri Varoluşçuluk, bireyin kendi varlığını ve anlamını yaratma sorumluluğunu vurgulayan bir felsefi akımdır. Varoluşçulara göre, insan varlığı, önceden belirlenmiş bir öz veya anlam taşımaz. İnsan, kendi seçimleri ve eylemleriyle anlam yaratır. Bu nedenle, varoluşçuluk, bireysel özgürlük ve sorumluluğu ön plana çıkarır. Önemli Temsilciler: Søren Kierkegaard: Varoluşçuluğun öncülerinden biri olarak kabul edilir. İnanç, kaygı ve bireysellik üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Friedrich Nietzsche: Güç iradesi, Üstinsan ve Tanrı'nın ölümü gibi kavramlarla varoluşçuluğa önemli katkılar sağlamıştır. Jean-Paul Sartre: Varoluşçuluğun en tanınmış temsilcilerinden biridir. "Varoluş özden önce gelir" sözüyle varoluşçuluğun temel tezini özetler. Simone de Beauvoir: Kadınların varoluşsal durumunu ve cinsiyetçiliği ele alarak varoluşçuluğa yeni bir boyut kazandırmıştır. Postmodernizm: Eleştir

Bir Soruya Yanıt / Goncagül Yılmaz

 


                   

 Hepiniz gibi benim de ilk evim annemin rahmiydi. Ama ben sizlerin aksine orada geçici olduğumun farkındaydım. İnsanların bir kısmı, annesinin rahminden evine doğar; bir kısmı ise bir eve doğar. Demek istediğim yolculuklarımızın yönü biraz da böyle belirlenir. Ben alelade bir eve sancısız ve sakin bir şekilde doğduğumda öncekilerden kalma bir beşikte ağırlandım. Sakin, soğuk ve uzak bir yerdeki sessiz bir misafir… Kimsenin yüzünü görme şansım olmasa da kimin gülümsediğini kimin somurttuğunu hissediyordum. Öyle ya herkes misafir sevmez.

 Anne rahmimden doğduğum güne her şeyi hatırlamak bir lanet değil, pek azımızda bulunan bir yetenektir. Kimisi bunun mümkün olmadığını söyler. Bence de mümkün değil. Ama ne fark eder ki? Benim hafızam hislerimden ibaret ve hislerimin miladı doğumdan önceye dayanıyor.

 Elbette beşikteki günlerim hızla akıp geçti. Evde sabahlar uzamaya başladı. Oyuncaklarım bile oldu. Ayrılık hüznü dedikleri şey o zamanlar içime yerleşmeye başladı. Bir gün gideceğini bilmenin hafifliğine endişe karışmaya başladı. Giderken oyuncaklarım ne olacaktı? Onları da götürebilecek miydim? Kaldıklarında kimlerin olacaklardı? Onların da bir kısmı benden önce bu evdeydiler. Bir kısmı benden sonra sadece benim için geldiler. En azından benim için gelenleri götürebilirdim belki. Bir bakıma da bu endişe için daha erkendi. Ne zamana kadar burada olacağımı bilemezdim. Bildiğim tek şey buranın da bir süresinin olduğuydu.    

 Huzur ile endişe birbirini rahat bırakmayınca anneme sordum. Bana burada kalıcı olduğumu, ancak büyüyüp genç bir kız olunca belki okul belki evlilik için başka bir yere taşınabileceğimi söyledi. Büyümek için de çok vaktimin olduğunu söyleyince bir süre rahat uyumaya başladım. Artık kanepenin ucundan ortalarına doğru yatabildim. Yola çıkmaya belli ki yıllar vardı.

 Düşündüğüm gibi olmadı. Yıllar kısa sürüyormuş. Uzun bir yol beni bekliyordu. Yanıma alacak çok şeyim yoktu. Eve de alışmamıştım zaten. Oyuncaklara da eskisi kadar düşkün değildim. Doğrusu gitmek işime geliyordu. Yıllar huzurumu da endişemi de almıştı. Kimine göre hala çok gençtim ve aslında daha yeni başlıyordum.

  Yol neredeyse bir gün sürecekti. Geçtiğim bütün şehirlerin yolları birbirinin devamı ve de neredeyse aynısı… Gitmenin daha farklı olduğunu sanırdım. Yol üstü evler bile birbirine benziyordu. Yok benzemiyordu. Benzer mi hiç? Bunu şehirler değiştikçe günün farklı saatlerini izlerken fark ettim. Bazı balkonlarda kalabalık bazılarında sadece çiçekler duruyor, bazı evlerin pencerelerinde sarı ışık bazılarındaysa beyaz ışık görünüyordu. Hangilerinde yemek pişiyor hangilerinde kavga ediliyordu? Önlerinden hızla geçtiğim bu yerlere tek tek uğramak arzusu içimi öylesine kapladı ki bu gerçekleşmesi zor duyguyla başedemeyeceğimi kabullenip gözlerimi kapadım.

 Yolun sonu sabaha denk geldi. Yeni bir evde kendim gibi bir yabancı ile belki bir kahve içip belki de kahvaltı edecektik. İnternetten gördüğüm kadarıyla ev küçük ve balkonlu oldukça eski bir evdi. Apartmanın dış kapısından içinin rutubet kokusunu alabiliyordum. Orada durup kokuyu içime çekerken benden önce yerleşen yabancının yukarıdan kapıyı açmasını bekledim. Başka evlerden sesler geliyordu. Biri tam o anda çayına şeker atıp karıştırıyordu. Evine doğan biriydi. Çekinmeden çıkardığı seslerden belliydi.

 Geldiğim eve alışamadım.İçine girip çıkanlar oldu. Neredeyse hepsini sevdim.  Komşularımız yabancılara karşı merhametliydiler. Çoğu zaman yemeklerinden yedik. Ama yıllar önceki huzursuzluk ve endişe içime düşmüştü bir kere. Nereye? Hangi eve? Yeniden! Kim bilir kiminle?

  Daha küçük ama yeni bir evde bu kez sevdiğim biriyle… Koltukları, buzdolabı ve yatağı içinde durup bizi bekleyen bir ev. Sadece yaşamın eksik olduğu evlerden yani. Bu evde sadece yaşayacaktık. Böyle deyip gülüyorduk. Ama aklım ilk günden beri başka bir şehirde yaşamak fikrindeydi. Bu fikrin günah olmadığını bilmeme rağmen sadece içimden istemeye devam ettim. Yine de bir pazar akşamı sevgilimle kendimi çizdiğim resmi o evin duvarlarından birine astım. Gittiğimde götürmeyecektim. Başından buna karar vermiştim.

  Sevgilimden ve evden ayrılmak canımı hiç yakmadı diyemem. Ama başka bir şehirde olmayı daha çok istiyordum. Bu istek midemi kasmaya başlayınca yola koyuldum. Birlikte de gidebilirdik diye gönül koyduğu mesaja ise hiçbir zaman cevap vermedim. O da üstelemedi.

 Bir süre bu şehirde arkadaşımda kalacaktım. Daha küçük ve sokakları viraneye dönüşmüş bu şehre, sınırındaki ülkedeki savaşın bombaları arada bir düşüyor; sürekli savaştan kaçan insanlar gelip geçiyorlardı. Bambaşka bir huzursuzluk daha ilk anda hissediliyor ve kimsenin yeni bir yabancıya daha tahammülü olmadığı anlaşılıyordu. Arkadaşım bu korkuyla yaşanamaz diye isyan ediyordu. Ama buralıyım, başka yer bilmem de istemem de diyordu. Çoğu zaman birlikte uyuyorduk. Geceleri işaret parmağımı sıkıca tutup uykuya dalabiliyordu. Burada tütün içmeye ve farklı dillerde selam vermeye alıştık. Günler o kadar sıkışık ve korku o kadar belirgindi ki evlerin hislerini anlayamıyordum.

 Artık nereye gidebilirdim ki? Burada neredeyse her şeyi tüketmiştim. Hislerimi, paramı ve düşüncelerimi. Daha ötesinin var olduğunu bilmek canımı sıkıyordu. Daha güzel ülkelerin olması başka şehirlerde başka evlerde yeniden başlayanları görebiliyordum. Tadım kaçmıştı. Yaşamın bir serüven olmadığını öğrenmiştim bu yaşımda. Yani tam anlamıyla yetişkin olunca.

 O şehirden gitmedim. Adeta kaçtım. Acele ettim. Ardıma bakmadım. Düşünemedim. Hesaplayamadım.

 Geçici işlerle geçici şehirlerde yıllarım geçti. Neredeyse üç çocukluk üç gençlik kadar ömür yaşamıştım. O şehir bana kaçmayı öğretmişti. Sevmeye, tanımaya ve veda etmeye vakit bulamadan gidiyordum.

 Şehirlerin en kalabalığında günün birinde nefesim tükendi. Çöktüm. Artık bir yere dönmem gerekirdi.  İlk doğduğum ev. Taşındığım ve unuttuğum evlerden biri. Sevdiklerimin yeni evleri. Dönmek için varabileceğim bir yer aramaya koyuldum. Sokaklarda uzun uzun yürüdüm. Bu şehirde kalamazdım. Buralı değildim. Buradan olmak için geç kalmış gibiyim. Buranın yabancısı olmak için bile geç.

 Bir evin dibinde durup dinlendim. “Yıllarımı burada seninle çürüttüm” diye bağırıyordu bir kadın. Adam “Gitseydin. Keşke gitseydin.” Diye haykırıyordu. Bir yandan da kırıp döktükleri eşyaların sesleri... Belki en sevdikleri eşyalarından birini… İçim ürperdi. Yürümeye devam ettim.

 Şimdi yeni bir yerde bir göz oda ve sakin bir iş bulabilir miydim? Bulsam bile alışabilir miydim?  Durabilir miydim?  Ömrüm aramakla geçti.Hani ilk sorduğunuz soruya şöyle yanıt vereyim:

 İnsanın evi neresidir? Dönüp dolaşıp vardığın duygudur. Benim bildiğim odur.

 

--------------              

Kaliteli içeriklerimizin devam edebilmesi için bize #askıdakultursanat ile bir bilet ısmarlar mısınız? 


Yorumlar

  1. Ne kadar sade ve şık bir yazı olmuş. Sevgili Goncagül. Arayışı hiç bitmeyen insanı ne güzel tasvir etmişsin.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumhuriyet Dönemi Roman Özellikleri

İNSAN NEDEN ANLATMAYA BAŞLADI ? / Uçan Salyangoz

Anı Türünün Özellikleri: Detaylı Bir İnceleme